AKP'li yıllar: Temel haklar nasıl etkilendi?

A.Altan / AFP / Getty Images

Türkiye 20 yıl önce nasıl bir demokrasi ve insan hakları ortamına sahipti? AKP iktidara geldikten sonra bu tablo ne yönde değişti, hangi kırılma noktaları yaşandı? İnsan hakları savunucuları DW Türkçe için değerlendirdi.

14 Ağustos 2001 yılında kurulan AKP, 3 Kasım 2002'de yapılan genel seçimlerden bu yana iktidarda. Bülent Ecevit hükümeti iktidarı devrederken, Doğu ve Güneydoğu için Olağanüstü Hal, 30 Kasım 2002'de sona erecek şekilde son kez uzatılmıştı.

AKP özgürlükçü bir toplum ve sivil bir Anayasa vaadiyle iktidara geldi.

Peki, bu vaatlerini ne kadar gerçekleştirebildi?

Ölüm cezası kaldırıldı

DW Türkçe'ye konuşan İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, AKP iktidara geldiğinde Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin devam ettiğine ve AKP'nin bu reform sürecini 2004 yılında kadar devam ettirdiğine dikkat çekiyor.

3 Ağustos 2002'de Türkiye'de ölüm cezası Meclis oylamasıyla kaldırılırken, 2003 ve 2004 yılında yapılan düzenlemelerle bu ceza, Anayasa ve bütün kanunlardan tamamen temizlendi.

İnsan haklarının korunması bağlamında 2012'de Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurunun yolunun açılması önemli kazanımlardan biri oldu. Ancak elde edilen bu kazanımlar, yargının siyasallaştığı tartışmalarıyla gölgede kaldı. Gezi Parkı, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Cumhuriyet gazetesiSözcüÇHD ve pek çok dava, Türkiye'de yargının AKP'nin siyasal stratejilerinin parçası haline geldiği eleştirilerine yol açtı.

2013'te Gezi Parkı eylemleri sırasında demokratik taleplerini dile getiren göstericiler, hak ihlallerine yol açan güç kullanımıyla karşılaştı. Bu tarihten sonra toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının giderek engellendiği bir süreç yaşandı.

DW Türkçe'ye konuşan Barış Vakfı Genel Başkanı Hakan Tahmaz, "Örneğin barış hakkı Birleşmiş Milletler sözleşmesinde, uluslararası belgelerde yer almasına rağmen bugün barış talep etmek, barışı dillendirmek yasaktır. Barış talep eden, vatan hainliği ile bölücülük ile suçlanabilmektedir. Gösteri yapma hakkı keza böyledir" diyor.

Kürt meselesi

Kürt meselesinde de inişli çıkışlı bir süreç yaşandı. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 1999 yılında Türkiye'ye teslim edilmesinin ardından 2002 yılı itibarıyla silahlı çatışmaların yok denecek kadar azaldığını ifade eden Öztürk Türkdoğan, bu sorunun siyasi yollarla çözümü noktasında önemli bir fırsat yakalansa da AKP'nin bunu değerlendiremediğini belirtiyor. 

Öztürk Türkdoğan

2013 yılında başlayan son barış ve çözüm sürecinde ise AKP'nin çok önemli adımlar attığını vurgulayan Türkdoğan, "Fakat özellikle 28 Şubat 2015 tarihli Dolmabahçe Deklarasyonu adıyla anılan, Abdullah Öcalan'ın kaleme alıp Sırrı Süreyya Önder'in okuduğu ama okuduğu sırada devlet, iktidar partisi ve hükümet yetkililerinin HDP ile birlikte bulundukları ortamdaki konsensüs maalesef ilerletilemedi. Türkiye AKP iktidarı zamanında Kürt sorununu, Türkiye'nin en büyük sorununu çözme fırsatına en yakın olduğu zamanda çözemedi" diyor.

2015'te çözüm sürecinin sonlandırılması ise hak ihlallerinin arttığı bir dönemi beraberinde getirdi.

Türkdoğan, 24 Temmuz 2015'te başlatılan operasyonlarla beraber hızla antidemokratik bir sürece evrilen, yoğun hak ihlallerinin yaşandığı bir döneme girildiğini savunarak "Türkiye, ilk defa uzun süreli sokağa çıkma yasaklarıyla tanıştı AKP döneminde. 16 Ağustos 2015'te Muş Varto'da başlayan o süreç, halen bazı köylerde ve ilçelerde devam ettirilmektedir" diye ekliyor.

OHAL sonrası dönem

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından gelen iki yıllık OHAL dönemi ise en önemli kırılma noktalarından biri oldu. Gözaltı sürelerinin uzadığı, çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname'lerle (KHK) çok sayıda derneğin kapatıldığı, binlerce kişinin kamudan ihraç edildiği süreç yaşandı. 2002'de AKP iktidara geldiğinde Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamındaki suçlar bakımından gözaltı süresi yedi gündü. Bu süre OHAL'in ilk altı ayında 30 güne çıkarılırken daha sonra 14 güne ve ardından 12 güne indirildi.

OHAL dönemi içerisinde Türkiye'nin Anayasal rejimi de değiştirildi. Türkdoğan, "16 Nisan 2017 tarihli Anayasa Referandumu ile Türkiye tek kişi yönetimine dayalı, otoriter bir Başkanlık modeline geçti. 7145 Sayılı Kanun'la OHAL zamanında kullanılacak yetkilerin büyük kısmı üç yıllığına uzatıldı. Bu yıl da bu yetkiler bir yıl daha uzatıldı. Yani aslında şu anda Türkiye uzatılmış bir OHAL rejimi altında daha otoriter bir yönetimle yönetiliyor. Böyle olunca da birçok temel hakta ciddi anlamda kısıtlama sorunu yaşandığını söyleyebiliriz" diyor.

Hakan Tahmaz da yapılan rejim değişikliği ile hemen hemen bütün yasal güvencelerin fiilen ortadan kalktığı görüşünde. Tahmaz, "Yasalarda, Anayasa'da, uluslararası sözleşmelerde var olan hakların fiilen kullanılamaz noktaya geldiği, yasaların hiçbir alanda geçerliliği olmadığı çok açık. Medya alanında böyle, yargı alanında böyle, yasama alanında böyle. Basın yasasında hiçbir değişiklik yapılmamasına rağmen bugün iktidarı eleştirebilir bir medyadan, güçlü bir gazetecilikten söz etmek mümkün değil. Hakların kullanılmasının tek bir koşulu var, o da iktidara biat etmek" ifadelerini kullanıyor.

Uygulanmayan AİHM kararları

AKP döneminin en önemli özelliklerinden biri uluslararası sözleşmelerin uygulanmasındaki sıkıntılar oldu. Öztürk Türkdoğan, AKP iktidara gelmeden önce Türkiye'nin bire bir uygulamadığı bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rastlanmadığını vurguluyor. Dört yılı aşkın süredir cezaevinde olan HDP'nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve 18 Ekim 2017'de gözaltına alınan iş insanı ve aktivist Osman Kavala ile ilgili AİHM kararlarını hatırlatan Türkdoğan, şöyle devam ediyor: "Büyük Daire kararlarının uygulanmamış olması ve uygulanmayacağının deklare edilmiş olması, AKP iktidarının AİHM gibi bağlayıcı karar olan bir yüksek mahkeme kararına direnç geliştirecek kadar insan hakları alanında taviz verdiğini gösteriyor ki bu aslında oldukça dramatik bir gerilemedir."

İstanbul Sözleşmesi

Öte yandan 2011'de Türkiye'nin ilk imzacısı olduğu ve 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi yakın zamanda tek taraflı feshedildi. İHD Başkanı Türkdoğan, bunun da temel haklarda geriye gidişin başka bir göstergesi olduğunu vurguluyor.

Geçen yıl sonunda ise AKP tarafından 2005'te yürürlüğe konan ve daha özgürlükçü olduğu ifade edilen Dernekler Kanunu'ndan daha geriye giden düzenlemeler yapıldı. Dernek denetimleri zorunlu hale getirildi ve derneklere kayyum atanmasının yolu açıldı.

HDP'ye kapatma davası

Hakan Tahmaz, demokrasinin temel esaslarından biri olan siyasi örgütlenme alanında da geriye gidiş olduğuna dikkat çekiyor. Tahmaz, "Meclisin üçüncü büyük partisi olan ve Kürtlerin oyunun büyük bir kısmını alan HDP'nin iki ana dava ile karşı karşıya kalarak büyük baskı altında olduğu çok açık gerçek. Kapatma ile yüz yüze. Yine iki tane partinin bir yıldan fazla zamandır kurulmak için, dilekçe vermek için İçişleri Bakanlığı'nın kapısında bekletiliyor olması, yasalara rağmen, Anayasa'ya rağmen bu hakkın dahi kullanılamamış olması çok önemli" diyor.

Cezaevlerindeki sorunlar

AKP'nin ilk yıllarında neredeyse sıfıra inen gözaltında kayıplar sorunu da OHAL sürecinin ardından yeniden ortaya çıktı. İHD'ye 30'a yakın kişiyle ilgili bu yönde başvuru yapıldı. 

Cezaevlerinden gelen çıplak arama, kelepçeli muayene gibi şikayetler ise son dönemde işkence konusunu gündemde tutuyor. Hak savunucuları, Türkiye'nin, bu konuda belli adımlar atmış olsa da işkenceyi önleme konusundaki görevini tam olarak yerine getiremediği görüşünde.

İHD'ye göre AKP döneminde cezaevinde olanların sayısı 55 binden 300 bin civarına çıktı. Adliyeye yolu düşenlerin sayısı milyonu geçiyor. İnsan hakları savunucularına göre bu durum, toplumun ciddi bir baskıyla karşı karşıya olduğunun bir göstergesi. 

Öztürk Türkdoğan "20 yıl sonra Türkiye demokratik ve sivil bir Anayasa'ya kavuşamadı, Kürt sorununu çözemedi, bireysel hak ve özgürlük alanında daha yüksek standartların olduğu bir noktaya gelemedi, Avrupa Birliği'ne tam üye olamadı. 20 yıl sonra hapishanedeki insan sayısı daha az olamadı. Gösteri hakkının kullanılmasıyla ilgili çok ciddi yasaklama tedbirleri var" diyor ve bunun, özgürlükçü toplum vaadiyle iktidara gelen bir partinin, toplumu tamamen denetim altına almaya dönük otoriter bir noktaya evrilmesinin dramatik bir öyküsü olduğunu ifade ediyor.

Pelin Ünker

© Deutsche Welle Türkçe