Evrensel yazarı İhsan Çaralan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Londra ziyaretini borç bulmak amacıyla yaptığını; oradaki konuşmasından önce 4.32 lira olan doların 4.50 dolayınagerilediğini hatırlatarak, "Yani aradaki fark yine de dolar başı 18 kuruştur. Dolayısıyla Türkiye’nin toplam dış borcu 440 milyar dolar olduğuna göre; sadece dolardaki artıştan dolayı ödenecek dış borç miktarı 47.52 milyar TL artmıştır!" dedi. "Bunlar daha Erdoğan’ın resmen 'tek adam' olmadan çıkardığı faturadır" diyen Çaralan, "Ya bir de yeniden seçilir ve bütün gücü daha sıkı bir biçimde kendisinde toplarsa, Türkiye’nin ne hallere düşeceğini bir düşünün!" diye yazdı. Çaralan, 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan'a oy vermeyi düşünen vatandaşlara çağrıda bulunarak bir kez daha düşünmeye çağırdı.
İhsan Çaralan'ın, "AKP ve Erdoğan’a oy verecek olanlar bir kez daha düşünmeli!" başlığıyla (1 Haziran 2018) yayımlanan yazısı şöyle:
Londra’ya uluslararası tefecileri ikna etmek için giden Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, ikna uğruna Cumhurbaşkanını “ortaya atmış”lar! Zira “Cumhurbaşkanı ‘seçim üslubu’ olarak öyle konuştu, yoksa kendisi pragmatist (*) bir kişidir” demeleri bundan.
Dahası Türkiye Cumhuriyeti’nin bu iki önemli şahsiyeti, uluslararası “yatırımcılar”a, “Enflasyondaki artışa göre faizleri yükseltmeye devam edeceğiz” demeyi de ihmal etmemişler.
Erdoğan’la çeşitli ekollerden ekonomistler arasındaki tartışma açısından bakıldığında, bunun anlamı; uluslararası tefecilere “Bizim görüşümüze göre bütün kötülüklerin anası da babası da faiz değil enflasyondur” diyerek Erdoğan adına günah çıkarmaktan ibarettir.
Böylece Şimşek ve Çetinkaya, Erdoğan’ın kendi “milliliği ve yerliliği”ni temele koyduğu, yıllarca savunduğu, en son Londra’da büyük bir öz güvenle ilan ettiği “Bütün kötülüklerin anası da babası da faizdir” tezine Türkiye devleti adına karşı çıkmışlardır!Dahası bu iki şahsiyet böylece; “Enflasyonu bütün kötülüklerin anası, faizi ise enflasyona bağlı olarak yükselip alçalan bir ekonomik enstrüman; tali bir faktör olarak” tanıdıklarını kabul etmişlerdir.
Şimşek ve Çetinkaya’nın firma ve temsilcilerine verdikleri sözleri duyunca; Erdoğan’ın ağzından her çıkanda keramet keşfeden zevat, herhalde büyük Reis’in; “Ey Şimşek ve Çetinkaya! Siz kim oluyorsunuz da benim adımı ortalığa atıp sözümün üstüne söz söylüyorsunuz? Türkiye yetmedi şimdi de küffar diyarında mı arkamdan iş çeviriyorsunuz?” demesini beklerdi. Elbette Şimşek ve Çetinkaya’yı derhal Türkiye’ye çağırmasını da bu beklentiye eklerlerdi. Ama öyle olmadı tabii. Çünkü bu kişiler, Londra’ya zaten bu sözleri söylemeleri için gönderilmişlerdi.
Nitekim içerideki rantçı takımının da Londra’dan estirilen rüzgara güvenerek, 5’TL’ye yaklaşan doları 4.50’ye hatta daha da altına çektiklerini gördük.
Faiz-enflasyon çatışmasında tablo böyle oluşunca, ortaya çıkan sorulardan ilki, şöyle gündeme gelmektedir:
Bu ülkenin insanları, halkı, ülkeyi 16 yıldır yöneten ve bugün “beka sorunu” da dahil sayısız sorunlarla karşı karşıya bırakan iktidarın ve onun başının “millilik ve yerlilik” iddialarına mı itibar etmelidir; yoksa “Bunlar seçim üslubudur; siz asıl bizim söylediklerimize bakın” diyen Şimsek ve Çetinkaya’nın söylediklerine mi?
İkinci soru ise şudur; Bu ülkeyi 16 yıldır ve en azından iki-üç yıldan beridir de fiilen “tek adam” olarak yöneten Erdoğan’ın Londra’da yaptığı konuşmalar ülkeye “Kaç milyar dolara mal olmuş”tur? Dahası onun bugüne kadar yaptığı müdahalelere paralel olarak yükselen faiz ve döviz fiyatlarından dolayı Türkiye’nin halklarının sırtındaki yük ne kadar artmıştır?
Birinci sorunun yanıtını Şimşek ve Çetinkaya Londra’dan vermişler; Erdoğan’ın faiz, döviz vb. üstünden yaptığı “yerli ve milli” edebiyatının, (antiemperyalistlik böbürlenmelerinin de) “seçim üslubu” içinde verilmiş, ciddiye alınmaması gereken mesajlar olduğunu açıkça söylemişlerdir. Erdoğan da bunu yalanlamadığına göre; demek ki gerçek öyledir. Yani gerçek Erdoğan’ın söylediklerine değil, Şimşek ve Çetinkaya’nın söyledikleridir.
Yok, “Biz bu uluslararası finans çevrelerini kandırdık” diyeceklerse, tabii bu kadar pragmatizmin AKP ve Erdoğan için bile fazla olduğunu söylemek gerekir. Dahası bu finans kuruluşları, elbette ki dünyayı parmağında oynatan en vahşi finans kesiminin temsilcileri olarak, “kurbanları”nın gözyaşlarına değil yaptıklarına bakarak karar verirler. Tıpkı buradaki “merdiven altı” tefeciler gibi!
İkinci sorunun yanıtı ise biraz daha karmaşıktır. Çünkü; sermayenin çeşitli renkten sözcüleri, Türkiye’nin “gelişmekte olan ülkelerden ‘negatif ayrıştığını’ söylerken Türkiye’ye özgü sorunları, her derde deva olan formülasyonları olan “jeopolitik riskler” adı altında gizliyorlar.
“jeopolitik” kavramının “jeo”su, en azından doğruda politik iktidarın elinde olmayan gelişmelerin alanıdır. Çünkü “jeo” Türkiye’nin bulunduğu coğrafi bölgedeki savaş, iç savaş, çatışmalar ya da rekabet unsurları gibi nispeten “dışsal” etkenleri kapsar. “Jeopolitik”in ikinci bileşeni olan “politik” ifadesi ise ekonomiye yön veren politik iktidarın müdahaleleriyle ilgilidir. Yani ülkeyi yöneten iktidarın ekonomik politikalarıyla ilgilidir. İki üç yıldır Erdoğan’; ülkeyi “tek adam gücü”yle yönettiğine göre, bu durum da Erdoğan’ın politikalarıyla ilgilidir.
Ekonomistlerin yaptığı hesaplar açıkça göstermektedir ki; faizlerdeki her bir puanlık artış, Türkiye’nin dış borçlarına 14.7 milyar TL artış getirmektedir.
Son operasyon Merkez Bankası faizlerini 300 baz puan artırdığına göre, Türkiye’nin bu faiz artışından dolayı borcundaki ek artış 44.1 milyar TL olmuştur. Ve elbette bu resmiyettedir ve “serbest piyasa”da faizdeki artış çok daha yüksektir.
Öte yandan Erdoğan’ın Londra’daki konuşmalarından önce 4.32 TL olan dolar ise 4.92’lere kadar çıktıktan sonra 4.50 dolayına “gerilemiş”tir! Yani aradaki fark yine de dolar başı 18 kuruştur. Dolayısıyla Türkiye’nin toplam dış borcu 440 milyar dolar olduğuna göre; sadece dolardaki artıştan dolayı ödenecek dış borç miktarı 47.52 milyar TL artmıştır!
Bunlar, Erdoğan’ın acilen yeni borç bulmak için, (Onca seçim yoğunluğu içindeyken) gittiği Londra’da yaptığı konuşmadan dolayı Türkiye’nin halklarına çıkardığı faturadır.
Bunlar daha Erdoğan’ın resmen “tek adam” olmadan çıkardığı faturadır.
Ya bir de yeniden seçilir ve bütün gücü daha sıkı bir biçimde kendisinde toplarsa, Türkiye’nin ne hallere düşeceğini bir düşünün!
Elbette bunu daha çok, bugüne kadar Erdoğan’a ve AKP’sine oy veren ve hâlâ vermeyi düşünen işçiler, emekçiler düşünmeli!
(*) Genel olarak, egemen sınıfın çıkarlarını ve bunun bir ifadesi olarak iktidarını korumak için yararlı olan her şeyin doğru olduğu mantığından hareket eden pragmatizm, emperyalizm çağında bütün burjuva iktidarların genel felsefi eğilimidir. Burjuvazinin çıkarı için yapılan yağma, katliam, insanlık suçu, dahil her şeyi meşrulaştırmanın felsefesi olarak pragmatizme burjuvazinin en has felsefesidir dense yerdir. “Çıkar her şeydir” diyen bu anlayışın ilk ortaya çıktığı ülke, kapitalizmin ana vatanı İngiltere’dir. Ama, pragmatizmin “politik bir eylem kılavuzu” olarak gelişip serpildiği ve siyasal yaşamın neredeyse tümüne nüfuz ettiği ülke ABD’dir. Bu nedenle de pragmatizm bir Amerikan felsefesi olarak kabul edilir. Çetinkaya ve Şimşek Erdoğan’ı bu felsefeyi benimseyen birisi olarak göstermişlerdir.