AKP'li eski Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın, “Türkiye'nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir” sözlerini isim vermeden eleştirdi. Ergün, "Sistem fiili durum yaratarak değişmez. Oturursunuz, sistem değiştirmenin usulü vardır, o usule göre değiştirirsiniz. Tartışırsınız, nasıl olacaksa yani, buna birlikte karar verirsiniz" diye konuştu.
Al Jazeera Türkçe'den Ayşe Karabat'a konuşan Nihat Ergün, "7 Haziran sonrasında koalisyon konusunda çekingen davrananları bir ölçüde anlayışla karşılamak mümkün olabilir, buna Cumhurbaşkanı dahil. Ama 1 Kasım’dan sonra aynı davranışa devam ederlerse buna Cumhurbaşkanı da dahil, bunu anlayışla karşılamak mümkün olmaz" dedi.
Ayşe Karabat'ın Nihat Ergün'le yaptığı söyleşi şöyle:
7 Haziran seçimlerinden sonra bize yazdığınız yazıda koalisyonun Türkiye’de mümkün olduğunu söylemiştiniz ve sıcak durduğunuz koalisyon seçeneği AK Parti - CHP koalisyonu idi. Ama bu tercih edilmedi. Hatta AK Parti açısından bu bir tuzak olarak da algılandı. Böyle algılanmasında Cumhurbaşkanı'nın tercihinin etkisi var mıydı?
7 Haziran öncesi siyasi parti ve lider söylemlerine bakınca hiç kimsenin koalisyona hazırlıklı olmadığı tespitini de yapmıştım. Parti tabanları ve liderleri de hazır değildi. Herkes bu hazırlıksızlıklarını kamufle etmeye çalıştı.
AK Parti için mi söylüyorsunuz bunu?
Bütün partiler için söylüyorum. AK Parti’nin tek başına ülkeyi yönetmeye alışmış kadroları ve tabanı var. Az farkla kaybetmiş tek başına iktidar imkânını. Seçmenle ilişkilerinde yaşadığı bazı problemler nedeniyle kaybettiğini tespit etmiş. ‘Eğer bu hatalarımı düzeltirsem, seçmenle ilişkilerimi yeniden dizayn edebilirsem, tek başıma iktidara gelemeye çok yakın bir yerdeyim; bunu denemeliyim’ fikri AK Parti’de doğal olarak daha güçlü bir fikirdi. Onun koalisyondan uzak durması için diğer partilere göre daha makul nedenleri vardı.
Ama diğer partiler açısından da psikolojik nedenler vardı. Hele AK Parti ile koalisyon yapma konusunda. Bu psikolojik ortam bence koalisyonun gerçekleşmesini mümkün kılmadı. Herkes koalisyonun neden olmadığını biraz da diğerine yüklemeye çalıştı. Benim şahsi kanaatim hiç kimse bir koalisyon kurulmasında o kadar da istekli değildi.
Bu çabalar keşke daha yeterli ve samimi olsaydı. Herkesin kafasında şüpheler varken masaya oturuldu ve 40 gün bu tereddütler giderilmeye çalışıldı ve giderilemeyince mesele kaldırılmış oldu. Ama önümüzdeki seçimde eğer bir parti tek başına iktidar olamazsa, şu an koalisyon için iklim 7 Haziran öncesinden çok daha uygun. Partiler birbirine 7 Haziran öncesindeki psikoloji ile yaklaşmayacaktır. Eğer böyle yaklaşırlarsa bu sefer seçmen gözünde çok ciddi prestij kaybederler. Seçmen de 7 Haziran’dan sonra koalisyon kurulmamasını şimdilik anlayışla karşılamış olabilir ama 1 Kasım’dan sonra anlayışla karşılamaz.
Emin misiniz seçmenin bunu anlayışla karşıladığından? 1 Kasım seçimlerini niye yapıyoruz havası yok mu?
Seçmenin önemli bir bölümünün bir koalisyon kurulsaydı iyi olurdu, bizim irademize kulak verilseydi fikrinde olduğunu biliyorum. Ben de o fikirdeyim. Keşke partiler biraz da zorlasaydı şartları. Birkaç nedenle AK Parti - CHP koalisyonunun mümkün olduğunu dile getirmiştim.
Ben parlamentoda CHP’lilerle, bakan olarak, grup başkan vekili olarak çalıştım. Bir anlaşma yapılması zor oluyor bazen ama eğer anlaşma yapılabilirse, anlaşmaya bağlı kalma kültürü olan bir siyasi kadrosu var CHP’nin.
Bir koalisyon çıkarsa seçimlerden, benim tezim yine aynı olur. Yürüyebilecek koalisyon, kurulabilecek koalisyon AK Parti - CHP koalisyonudur. Bütün bu tecrübelerden sonra Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu ikilisinin birbirine daha yakın mesafede durduğunu görüyoruz.
Sorumun Cumhurbaşkanı ile olan kısmını yanıtlamadınız...
Cumhurbaşkanı da parti liderliğini yeni bırakmış bir insan. O da koalisyonların Türkiye'de geçmişteki acı tecrübelerini bilen bir insan. Bu çerçevede koalisyonun sıkıntılı olacağını düşünmüş olabilir ve isteksiz davranmış olabilir ama nihayetinde o da bu atmosferin içinde bir kişi. İktidar, muhalefet koalisyona ne kadar hazırlıklı değilse, Cumhurbaşkanı’nın da o kadar hazırlıklı olmaması gayet doğal bir şey. Ötekileri doğal karşılayıp Cumhurbaşkanı'nınkini doğal karşılamamak olmaz. 7 Haziran sonrasında koalisyon konusunda çekingen davrananları bir ölçüde anlayışla karşılamak mümkün olabilir, buna Cumhurbaşkanı dahil. Ama 1 Kasım’dan sonra aynı davranışa devam ederlerse buna Cumhurbaşkanı da dahil, bunu anlayışla karşılamak mümkün olmaz.
Birçok sorunu çok daha yakıcı bir biçimde hissediyoruz. AK Partililer diyor ki ‘tek başımıza iktidar olsaydık bu böyle olmazdı’. CHP’liler diyor ki ‘şu anda yaşadığımız sorunların temelinde kutuplaşma var, koalisyon olsaydı kutuplaşma düşeceği için bu sorunları yaşamazdık’. Siz ne diyorsunuz bu iki görüş hakkında? Yoksa üçüncü bir görüşünüz mü var?
Türkiye 30 yıldır terörle mücadele ediyor. 2009’da bir dönem eylem olmadı. Ama 2011’de örgüt eylem kararı aldı. 2012 yılının sonuna kadar eylemler aralıksız devam etti. Her ikisinde de tek başına iktidar vardı.
Tek başına iktidar bazı köklü meseleleri çözmek için ani ve pratik çözümler üretmiyor. Yapılması gereken uzun vadeli işler var. Bunları koalisyon olsanız da yapacaksınız. Koalisyon olduğunuzda da terörle mücadele etmeniz gerekiyorsa bunları birlikte yapacaksınız.
Terörle mücadele konusunda AK Parti ve CHP’nin aksi istikametlere çekeceğini düşünmüyorum. Mümkün olduğu kadar aynı istikamette gideceklerdir. Yöntemler konusunda zaman zaman farklı fikirler olabilir ama bunlar da uzlaştırılamayacak yöntemler olmaz.
AK Parti - MHP koalisyonunda, terörle mücadelede bazen ciddi uzlaşmazlıklar yaşanabilir. Yöntemlerde birbiriyle uyuşmayacak öneriler de yapılabilir.
Toplumsal boyutuyla en ağır sorunlarımızdan biri kutuplaşma. Buna katılır mısınız? Buna katılıyorsanız AK Parti - CHP koalisyonu bunun aşılmasına yardımcı olur muydu?
Kutuplaşma ile köklü problemleri çözmeye imkân yoktur. Herkesin kutuplaşma konusunda kendisinin ne rol oynadığına iyi bakması lazım. Ama herkes kutuplaştırıcı unsur olarak karşısındakini görmeye devam ederse, o zaman kutuplaşma sorununu aşamayız.
AK Parti’nin rolü neydi kutuplaşmada?
Baktığımızda bizim de rolümüz var herkesin olduğu gibi. Biz bunu yaptığımız kamuoyu araştırmalarında da gördük.
Kurulduğumuzdan beri yaptığımız araştırmalarda bir soru şuydu; hangi partiye oy verirsiniz? Açık ara AK Parti hep birinci parti oldu. Şimdi de öyle, makas biraz daralmış olsa da. Bir soru daha soruyorduk. Eğer sizin partiniz seçime girmezse kime oy verirsiniz? Yine AK Parti birinci. Kesinlikle oy vermeyeceğiniz bir parti var mı, diye sorduğumuzda AK Parti sonuncu çıkıyordu.
Ama aradan yıllar geçti; 2011'den sonra, yarın seçim olsa kime oy verirsiniz diye sorduğumuzda AK Parti birinci. Hiç oy vermeyeceğiniz parti hangisi diye sorduğumuzda AK Parti yine birinci parti çıkmaya başladı. Yani nefret edilen partide de birinci parti, oy verilen partide de birinci parti. Ama ikinci tercih, üçüncü tercih olmayı kaybetmişiz. Orada sonuncu olmaya başladık. Ya sevilen ya da nefret edilen, bu iyi bir şey değil.
Neden oldu bu?
Bunun bizim seçmenle ilişkilerimizin kalitesinin bozulması anlamına geldiğini görmemiz lazım. Bunu komplo teorileriyle açıklamak mümkün değildir. Bu tamamen bizim kendi çözmemiz gereken bir meseledir. Bu meseleyi samimi olarak masaya yatırmak lazım. Diğer partiler de yatırmalı. Biz AK Parti olarak kendi katkımızı bulmak ve onu düzeltmekle mükellefiz.
İnsanlar bizim yaptıklarımızdan çok, bana göre, söylemlerimizden rahatsız oluyorlar. Yani yaptıklarımız insanların faydasına işler olsa da, söylemler birçok insanı yaralayan söylemlere dönüşmüş olabilir. Bu söylemler toplumda bazı kırılmalara yol açmış, kutuplaşmalara neden olmuş olabilir. Hayat tarzına müdahale olarak algılanmış olabilir. Eğer o söylemler rasyonel bir yere oturtulabilirse, duygusallıktan uzaklaştırılabilirse, toplumla açılan bu mesafenin, kutuplaşmanın bizim zaviyemizde olan bölümü onarılabilir diye düşünüyorum.
Partinizde kutuplaşmayı tersine çevirebilecek, sözünü ettiğiniz söylemlerin yumuşatılması yönünde bir eğilim görüyor musunuz ve bunu yeterli buluyor musunuz?
Böyle bir eğilim var ama yeterli değil. Dikkat ederseniz bugünkü söylemler 7 Haziran öncesine göre çok daha farklılaştı. Bir cümleyle güveni sarsabilirsiniz. Ama bir cümleyle inşa edemezsiniz. O cümleyi yeni tavırlarla desteklemek gerekiyor. Daha çok eyleme ihtiyaç var.
Kitabınızda eski partilere dair diyorsunuz ki; partiler bir süre sonra parti olmaktan çıkıyor, siyasi cemaate ya da siyasi şirketlere dönüşüyorlar. Şu anın AK Parti’sini bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
İbni Haldun’un yaklaşımı burada geçerliliğini koruyor. İnsan doğasıyla insan organizasyonlarının doğası arasında benzerlikler var. Birtakım konulara dikkat etmezseniz hastalanıyorsunuz. Mikroplar hep var ama bağışıklık sistemi zayıf düşmediği sürece hasta etmiyorlar.
İnsanlar işledikleri günahların suçunu şeytana yükleyemezler. Ona ‘yapabiliyorsan insanları yoldan çıkar’ diye izin verilmiştir. Bizi yoldan çıkarırsa, suçu şeytana yükleyemeyiz. İrademizi kullanmadığımız için biz sorumlu tutuluyoruz.
AK Parti 13 yılda çok işler yaptı, çok önemli, devrim niteliğinde başarılar elde etti. Ama yoruluyorsunuz, yıpranıyorsunuz, yenilenme ihtiyacı var. Bazen kadrolarınızı yenilemeniz gerekiyor, bazen politikanızı yenilemeniz gerekiyor. Bir de çok sayıda iş yaptığınız için etrafınızda göremediğiniz birtakım unsurlar peyda oluyor.
O açıdan liderlerin, lider kadroların, belli zamanlarda kendilerini biraz olayların dışına çekip, olaylara yukarıdan bakmaya çalışması lazım. Bugün bütün partiler, özellikle AK Parti bu hayhuy içerisinde bunu yapabilirse kendini onarabilir, restore edebilir, daha uzun ömürlü ve daha sağlıklı bir organizasyona dönüşebilir.
AK Parti’nin şeytanı en çok hangi günahı denedi?
Her türlü günahı dener o, hiçbir tarafını ihmal etmez. Her yoldan girer yani, hiç tahmin etmediğiniz yollardan gelir.
Siz ‘fabrika ayarlarına dönme’ metaforunu ilk telaffuz eden kişisiniz. Fabrika ayarlarına dönme konusunda partinizin çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz ve ne kadarlık bir zamana ihtiyacınız daha var?
En azından bu fark edildi. Genel Başkanımızın, iki ay önceydi zannedersem, il başkanları toplantısında, çok doğrudan bunu seslendirdiğini gördük. ‘Kuruluştaki temel ilkelere dönmek mecburiyetindeyiz, seçmenin bize verdiği mesaj da budur’ diye.
Bunlar parti program ve tüzüğünde yazılı olan şeylerdir. Yazılı kurallar eskiyebilir, modası geçebilir, yanlış hale gelebilir. O zaman yakışan şey ona uymamak değil, onu değiştirmektir. Oturalım, kararlaştıralım, değiştirelim, yenisini yazalım. Bu eskimiş, buna uymayalım. Herkes böyle yapmaya kalkarsa o zaman keyfilik alır başını gider. Keyfilik ise devlet idaresinde, siyasette en başa bela iştir. Yani şeytan en çok hangi argümanı kullanır derseniz, bu argümana bayılır. İster ki partiler, liderler keyfi davransınlar. Herkes o keyfi davranışları onaylasın. Çünkü onaylarsa kendisi de keyfi davranma hakkı elde edecek.
Devlet hayatında, siyaset hayatında da insanlar canının istediğini yapan, keyfine göre davranan insanlara dönüştükleri zaman artık orada parti falan kalmaz. Orası ya bir siyasi cemaat olur, ya bir siyasi şirket olur. Parti görevlileri, çalışanları ya bir cemaat liderinin müritleri gibi davranırlar ya da bir şirket elemanları gibi davranırlar. Patronun çalışanları gibi davranırlar. Siyaset gönüllülük esasına göre çalışılan bir iştir. Gönüllülük esasına göre çalışıldığı için herkesin uyması gereken kurallar vardır. Liderlerin, yardımcılarının, aşağıdaki kadroların, üyelerin, herkesin hukuku bellidir partinin programında, tüzüğünde. Herkes bu hukuka uygun davranacak.
Eğer devlet hukuk devleti, demokratik devlet olacaksa, partilerin de demokratik hukuk partileri olması lazım. Partiler kendilerini demokratikleştirmeden, kendilerini hukuka bağlı organizasyonlara dönüştürmeden devleti hukuk devletine dönüştüremezler. Kendi iç uygulamalarında kayıt dışılığı ortadan kaldırmadan devletteki, toplumdaki, ekonomideki kayıt dışılığı asla önleyemezler.
O açıdan bizim fabrika ayarları zor bir mesele değildir. Fabrika ayarları dediğimiz şey eskimiş kurallara uyalım meselesi değil. Kurallar eskidiyse değiştirelim, yenileyelim, yeni kurallar getirmek gerekiyorsa yeni kurallar getirelim meselesidir. Yoksa fiili durum yaratarak bir yere varılmaz. Sistem fiili durum yaratarak değişmez. Oturursunuz, sistem değiştirmenin usulü vardır, o usule göre değiştirirsiniz. Tartışırsınız, nasıl olacaksa yani, buna birlikte karar verirsiniz.
Sizin 'Adım Adım Siyaset' kitabınızdan genişçe bir paragraf alıntılamak isterim, Diyorsunuz ki “Cumhurbaşkanının tarafsız, partisiz ve sorumsuz olduğunu yazıyor Anayasa. Halk cumhurbaşkanına tarafsız, partisiz ve sorumsuz olacağı çerçevesinde oy veriyor. İradesini öyle yansıtıyor. Şimdi cumhurbaşkanı “Ben tarafsız değilim, partisiz de değilim, sorumsuz da değilim” diyemez. Ne de olsa Anayasa’da bunlar açıkça yer almış durumda. Ama bir cumhurbaşkanı “Ben kampanyalarda başka şey söyledim” dese Anayasa değiştirmenin yolu seçim kampanyalarında birtakım şeyler söylemek değildir. Anayasa değiştirmenin prosedürü var. O prosedürler çerçevesinde Anayasa değiştirilir”. 7 Haziran seçimlerine giderken Sayın Cumhurbaşkanı tam da aslında bu eleştirdiğiniz şeyi yaptı. 400 milletvekili istedi, nasıl bir sonuç alındığı da ortada. Bu ikisi arasında bir şekilde bağlantı kuruldu biliyorsunuz. Şu anda içinde bulunduğumuz durumu da göz önüne alarak kitabınıza bir ek yapmak isteseydiniz o bölüme, ne yazardınız?
Ben konulara ilkesel olarak bakıyorum. Fayda zarar açısından bakmıyorum.
Cumhurbaşkanı'nın meydanlara çıkması nedeniyle oyların yüzde yüzünü AK Parti alsaydı, doğru mu olacaktı? Hayır, doğru olmayacaktı. İlkesel olarak bir şey yanlışsa yanlıştır, doğruysa doğrudur.
Cumhurbaşkanının tarafsızlığına, partisizliğine, sorumsuzluğuna gölge düşürecek davranışlar yanlıştır. Bitti. Bunun kime fayda sağladığı kime zarar verdiğinden daha önemlidir bu sorunun cevabı. İlkesel bakış dediğimiz hadise budur.
Seçimlerde, “ben tarafsız olmayacağım, partisiz de olmayacağım, sorumsuz da olmayacağım” deseniz, halk yüzde yüz onaylasa bu dediklerinizi, Anayasa değişmiş olur mu? Anayasa değiştirmenin yolu bu değil ki. Anayasa değiştirmek için doğrudan bu maddelerin değişikliğini parlamentoya veya halka sunmak gerekiyor. Bunlar dolaylı yoldan değişecek şeyler değildir ya da fiili durum yaratarak değişecek şeyler değildir. Bunların hepsini tartışmak mümkün. Cumhurbaşkanı tarafsız mı olmalı, partisiz mi olmalı, sorumsuz mu olmalı? Belki tartışmanın sonucunda cumhurbaşkanı tarafsız olmamalı, taraf olmalı, partili olmalı, sorumlu olmalı diye bir sonuca da varabiliriz. Ama ne tartışacağımızı bilelim. Bunu tartışmıyoruz.
Fiili durum yaratarak başkanlığa geçilmez, yarı başkanlığa geçilmez. Bu kabul görmez toplum tarafından. Bu çok tartışma yaratır. Çok kırılmalara, çok kutuplaşmalara yol açar. Mesele budur. Bir de eğer insanlar fiili durum yaratmayı âdet haline getirirlerse, bunu herkes âdet haline getirir. Diyelim ki Güneydoğu’da bir belediye başkanı ben yüzde 95 oy aldım, seçimde de özyönetim vaadinde bulunmuştum. Şimdi de ilan ediyorum. Ne diyeceğiz buna? O fiili durumu yaratmış ve biz de onu kabul etmiş mi olacağız? Hemen Anayasa’ya ve kanuna, kanunları onun yarattığı fiili duruma uygun hâle mi getireceğiz? Olur mu böyle bir şey? Türkiye demokrasi içerisinde özerkliği, federalizmi, başkanlık sistemini, hepsini tartışabilir. Ama sonunda ya oy birliği ya oy çokluğu ile bir karar vereceğiz, ona uyacağız hepimiz.
Ankara saldırılarından sonra, yaşadığımız toplumsal travmayı nasıl atlatırız konulu bir röportaj yapmıştık Prof. Kemal Sayar ile. Siyasetçilerin üzerine düşen görev nedir, diye sormuştuk. O da bize dedi ki siyasetçiler bu kadar acı bir olaydan sonra toplum önünde bir araya gelemeyecekse, ne zaman gelecek? Bu soruyu size sormak isterim. Siyasetçiler bu kadar acı bir olaydan sonra toplum önünde bir araya gelemeyeceklerse, ne zaman gelecekler?
Herkes birtakım düşüncelerini ve duygularını böyle bir zamanda kenara koymasını bilmeli. Öfkeni, sevgini, hepsini böyle bir zamanda kontrol etmek gerekiyor. Şimdi seçimler vesilesiyle birbirine öfkelenmiş olabilir insanlar. Çok sert söylemler kullanmış olabilirler. Zaten bu kadar öfkeli olmak gerekiyor mu, bu da ayrı bir soru.
Şimdi 100’e yakın insanımızın hayatını kaybettiği büyük bir saldırıyla karşı karşıya kaldık ve toplumun moralini bozmak bu saldırıların en önemli nedenlerinden biri. Başarıyorlar da. Onların bunu başarmasına daha fazla katkı sağlayacak davranışı kimse sergilememeli. Hele hele siyasi sorumluluk sahibi, lider düzeyindeki kişiler hiç sergilememesi lazım.
Mesela Başbakan - ana muhalefet lideri görüşmesi doğru bir görüşme. Başbakan sizden destek ister, siz de bazı yanlışların ne olduğunu görürsünüz, gördüklerinizi söylersiniz. Öbürleri için de böyle. Ama öbür taraftan mesela Başbakan - Demirtaş görüşmesi de olmalıydı. Yani Demirtaş’la da görüşmek istemeliydi. Demirtaş’ın yüzüne karşı Başbakan’ın söyleyeceği şeyler olabilirdi. Nelerin kendisi tarafından yanlış görüldüğünü, onlardan ne talep ettiğini dile getirebilirdi. O da kendine göre birtakım şeyler ifade edebilirdi. Nihayetinde bu görüşmelerin olması lazımdı.
Bahçeli’nin böyle bir tavır sergilemesi, hem Başbakan’a karşı, hem de Kılıçdaroğlu ile görüşmeye karşı, ikisine karşı da böyle bir olumsuz tavır sergilemesi kabul edilebilir bir şey değil. Ama en nihayetinde bana sorarsanız bugün itibariyle bu olayların içerisinde bütün liderleri toplama imkân ve kabiliyetine sahip olan Cumhurbaşkanı vardır. Bütün liderleri belki Cumhurbaşkanı etrafında toplamalıdır. Böyle bir günde Cumhurbaşkanı ben bunları toplamam gibi bir tutum sergilemeyeceği gibi, diğerleri de ben Cumhurbaşkanı ile görüşmem gibi bir tutum da sergilememeliler. Böyle zamanlarda bu meseleler, hatta geçmişin bazı problemlerini bile böyle zamanlar aşmayı gerektirir. O açıdan siyasi arena bu olaylar sırasında çok arzu edilen tavrı sergiledi diyemeyiz.
Ankara saldırısının mesajı neydi sizce? Dış politikanı değiştir mi, Batı’dan uzaklaş mı, Batı’nın her istediğini yap mı?
Bu kimin yaptığına bağlı olarak da değişir. IŞİD merkezli mi, yoksa taşeron olarak mı kullanılmış? Yabancı istihbarat örgütleri de devreye girmiş olabilirler. Onu da tespit ettiğimizde mesaj daha da netleşmiş olur tabii ki.
Ama bütün bunlardan bağımsız olarak bölgedeki gelişmelerin Türkiye tarafından çok daha titiz, çok daha ayrıntılı bir şekilde, dikkatli bir şekilde takip edilmesi lazım. Diyelim ki Suriye’de… Suriye’de Esad'ın yalnız başına, Suriye’de bir devlet yürüten, rejimi sürdüren bir kişi olmadığı baştan beri bilinen bir şeydi. Yani İran’ı dikkate almadan, şu anda tamamen Şii yönetimine terk edilmiş olan merkezi Irak yönetimini dikkate almadan, Akdeniz’deki tek üssünün olduğu bölgeye Rusya’nın ilgisini dikkate almadan bir Suriye politikası yürütmenin imkânsız olduğunu baştan beri görüyorduk.
Türkiye, Suriye ile ilgili dönüşümün Esad üzerinden olması gerektiği fikrini savundu. Esad’ın kendisine bunlar vaktiyle ifade edildi. Suriye demokratikleşecekse sizin önderliğinizde demokratikleşsin; biz de buna yardımcı olalım, destek olalım... Ama bana sorarsanız; Avrupa’daki bazı unsurlar Suriye muhalefetini bizim de irademizin dışında, çok erken harekete geçirerek, Suriye’deki çatışmaları başlatmış oldular. Türkiye'nin sıkıntıya girmesindeki neden; Türkiye’nin Suriye politikasından daha çok, bazı Avrupa ülkelerinin Suriye muhalefetini çok erken bir şekilde tahrik edip, harekete geçirmiş olmasıdır.
Biz meseleyi bir anlamda düşünmediğimiz şekilde önümüzde bulan bir ülkeyiz ve sorunlarını da en çok yaşayan ülkelerden bir tanesiyiz. Bu açıdan politikada bütün unsurların çok dikkatli ve titiz bir şekilde ele alınması lazım. Özellikle arkasına siyasi güç, arkasına askeri güç ve ekonomik güç koyamadığınız, koyamayacağınız söylem ve hedeflerden uzak durulması lazım. Günü geldiğinde arkasına siyasi güç koyamıyorsanız, yani Birleşmiş Milletler ‘den, NATO’dan, Avrupa Birliği’nden, İslam Konferansı Teşkilatlarından karar çıkartamıyorsak; günü geldiğinde, o söyleminizin arkasına önemli bir askeri güç koymak gerektiğinde, o askeri gücü koyamıyorsanız hayal kırıklığına yol açılır. Ya da 10 milyar, 20 milyar dolar para sarf etmeniz gerekiyordur o söylem veya o hedefe varmak için. Yapamazsınız o söylemlerin hepsi havada kalır. Üstelik de güvensizlik dediğimiz en önemli soruna yol açar ki; bu bizim ne kadar titiz, ne kadar ayrıntılı, ne kadar dikkatli bir dış politika çalışması yapmamız gerektiğini bize gösteriyor.