Ali Akel: Hiçbir din adaletsizlik ve haksızlık karşısında susmayı kabul etmez

Ali Akel: Hiçbir din adaletsizlik ve haksızlık karşısında susmayı kabul etmez

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'yi Uludere katliamındaki tavrından dolayı eleştiren ve akabinde Yeni Şafak'taki köşesini kaybeden gazeteci Ali Akel Taraf'ta yazdı. "Devlet, her gün başka başka gençlerin tabutlarıyla, ama hep de aynı travmayla sadece Türk’ün ve Kürd’ün soyunu tüketmekte" diye konuşan Akel, "Hiçbir din ve ahlak öğretisi, hiçbir değer yargısı, haksızlık ve adaletsizlik karşısında susmayı kabul etmez. Aksine, aksini emreder. Kur’an-ı Kerim’de de, adaletle hükmetmeyenlerin, yakıcı bir azapla cezalandırılacağı haber verilir" dedi.

Ali Akel'in Taraf gazetesinde yer alan yazısı şöyle:

Hatırladığım kadarıyla hikaye şöyleydi:

Kasabanın içme suyuna virüs bulaşır. Suyu içenler, bir bir deli olmaya başlamıştır. Halk, suyu içenin deli olduğunun farkına varmıştır, ancak yapacak başkaca da bir şeyleri yoktur. Çaresiz suyu içmeye devam ederler... Kasabada, en son bir karı koca kalır sudan içmeyen. Çift, sokağa çıkamaz olur. Herkes aklını yitirdiğinden çifti gördükleri yerde, parmakla birbirlerine “deliye bak deliye”diye işaret ederler.

Önlerinde başka bir çare kalmamıştır çiftin. Onlar da kurtuluşu, çeşmeden birer bardak su içmekte bulurlar...

Bir haftayı aşkındır Türkiye’de olan bitenleri izliyorum. Durumumuz tam böyle olmasa da, yaşadıklarımız hikayede anlatılana epeyce benziyor, değil mi?

16 yıl boyunca, hemen her kademesinde görev aldığım Yeni Şafak gazetesiyle ilişkimiz “Özür açıklanmaz, özür dilenir!” yazısıyla, tek taraflı olarak sona erdirildi.

Doğrusu bu ya, patronların “artık beraber çalışmayacağız” tebligatını alınca, sosyal medya üzerinden yaptığım açıklamanın ötesinde bir başka açıklama yapmayı düşünmemiştim.

Televizyon ve gazetelerden gelen röportaj taleplerinin tamamını, özür dileyerek geri çevirdim. Son yazımda söylediklerimin doğruluğuna ne kadar inandıysam, bu süreçte konuşmamanın doğru olacağına da, o derece inandım.

İşime sona verilmesiyle başlayan tartışma sürecinde olay, benim olayım olmaktan çıkıp, Uludere’den düşünce özgürlüğüne, Kürt meselesinden yeni anayasaya, basın özgürlüğünden medyadaki kirlenmeye, Türkiye’nin bir dizi sorununu daha üst perdeden konuşulmasını sağladı. İktidar, medya patronları ve gazeteciler üçgeninde cereyan eden tartışmanın toplumdaki yankısı da, oldukça zengin ve heyecanlı oldu. Parmak basılması gereken birçok konu var. Bunlara, mümkün olabildiğince özetle değinip, detaylandırma hakkımı saklı tutacağım.

Yüreğinde azıcık adalet hissi taşıyan herkes, iktidarın Uludere’deki (Roboski) politik duruşunu doğru bulmadı. Niyetlerden arındırarak yapılan tartışmalara baktığımızda, Uludere için ‘adaletçığlığı’, toplumun geniş katmanlarında büyük yankı yaptı. Uzun, uzun zaman önce olması gereken de buydu.

Hiçbir din ve ahlak öğretisi, hiçbir değer yargısı, haksızlık ve adaletsizlik karşısında susmayı kabul etmez. Aksine, aksini emreder. Kur’an-ı Kerim’de de, adaletle hükmetmeyenlerin, yakıcı bir azapla cezalandırılacağı haber verilir.

Toplumun her kesiminden binlerce vatandaşın olayı sahiplenmesi, Uludere’ye adalet için imza kampanyaları başlatması, AK Parti iktidarının Uludere’de nasıl bir yanlışa düştüğünün ispatıdır.

Söz konusu yazının, Müslümanların zihinlerinde ve kalplerinde yeni bir kilometre taşı olarak algılanması da iktidartaban ikileminde, tabanın büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğunu gösterdi.

“Hükümete karşı olanların ekmeğine biz de yağ sürmeyelim” bahanesinin arkasına sığınanlar; iktidar çevrelerinde ise, “muhaliflerin değirmenine su taşımayın!” telkininde bulunanlar, tam da içinde bulundukları Müslüman camianın his ve düşüncelerini, besbelli ki yok saydılar.

25 Mayıs 2012, yani söz konusu yazının yayımlandığı gün, henüz bu olayların hiçbirisi yaşanmadan, saat 23:49’da e-mail adresime düşen bir bayan okuyucunun şu mesajı, bu çevrelere umarım bir şey anlatır: “(...)

Başbakan’ın Pakistan açıklamasını trafikte araba kullanırken dinledim, öyle kötü oldum ki arabayı kenara çektim. Bir müddet kendime gelemedim. Çoğu kez Başbakan’ın yaptığı açıklamalara çeşitli sebepler yükleyerek dua ederken, dün gece (Kandil) elim bir türlü kalkmadı...”

Hükümeti aklama refleksi ile ortaya dökülenlerin, akıllarda bıraktığı tek şey ise şu oldu: “İnsanlık tarihinde bir nefsin, izzetini bu derece ayaklar altına aldığı başka bir dönem var mı!” Yanıtı en çok merak edilen soru, işime gazete patronlarının mı yoksa hükümetin mi son verdirdiği sorusu değil, gazetecilerin yazdıklarından ötürü neden işlerine son verildiğidir.

Geldiğimiz noktada “patron” mu “iktidar” mı soruları, geçerliliğini yitirmiş sorulardır artık. Geçerliliğini yitirmiştir çünkü, Sayın Başbakan’ın, hemen her gün “yazıklar olsun” diye seslendiği, son olarak “tasmalı” yakıştırması yaptığı, her konuşmasında verip veriştirdiği, kamerayı ve mikrofonu kendisine tutanların da gazeteci olduklarını unutarak ve de onları “hiç” sayarak, “ben milletime konuşuyorum!” dediği bir iklimde, bu soruların hükmü kalmamıştır.

En kötüsü de, “Sevgili Ali” diye başlayan ve biliyoruz ki, “Sevgili Ahmet, Mehmet” diye devam edecek olan yolda, ifade özgürlüğünün”tahammül” sınırlarına iktidarca tel örgü çekilmesidir. İktidar, bununla da kalmıyor, tel örgü içine aldığı düşünceleri “bir kısım düşüncelerini beğenmesem de...” diyerek, aslında nasıl düşünmemiz gerektiğine de karar vermek istiyor.

Bir kişinin düşüncelerine katılırsınız veya katılmazsınız...

Düşüncelerine saygı duyarsınız ya da duymazsınız...

Düşünceler, “beğeniye” sunulmak için olmadığı gibi, bağımsız düşünce düzleminde kimse kendisini başkasına beğendirmek zorunda değildir.

On yıldır iktidarda olan, küresel ölçekte ‘güç’ olma yolunda ilerleyen bir ülkenin, bugün neden tökezlemeye başladığı;

Vatandaşın bugün, ‘ne oluyoruz?’ diye neden sorduğu;

‘Analar ağlamasın’ dediği halde, o anaların gözyaşlarını dindirecek uygulamaların neden hayata geçirilmediği, yanıtlanması gereken en önemli sorulardır.

Girdiği çadırda diz çökerek oturduğu iftar sofrasında, aynı mercimek çorbasına kaşık sallayan vatandaşların bugün Başbakan’a kuşkulu gözlerle bakması, günün en önemli konusudur.

Devlet, her gün başka başka gençlerin tabutlarıyla, ama hep de aynı travmayla sadece Türk’ün ve Kürd’ün soyunu tüketmekte.

Bu, ölüm ve kalım meselesidir... Bu, ‘olmak ya da olmamak’ meselesidir.

Yakıcı gerçekler üzerinde konuşmak ve yakıcı gerçekler üzerinde kafa yormak zorundayız artık...