Ali Bayramoğlu: Başbakan, Hasan Cemal'in yazısını patronun yanıtı sandı

Ali Bayramoğlu: Başbakan, Hasan Cemal'in yazısını patronun yanıtı sandı

Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, yakın dostu Hasan Cemal’in 15 yıl çalıştığı Milliyet’ten istifaya götüren sürecin perde arkasını anlattı. Bayramoğlu, “İmralı görüşmelerine ilişkin haberin yayınlanmasının ardından Başbakan Erdoğan’ı arayarak, gazetesinin yanlış yaptığını ima eden, geri adım atan ve ‘milli tavra sahip olmamız gerekir’ diyen Milliyet Gazetesi’nin patronu. Bu konuşmadan bir gün sonra Hasan Cemal’in köşesinde ‘Gazeteci gazeteciliğini, devlet adamı devlet adamlığını bilsin’ cümlesi çıkınca Başbakan bunu patronun kendisine yanıtı olarak algılıyor. Ve ‘Hem bizden özür diliyorlar hem de arkasından adamları böyle yazıyor’ sonucuna varıyor ki, hükümet Milliyet’i arayıp ‘Bu nasıl iştir?’ diye soruyor. Patron da muhtemelen zaten bir süredir yazılarıyla başını belaya soktuğunu düşündüğü Can Dündar ve Hasan Cemal’in işten çıkarılmasını istiyor” dedi.

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, Milliyet’te Hasan Cemal’in ayrılığına giden süreci, basın üstündeki baskıları, medya patronları ile iktidar arasındaki ilişkilerin yarattığı sorunları Akşam gazetesinden Şenay Yıldız’a anlattı:

 

Son birkaç yılda basında yıldız kayması süreci yaşanıyor. Nuray Mert, Mehmet Altan, Ayşenur Aslan... Şimdi de Hasan Cemal. Siz bunları aynı zincirin halkaları olarak görüyor musunuz?

Böyle baktığımız zaman “Basında her türlü muhalefetin susturulduğunu” söyleriz ki bunun tam böyle olduğu çok kolay iddia edilemez. Mevcut siyasi iktidar her siyasi iktidarın taşıdığı bazı duyguları, refleksleri taşıyor: eleştiri sevmiyor, basınla didişiyor, mümkünse baskı altına almaya çalışıyor. Ben şunu söylerim: Bu siyasi iktidarın basına ve basın özgürlüğüne bakışı sorunludur. Başbakanın basına yönelik eleştirileri sıkça orantısız bir güç üstüne dayanır. Yani ben başbakanı eleştirdiğim zaman ona bir şey olmaz ama başbakan beni eleştirdiği zaman benim özgürlük alanım daralabilir. Bunlar pek çok defa karşımıza çıktı. Başbakan Nuray Mert, Cengiz Çandar ve adını vermeden Hasan Cemal hakkında konuştu... Başbakan’ın gazetecilerin yazdıklarına doğrudan cevap veriyor olmasının yarattığı bir baskı havası var. Bunun dışında bir de alan değişimi var.

 

Ne kastediyorsunuz alan değişimiyle?

Bekir Coşkun, Emin Çölaşan gibi sadece AK Parti’ye muhalif değil aynı zamanda dünün Türkiye’sinin dilini kullanan kişiler de yerlerini başkalarına bıraktı ve Sözcü, Cumhuriyet, Aydınlık üçlüsüne gittiler. Yani hem yeni iktidarla siyasal kan davası güden, eski dönem zihniyetini temsil eden insanlar gitti hem de yeni Türkiye’nin değişimi buna paralel oldu. Bir de tabii patronlarla siyasi iktidar ilişkisi son birkaç yıldır usul değiştirmeye başladı.

 

Fabrika mantığı

  Nasıl bir usul değiştirme?

Yeni aktörler oyuna girdi. Demirörenler bunlardan biri. Gazetecilik geleneğine, gazete patronluğunun gerektirdiği deneyime de sahip değiller. Sabah gazetesi, TV 24, Star gazetesi... Patronlar yeni. Bu patronların bir kısmı daha siyasi, iktidara yakın kişilerden oluştu. Sabah Gazetesi’nde Çalıklar böyle. Ama Demirörenler bu alana girerken fabrika yönetir mantığıyla girdiler herhalde ki, çok sağlam duramıyorlar. Gazeteci ne satar? Yorum, haber ve eleştiri. Kimi eleştirir? İktidarı. Gazeteci bunu yaparken nasıl risk alıyorsa, bu ürünü satan, bundan para kazanan patronun da bu riski alması, dik durması lazım. Bu riski almadan gazete patronu olamazsın. Ama basın patronlarının çoğunluğu aynı zamanda sanayici ve iktidarla karmaşık ilişkileri var.

 

Temel mesele bu değil mi zaten? İktidarla karmaşık ilişkileri varken nasıl dik duracaklar?

Ara yol bulacaklar. İsim söylemeyeyim ama pek çok gazeteye bakın, orada muhalif yazarlar yazıyor. Yani bunu Demirörenlerden daha iyi yapanlar var. Elbette bizim öncelikli eleştirimiz siyasi iktidara olmalı, bu dili kullanmaması gerekir. Ama iktidar bu dili kullanıyor diye“Patronların duruşları doğru” diyemeyiz. Benim anladığım, bu olayda başbakanı arayarak, gazetesinin yanlış yaptığını ima eden, geri adım atan ve “Milli tavra sahip olmamız gerekir” diyen Milliyet Gazetesi’nin patronu. Bu konuşmadan bir gün sonra Hasan Cemal’in köşesinde “Gazeteci gazeteciliğini, devlet adamı devlet adamlığını bilsin” cümlesi çıkınca başbakan bunu patronun kendisine yanıtı olarak algılıyor. Ve “Hem bizden özür diliyorlar hem de arkasından adamları böyle yazıyor” sonucuna varıyor ki, hükümet Milliyet’i arayıp “Bu nasıl iştir?” diye soruyor. Patron da muhtemelen zaten bir süredir yazılarıyla başını belaya soktuğunu düşündüğü Can Dündar ve Hasan Cemal’in işten çıkarılmasını istiyor.

 

Süngü savaşları

 

Bahane mi oldu yani Başbakan Erdoğan’ın çıkışı?

Üç boyutu var: Bahane, siyasi iktidarın yarattığı hava ve patronajın kuyruk titretmesi. Türkiye başarılı bir siyasi iktidara sahip, iyi bir ekonomik istikrar da yakaladı. Demokratik alanda pek çok gelişme yaşanıyor, Kürt meselesi, devletin içindeki sivilleşme süreci bunun örnekleri. Dış politika son derece güçlü. Ülkede özgüven duygusu artmış durumda. Ama diğer taraftan bu sürecin yeni ve eski oyuncuları arasındaki iktidar kavgasıyla yürüdüğünü görüyoruz. Bu iktidar kavgalarındaki süngü savaşlarında zaman zaman çok büyük hatalar yapılıyor. İşte adliyede, Ergenekon-Balyoz davalarında gördüğümüz gibi. Ve bu hatalar ihlallere, hak gasplarına kadar varıyor. Öte yandan değişim doğal olarak iktidarın el değiştirmesi süreciyle de devreye giriyor ve bu çerçevede bir kavga yaşanıyor. Bu kavgada basın sadece bir seyirci değil taraf da oluyor. Gazetecilerin tümü değil belki, ama yayın yönetmenleri böyle. Hürriyet Gazetesi 2008’e kadar Ertuğrul Özkök yönetiminde AK Parti’nin canını istedi. Bugün Sabah Gazetesi'ne baktığınız zaman iktidara yakın duran bir yayın politikası benimseniyor, Sözcü’ye baktığımız zaman iktidarın canını alma gazeteciliği yapılıyor. Basın bu anlamda aktörleşince siyasetin basın özgürlüğünü daralttığı anlar da çoğalmaya başlıyor...

 

Her an herkesin yazılarına son verilebilir

 

Siz hükümete yakın Kanal 24’te program yapıyor, Yeni Şafak’ta yazılar yazıyorsunuz. Zaman zaman bulunduğunuz ortama ters yazılar da yazıyorsunuz. “Ya sıra bana gelirse” diye aklınıza geliyor mu?

Hasan Cemal’den dolayı özel olarak aklıma böyle bir şey gelmedi ama gelmez mi? Her an yazı yazamamanız, sansürle karşılaşmanız, oto sansüre itilmeniz gibi riskler var Türkiye gibi bir ülkede. Mesela 7 Mart krizinde “işte otonom yapı” diye cemaat-siyaset-iktidar ilişkilerini yazmasaydım, olmazdı. Sonucunda henüz kimse kellemi almadı ama itibarıma da saldırıldı, gazetem içerisinde zor durumda kalmam hedeflendi.28 Şubat’ta askerin yanında durmak çok kolaydı, ben Yeni Yüzyıl gibi bir gazetede itiraz ettim. Sonuç olarak oradan uzaklaştırıldım ve merkez medyanın dışına atıldım. Önce Star’da yazdım, şimdi Yeni Şafak’ta... Burada yazmaktan şu an çok mutluyum, özgür yazıyorum. Mesela Hasan Cemal’le ilgili bu durumu yaratanların hepsine birden “ayıp” demesem yaptığım işin bir anlamı kalmaz.

 

Yayın yönetmeni olmak istemem

 

Merak ettiğim bir konu da şu: 2009 yılında sizin Sabah’ın başına geçme ihtimaliniz konuşuldu mu hiç?

Hayır, bir internet sitesi çıkardı bunu. Benim gibi insanın yayın yönetmeni olması söz konusu değildir. Yayın yönetmeni olunca sadece kendi adınıza değil patron adına da, dengeleri dikkate alırsınız düşünürsünüz. Bu bir özgürlükler mesaisi değil; idare mesaisidir. Ama bir “güç” olmaktır aynı zamanda, ben öyle bir şeyi sevmem. Ayrıca Türkiye’de “Şu Ali Bayramoğlu denilen ne yapacağı belli olmayan adam yayın yönetmeni olsun” diye kimsenin de düşüneceğini zannetmiyorum. (Gülüyor)

 

‘Erdoğan, Öcalan’ın yaptığı konuşmaya bayılmıyordur’

 

Çözüm sürecinde ismi Akil Adamlar arasında geçen gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu Savaşın bitmesinin önemli olduğunu ve bu konuda Tayyip Erdoğan’ın tarihi bir iş yaptığını düşünüyorum. Öfkeli insanlar ne öneriyorlar? Bunu nasıl bitirmeyi düşünüyorlar? Varsa cevapları, dinleyelim. Ne sen onu yok edebiliyorsun, ne o senden istediğini alabiliyor ve arada fatura evlatlarımıza çıkıyor. Kızsak da, hazmetmesek de dinleyeceğiz. Bayılıyor mudur Tayyip Erdoğan Öcalan’ın yaptığı konuşmaya? Hiç sanmıyorum! Mutlu olmuyordur ama bunu yapması gerektiği için yapıyor” diye konuştu.

 

90’lı yıllar boyunca terörist başı/bebek katili lafı insanların adeta genetik kodlarına işlendi. Nevruz’dan sonra toplumun Öcalan’ı bir siyasi aktör olarak kabullenmesini beklemek ne kadar gerçekçi?

Psikolojik olarak zordur ama sosyolojik olarak gerçekçidir. Büyük savaşları düşünün. Birinci Dünya Savaşı’nda birbirlerinin gırtlaklarını kesmiş insanlar barış masasına oturdukları zaman toplumlar mutlu olmadı orada verilen tavizlerden. Savaşın bitmesinin önemli olduğunu ve bu konuda Tayyip Erdoğan’ın tarihi bir iş yaptığını düşünüyorum. Öfkeli insanlar ne öneriyorlar? Bunu nasıl bitirmeyi düşünüyorlar? Varsa cevapları, dinleyelim. Ne sen onu yok edebiliyorsun, ne o senden istediğini alabiliyor ve arada fatura evlatlarımıza çıkıyor. Kızsak da, hazmetmesek de dinleyeceğiz. Bayılıyor mudur Tayyip Erdoğan Öcalan’ın yaptığı konuşmaya? Hiç sanmıyorum! Mutlu olmuyordur ama bunu yapması gerektiği için yapıyor. Demokrasi böyle bir şey zaten...

 

Yeniden yanılmama

 

Öcalan’ın konuşmasındaki Misak-ı Milli yorumu son derece çarpıcı. Bugün yaşadığımız Misak-ı Milli değil. Misak-ı Milli’de Kuzey Irak da var çünkü. Böyle bir okuma yaptınız mı?

Sanmıyorum öyle mesajlar vereceğini Öcalan’ın. Konuşmasındaki önemli noktalardan bir tanesi mücadelenin bitmediği, Kürtlerin mücadelesinin sadece formunun, dilinin, aracının değiştiğidir. Yani şiddet yerine siyaset; ayrı bir yapı kurmak yerine bütünlük içerisinde varlığını sürdürmek. Mevcut yapılarla değil, modernitenin bize sunduğu ulus devlet modeli ile değil. Onun için Asur’a, Arap’a, Kürt’e, Türkmen’e, Ortadoğu’ya referans veriyor. Bu bütünlüğün politik, idari olarak yeniden tanımlanması yönünde Kürtlerin çok güçlü talebi olacaktır. Yeni anayasa nasıl yapılacak? Türkiye’nin idari yapısı değişecek mi? Yerel yönetimler âdem-i merkeziyetçi bir yapıya gittiği zaman özerklik halinde mi olacak? Bütün bu sorular Öcalan’ın altını çizdiği meseleleri içeriyor.

 

Öcalan’ın Nevruz’da verdiği mesajları ulus devletin çözülmesi veya İkinci Cumhuriyet’in başlangıcı şeklinde okuyanlar var. Siz bu yorumlara ne diyorsunuz?

Heyecanlı yazılar var, ben de heyecanlı yazdım tabi. Ama sanırım henüz bildiğimiz Cumhuriyet’in sınırları içerisinde bu sorunu çözmeye çalışıyoruz.

 

Devletin iki talebi

 

Bu mektubun ne kadar Öcalan’ın dili olduğu da tartışılıyor. Sizce bu gerçekten Öcalan’ın kaleminden çıkma bir metin mi?

Öcalan’ın onlarca kitabı var, onun kalemi olduğu anlaşılıyor. Bu adam 1970’lerde siyasal bilgiler okumuş, o dili, jargonu bilen, hapishanede okuyarak zaman geçiren bir adam. Ama elbette bu metin postaya verilip BDP’ye ulaşmadı. Bu metin MİT’ten başbakanın önüne gitti. Başbakan ve ilgililer bu metni okudular, kanaatleri varsa söyledilerse muhtemelen geri gitti. Bunları duydum da biraz...Devlet kendisinden iki şey istedi: Birincisi, daha net bir şekilde silahların bırakılmasını söylemesi; ikincisi, bütünlük meselesi. Böyle gidiş gelişler olmuştur ama bunu devletin yazdığı bir metin olarak algılamak doğru olmaz.

 

Bundan sonraki süreçte Türk ve Kürt milliyetçilikleri iyice bilenir ve kutuplaşma artabilir mi? Böyle bir endişeniz var mı?

Şimdi karşımızda iki tane model var. Bu modellerden bir tanesi Kürtlerin adım adım ayrılmaya gitmeleridir. Diğer model ise Kürtler ve Türklerin bir arada yaşamanın imkânlarını birlikte yaratmaları modelidir. Bu model -eğer yaratılabilirse- milliyetçiliklerin alan kazanacağı bir Türkiye yerine farklı bir aidiyet duygusunun gelişeceği bir Türkiye düşünüyorum. Ama yarın-öbür gün yeniden çatışma başlarsa elbette milliyetçilik duyguları artacaktır. Önümüzde çok uzun ve mayın dolu bir süreç var. Eğer bu mayınlar patlar, süreç kötüye kullanılırsa o zaman milliyetçi reaksiyonlar doğal. Yani başarısızlığın bedeli milliyetçilik olur. Başarının sonucunun ise demokrasi olduğunu düşünüyorum.

 

Ak Parti ataerkil siyaset yapıyor

 

AK Parti iktidarına ve demokratikleşme çabalarına en başından beri çok destek veren isimler arasında yer aldınız. Ancak zaman zaman kürtaj tartışması gibi, içki gibi, mahalle baskısı gibi kavramlarla çıkan tuhaf durumlar da yaşıyoruz. AK Parti’nin 10 yıllık sürecine bakınca nasıl bir tablo görüyorsunuz?

Bunların çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Bir ülkede siyasi iktidarda muhafazakârlar varsa, muhafazakârlık topluma yansır. Önemli olan bunun ölçüsüdür. Hoşumuza gitmeyen şeyler olabilir ama buradan iktidarın bir kültürel yaşam biçimi dayattığını söylemek fazla ve ileri bir şeydir. Sorunumuz bunlar değil. Sorunumuz “Türkiye bir kabuğu kırıyor ve bunu kırarken ne kadar demokrat olabilir?” meselesi.

 

Ne kadar demokratız? AK Parti’nin yaptıkları doğrudur, yapış tarzı ile ilgili sorunlar vardır. Ergenekon Davası doğru bir davadır ama bu davanın işleme biçimi, amaçları, hukukun akışı bir sorun oluşturuyorsa karşımıza değişimdeki zihniyetle ilgili sorunlar çıkıyor. Tayyip Erdoğan ya da AK Parti dediğimiz zaman benim aklıma gelen daha çok bu çelişkili tarafı.

 

Baba-çocuk ilişkisi

 

Bu problemin kaynağı ne peki?

Hürriyetimizle, siyaset algımızla, çoğulculuğu henüz bilmememizle ilgili bir sorun. AK Parti nasıl bir parti? “Ben senin için takdir eder, en iyisini yaparım ama sen benden isteme” diyen bir parti. Ben buna “ataerkil siyaset” adını veriyorum. Bu bir babanın çocuğuna davranış tarzıdır. Ama demokrasi dediğimiz şey baba-çocuk ilişkisi değil; iki insan ilişkisi ise sadece hizmet değil aynı zamanda benim adam yerine konmam, dinlenmem ve benimle konuşulması da gereklidir. Başbakan bunları eleştirdiğiniz zaman “Doğruyu yapıyorum, sen neyi eleştiriyorsun?” diyor.Türk siyasal sisteminde zihniyet olarak sadece başbakan değil hepimiz bu açıdan biraz sakatız.İkincisi cemaatçilik çok yaygın bu toplumda. İster dindar, ister laik, ister Türk, ister Kürt... Hep bir topluluğun içinde olmak istiyoruz. Ve herkes ait olduğu cemaat ya da topluluğun yaşam alanını diğerinin aleyhine büyütme peşinde koşuyor. Sonuçta bugün siyasi iktidara baktığınız zaman liyakat değil; sadakat devreye giriyor. En iyi olan yerine en sadık olana “gel” deniyor. Bu, bir cemaate ait olmak, ona güvenmek ve onun içinde dönüşmekle ilgili bir şey. Bu SHP’de de, CHP’de de vardı, AK Parti’de de var.

 

İçinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye ileri demokrasiyi gerçekleştirebilir mi? Kolay değil. Bu Türkiye’nin tarihsel dokusu ile ilgili bir sorun. Toplulukçu siyaset algısı son derece sorunlu. Liderlerin, şeflerin güçlü olduğu bir şark geleneğinin kolay dönüşmesi mümkün değil. Fakat olumlu şeyler yaşanmıyor da değil. Bana “Son on yılda Türkiye’deki en büyük değişim ne?” diye sorsanız toplumun değişimi yani İslami kesimin modernleşmesidir. İslami kesimin demokrasiyle, modern yaşam biçimiyle tanışması ve her şeyin İslami değerlere göre şekillendiği bir algıdan uzaklaşmasıdır. Bu sadece değişim değildir; aynı zamanda rasyonelleşme ve demokratikleşmedir. Tersinden baktığımız zaman laik kesimdeki en büyük değişme de demokratikleşmedir. Yani İslami kesimin varlığını kabul etmek, sindirmek, onunla bir arada yaşamanın kaçınılmazlığını görmek. Toplumda büyük bir değişim ve dönüşüm olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu soruya yanıtım: İşte kendi öykümüz içerisinde çabalıyoruz!

 

Em çok aydınlar dayak yiyor

 

Herkesin bir cemaati varsa, siz kendinizi hangi grupta görüyorsunuz?

Daha seküler grubun parçasıyım diyeyim. Ama aslında serbest radikallerdenim. Benim gibi böyle arada olan çok insan var. Meslek itibariyle de var. Yeni Şafak Gazetesi’nde yazıyorum, dindar kesimden gelmiyorum,  ama dindarların varoluş kavgasında onların içindeyim, AK Parti’nin reformcu politikalarını destekledim, ait olduğum seküler dünyanın Kemalist tutumunu her zaman çok eleştirdim. Entelektüelleri galiba biraz dışarıda tutmak gerekir…

 

Entelektüellerin durumu da çok tartışılıyor. İçinde bulunduğumuz demokrasi açısından sorunlu dönemde entelektüellerin sorumlulukları yok mu hiç? Zaten sonrasında liberallerle AK Parti arasında müthiş bir kırılma yaşandı demokratikleşme adımlarında uğradıkları hayal kırıklıkları nedeniyle…

Öyle bakmıyorum ben. Eleştiri zamanı eleştiri, destek zamanı destek. Diğer entelektüeller de öyle yapmıştır. AK Parti’ye liberal kesim büyük destek verdi, doğru yapmıştır. Çünkü AK Parti o zaman iki açıdan desteği hak ediyordu. Birincisi, seçimle gelmiş bir siyasi iktidarın var olma hakkı vardı. O siyasi iktidar asker ya da sivil çeşitli yollarla boğulmaya çalışılıyordu ve bu noktada ona destek verdi aydınlar. Ardından bu siyasi parti AB ilişkileri çerçevesinde Türkiye’deki devlet yapısını demokratikleştirmeye yönelik bir dizi reform başlattı. Kürtlerin siyasal alanının genişletilmesi, MGK’nın kaldırılması, ifade özgürlüğünün ön plana çıkarılması gibi pek çok alanda doğru işler yapan bir iktidar vardı. Ona da destek verdi entelektüeller. Ama siyasi iktidarın eğri ya da yanlış yaptığı, baskıcı bir görüntü sunduğu zamanlarda da onu eleştirdiler. Benim pozisyonum şahsen budur. AK Parti’yi halen doğru yerlerde destekler, eğri yerlerde eleştiririm. Şu soru doğru değildir; “Dün desteklediniz, bugün bakın ne oldu?” Bu niyet okumaktır, ideolojik bir tutumdur. Kimse gelecekte ne olacağını bilemez. Siyasi hayat ve demokrasi şimdiki zaman içinde vardır. Bu çağdaş demokrasinin temel ilkesidir. Şimdiki zamandan şaşmamanız gerekir. Gelecek zamana dair varsayımla siyasi tavır alınmaz. Türkiye’de en fazla itilip kakılanın, en fazla dayak yiyenin aydınlar olduğunu düşünüyorum. Üstelik aydın görünümünde bir sürü devlet memurunun ve statükocunun olduğu kanaatinde olmama rağmen… Bence aydınlar Türkiye’nin kendi tarihi ile yüzleşmesi, AK Parti gibi dini imajı olan bir siyasi partiyi asker karşısında desteklemek gibi konularda çok cesur davrandılar.