Ali Bayramoğlu*
Nisan, Türkiye için yılın en sıcak ayı olacak. Nisan ayı içinde yapılması öngörülen anayasa referandumunun mevcut siyasal ve toplumsal eğilimler dikkate alındığında ülkeye başkanlık rejimini getirmesi kuvvetli bir ihtimal.
Başkanlık sistemine geçişi içeren anayasa değişikliğinin halk oyuna sunulmasının önünde pek az engel kaldı. Gerçekleşirse bu geçiş, Türkiye’de yaşanan otoriter eğilimi kurumsallaştıracak.
Başkanlık sistemi Erdoğan’ın büyük hayali. Bu hayal bir anayasa değişikliğini, anayasa değişikliği ise meclisteki 550 milletvekilinden 367’sinin onayını gerektiriyor. Halen 317 milletvekili olan AKP’nin bu rakama ulaşması imkânsız. Bir diğer yol, anayasa değişikliğinin referandum yoluyla yapılması. Ancak bu yolun açılması için de değişiklik teklifine 330 milletvekilinin destek vermesi gerekiyor.
AKP yıllardır bunu sağlayacak bir ittifakın peşinden koşuyor. Bu şansı ilk kez, geçtiğimiz günlerde, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası MHP’yle kurduğu siyasi yakınlaşma sayesinde yakaladı. MHP siyasi hassasiyetlerinin dikkate alınması halinde başkanlık sistemini destekleyeceğini açıkladı. Bunun üzerine AKP hızla bir anayasal taslak hazırladı ve MHP’ye sundu. İki siyasi parti önümüzdeki günlerde bu taslağa birlikte son şeklini verecek.
Gerçekleştiği takdirde parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişin Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatını derinden etkileyeceğine hiç şüphe yok.
Her şeyden önce bu yolla Türk toplumunun yapısı ve siyasi geleneklerine uygun bir sistem terk edilmiş olacak.
Türk demokrasisi devletin toplum, siyasi gücün özgürlükler üzerinde hakimiyet kurduğu, yıllarca asker etkisinde kalmış, lider kültü etrafında dönen, sorunlu bir düzendir. Ancak yine de ülkenin kökü 19. yüzyıla dayanan belirli bir temsili demokrasi geçmişi var. Bunun taşıyıcısı da ilk anayasanın kabul edildiği 1876’dan bu yana parlamenter sistemdir. Ülke anayasanın askıya alındığı, parlamentonun askeri cuntalar tarafından geçici olarak feshedildiği istisnai dönemler dışında esas olarak parlamenter düzenle yönetildi. Bu tesadüfi bir durumdan çok, somut nedenleri olan bir tercihti. Osmanlı döneminde saray ile diğer toplumsal ve siyasal güçler arasındaki iktidar paylaşımının aracı bu sistem olageldi. Farklı etnik ve dini gruplardan oluşan toplumsal yapının temsili bu sistem üzerinden sağlandı. Cumhuriyet döneminde de ülkedeki seküler-dindar, Alevi–Sünni, Türk-Kürt gibi gerilim hatları arasındaki görece denge parlamenter sistem üzerinden arandı ve kısmen sağlandı.
Gelenek yerleşiktir. Nitekim daha önce, merkez sağın karizmatik liderleri Süleyman Demirel ve Turgut Özal güçlerini devam ettirebilmek için başkanlık sistemi peşinde koşsalar da ciddi bir dirençle karşılaştılar.
Bugün durum farklı. AKP ve MHP’nin toplam oyu, başkanlık sistemini referanduma götürmeye yetiyor. Erdoğan, referanduma gidecek bir taslağın her koşulda kabul edileceğini düşünüyor ve arkasındaki desteğe bakıldığında bu, pekâlâ mümkün.
Parlamenter sistemin terk edilmesinin görece çoğulcu (plüralist) bir siyasi geleneğin tarihe gömülmesi anlamına geleceği açık. Yerine görece çoğunlukçu (majoriter) bir yapı gelecek. Bu durumda, başkanlık sistemi Türkiye’nin bir süredir yaşadığı otoriterleşme sürecini daha da hızlandıracaktır. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin bir süredir mustarip olduğu üç sorun muhtemelen hızla derinleşecektir. Bunlar sırasıyla, Erdoğan’ın son yıllarına damga vuran iktidarın şahsileşmesi, siyasi güç yoğunlaşması eğilimleri ve otoriter bir demokrasi modelinin inşası arayışıdır.
AKP tarafından MHP’ye sunulan anayasa taslağı bu kuvvetli ihtimalin kanıtlarıyla dolu. Demokratik düzenlerde başkanlık sistemi temel olarak güçler ayrılığı ilkesine dayanır. AKP’nin taslağı ise başkanın simgelediği bir kuvvetler birliği fikri üzerine oturuyor. Taslakta, başkanın yüksek yargıçları ataması öngörülüyor. Buna göre Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yargıçlarının yarısını ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını başkan seçecek. Bu durum, Türkiye’nin partizan gelenekleri, yargı-siyaset ilişkilerinin çarpıklığı da dikkate alınırsa başkanın vesayeti altında bir yüksek yargı yapısının oluşturulması anlamına geliyor.
Taslak, yürütmeyi doğal olarak başkana teslim ediyor. Ne var ki taslağa göre, başkan sadece iç ve dış siyaseti yürütmek, kanunları onaylamak gibi yetkileri kullanmakla kalmayacak, süper başkanlık sistemi yetkilerine de sahip olacak. Örneğin, kanun hükmünde kararname çıkararak yasama alanına girebilecek ve gücünü kullanabilecek. Dahası parlamentoyu fesih yetkisine sahip olacak.
Başkanın yasamayı kendisine bağlı kılmasına imkân verecek en kritik husus ise Erdoğan’ın ısrarla üzerinde durduğu, hatta en önemli konu gördüğü “partili başkan” meselesi. Erdoğan başkanın, seçildiği siyasi partinin lideri olarak kalmasını arzu ediyor. Türkiye’de mevcut seçim yasasına göre seçmen geniş seçim çevrelerinde birden çok adayın olduğu listelere oy verir. Bu listeleri siyasi parti merkezi, özellikle de lideri belirler. Listeleri belirleyen parti lideri başkan, doğal olarak milletvekili grubunun siyasi patronu da olacak. Başka bir ifadeyle başkan meclisteki çoğunluğun ya da en azından en büyük parti grubunun, bir anlamda yasamanın fiili lideri haline gelecek.
Tüm bunlar, iktidar partisinin devlete hâkim olmasına giden bir yola işaret ediyor, daha doğrusu devlet-siyasi parti bütünleşmesini ima ediyor. Üstelik Türkiye bu modelin en sert halini, yasal tek parti düzenini 1935’te tecrübe etti ve bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilir.
Başkanlık sistemi önerisiyle bugün ülkenin önünde halkın onayını almayı tek meşruiyet kaynağı sayan, evrensel değerleri hafife alan, gücün tek elde toplanmasını ideal düzen kabul eden bir ufuk var. Bu ufuk, geri dönüşü olabilecek fiili bir durumdan çok, kurumsal, yeni ve kalıcı bir yapılanmaya işaret ediyor. AB ile yaşanan krizler, idam cezası tartışması, Şangay Beşlisi’ne katılma iddiaları da bundan ayrı düşünülmez.