Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, “AK Parti’yi kuranlar –iyi niyetlerine binaen- yanlış içtihatları dolayısıyla tekfir edilemezler. Ama ‘dindar görüntüleri’nin dinin kendisine verdiği zarar merkez sağ ve milliyetçi siyasetçilerin dindarlıklarından çok daha fazladır” dedi.
Ali Bulaç, bu görüşünü “Çünkü temel siyasi tercihleri ve takip ettikleri politikalar dolayısıyla dinin içini boşaltıyorlar, İslam’ın asla temel felsefi varsayımları itibariyle onaylamadığı bir iktidarın yol açtığı zulüm ve haksızlıkların İslam’a ve Müslümanlara fatura edilmesine sebep oluyorlar. Bunu samimiyetle arzu etmeseler dahi, geçmişleri ve dindar görünürlükleri dolayısıyla dindarlık üzerlerine yapışmış bulunmaktadır” sözleriyle gerekçelendirdi.
Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinin bugünkü (9 Ağustos 2014) nüshasında yayımlanan, ‘AK Parti ve İslamcılık-2’ başlıklı yazısı şöyle:
AK Parti’nin “İslamcı bir parti olmadığı, İslamcı politikalar takip etmediği ve elbette İslam ve İslamcılığın onun hata ve yanlışlarından sorumlu tutulmayacağı” hususu teslim edildikten sonra, geriye kurucu ve politikacılarının “dindar kimlikleri ve bizim mahalleye mensubiyetleri” kalır.
Tabii ki yöneticilerinin dindarlığı, bizim mahalleden olmaları önemlidir. Aramızda hak ve hukuk söz konusu, beraber çalışmışız; dostluklarımız, arkadaşlıklarımız var. Öyle de olsa “Ben hocamı severim, ama hakkı ondan daha çok severim.” ve “Hak yücedir, hiçbir şey ondan daha yüce değildir” denmiştir. Şu halde bir İslamcı hem hak adına gördüğü hata ve yanlışlıkları dile getirmeli, hem referans alınmayan İslam’ı ve İslamcılığı muhafazakâr bir partinin hatalarına ortak etmekten kaçınmalıdır. Mesele bundan ibaret de değildir. Şöyle ki;
AK Parti’yi kuranlar –iyi niyetlerine binaen- yanlış içtihatları dolayısıyla tekfir edilemezler. Ama “dindar görüntüleri”nin dinin kendisine verdiği zarar merkez sağ ve milliyetçi siyasetçilerin dindarlıklarından çok daha fazladır. Çünkü temel siyasi tercihleri ve takip ettikleri politikalar dolayısıyla dinin içini boşaltıyorlar, İslam’ın asla temel felsefi varsayımları itibariyle onaylamadığı bir iktidarın yol açtığı zulüm ve haksızlıkların İslam’a ve Müslümanlara fatura edilmesine sebep oluyorlar. Bunu samimiyetle arzu etmeseler dahi, geçmişleri ve dindar görünürlükleri dolayısıyla dindarlık üzerlerine yapışmış bulunmaktadır.
Deneysel olarak anlıyoruz ki, bu gidişle dindar siyasetçiler eliyle İslam dini protestanlaşıyor, dünyevileşip maddileşiyor. Bu İslam âleminin daha uzun yıllar Batı’nın tahakküm ve hegemonyası altında kalmasına yol açıyor. Protestanlaşma ve sekülerleşme tehlikesine 1993’lerde Bilgi ve Hikmet dergisinde etraflıca dikkat çekmiştik.
Esastan eleştirim şudur: Ortada modern ulus devletin tanımladığı bir iktidar var. Bu iktidar bize ait olamaz. İslamcılık adına siyaset yürütenler öncelikle modern iktidarı iyi tanıyıp –ezbere sloganlar değil- bunun kelam ve fıkıh zemininde kritiğini yapmaları gerekir. AK Parti’de siyaset yapanlardan bunu beklemiyoruz ama hiç değilse bunun hayati derecedeki önemine dikkat çekenlere hoşgörülü davranmaları gerekmez mi? Öyle yapmadıkları gibi “bizim dindar kimliğimiz yeterlidir” deyip onları uyaranları dışlıyor, ötekileştiriyor, dolaylı yollarla baskı altına alıyorlar.
Şu soru önemlidir: 12 yılda İslamcılığın üç hedefinden hangisine bir miktar yakınlaştık?
1) Türkiye toplumu hangi düzeylerde varlık âlemini, hayat ve dünya görüşünü, insanın anlam ve amacını İslami perspektiften anlamaya ve yorumlamaya başladı? Bu dönemde kamu kaynakları denizinde yüzen iktidar evreninde kaç entelektüel yetişti, kaç önemli eser verildi?
2) Takip edilen sosyal ve iktisat politikaları toplumu İslam’ın hedeflediği özgürlükçü, ahlaki ve adaletli hayat tarzına yaklaştırdı mı, yoksa uzaklaştırdı mı? Sosyal mobilizasyon barış ve bir arada yaşama yönünde mi, yoksa derin kutuplaşma ve çatışma yönünde mi sürüyor?
3) AK Parti iktidarı, önce bölgesel entegrasyon, arkasından İttihad-ı İslam idealine ne kadar hizmet etti? Bizi bu ideale yaklaştırdı mı, uzaklaştırdı mı? Bugün İslam dünyasının sadece yönetim kademelerinde değil, samimi entelektüelleri, kanaat önderleri ve kamuoylarında Türkiye’yi ciddiye alan bir coğrafi bölge kaldı mı?
Bize ait olmayan bir iktidar bizi kendisine benzetti, ejderhayı öldürmeye giderken ejderha olduk. Toplum çözülüyor; aile derin sarsıntı geçiriyor; eşitsiz ve adaletsiz gelir bölüşümü vicdanları yaralıyor; koruma altına alınan bir zümre magandalaşıyor, iktidardan elde ettiği gelirle görgüsüzleşiyor, yoksullara karşı duyarsızlaşıyor; toplum anlamdan ve amaçtan yoksun tüketimle tahrik ediliyor; milliyetçilikler ve mezhepçilik azdırılıyor; milyonlarca dar ve sabit gelirli kredi politikalarıyla bankalara bağımlı hale getiriliyor. Şehirlerimiz gökdelen ormanları halinde Batı’nın gecekondularına dönüşüyor; boş retoriklere rağmen Türkiye küresel güçlerin arkasında hazan yaprağı gibi sürükleniyor, sıkıştığı yerde NATO’yu imdada çağırıyor: Toplumu ahlaki ve sosyal olarak takviye etmesi gereken cemaat ve tarikatlar, sivil gruplar kamu kaynakları üzerinden devlete bağlanıyor.
Ömer Bey’e soruyorum: Bu eleştirilerin hangisi haksızca, insafsızca? Bitmedi.