İnan Ketenciler
Cem Vakfı ve Fethullah Gülen cemaatinin ortak girişimiyle temeli atılan cemevi-cami projesi ve demokratikleşme paketinde Alevi vatandaşlara yönelik adım atılması beklentisi, “cemevine ibadethane statüsü verilmesi” tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP çevrelerinde görüşleri dikkatle dinlenen ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman, Yeni Şafak'taki köşesinde cemevlerine ibadethane statüsü verilmesine karşı çıkarken İslamcı yazar Ali Bulaç Zaman gazetesindeki yazılarında bu yaklaşımı eleştiriyor.
Prof. Karaman'ın “Bir dinin iki mabedi olmaz” başlıklı yazısı 13 Eylül'de Yeni Şafak'ta yayımlandı. Karaman’ın bu yazısına cevap niteliğinde bir yazı kaleme alan Ali Bulaç, Zaman'daki köşesinde “Alevilerin cemevlerine ‘ibadethane’ statüsü vermemek, dini alanın tamamını Diyanet’e hasreden Kemalist devlete ait bir yaklaşımdır” görüşüyle Karaman’ı eleştirdi.
Ali Bulaç’ın bu yazısına 26 Eylül’de “Kafa karışıklığı mı?” başlığıyla yayımlanan yazısında cevap veren Karaman, Zaman gazetesi yazarını “kafa karışıklığıyla” itham ederek, “İslam'ın mabedi tektir ve bu mabedin adı camidir, mesciddir ve mezhebi, tarikatı ne olursa olsun bütün Müslümanlara aittir. Bunun ötesinde 'mezheplere ve tarikatlara ait' olup zikir, ayin, kültürel faaliyet, din eğitim ve öğretimi… yapılan, özel yerler elbette olabilir; bu yerlere çeşitli isimler ve statüler de verilebilir, ama 'mensupları Müslümanlar olan' bütün grupların mabedi tektir, başka mekanları bu mabedin karşısına dikmek bölücülüktür” görüşünü dile getirdi.
Karaman'ın bu yazısına cevap niteliğindeki son makalesi bugün (28 Eylül 2013) Zaman'da yayımlanan Ali Bulaç ise Yeni Şafak yazarına şu ifadelerle yanıt verdi:
“Kendini Ehl-i Kıble sayan Alevilerin bir bölümü de ‘cemevini ibadethane’ sayıyor. Bunları ve kendilerini ‘Ehl-i Kıble saymayan’ Alevileri görmezlikten gelmek veya ‘yok saymak’ ya sahiden ‘kafa karışıklığı’na işaret eder veya devletin Diyanet İşleri Başkanlığı'yla sınırlandırdığı 'din ve diyanet misyonu'nda ısrar etmek anlamına gelir. Bölgemizi ‘mezhep savaşları’ cehenneme çeviriyor. Herkesin dini, mezhebi ve ibadeti kendine!”
Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi tartışmasında Star gazetesi yazarları İbrahim Kiras ve Halime Gökçe de, köşelerinden Karaman’a destek verdi.
Karaman’ın 13 Eylül tarihinde Yeni Şafak’ta yayımlanan, “Bir dinin iki mabedi olmaz” başlıklı yazısı şöyle:
“Bu cemevi meselesi son yıllarda kamuoyunu çok meşgul etti. Başlangıçta bir kısım Alevî vatandaşlar, kendilerine göre uygun gördükleri yerlerde cemevi adıyla binalar yaptılar. Bu yapıların ibadethane (mabed) olarak kullanılacağı veya camiye alternatif olacağı konularında bir beyan yoktu. Daha önce, özellikle şehirlerde Alevîlerin ölülerinin cenaze namazları da camilerde kılınıyordu, ikinci adımda bazıları cenazelerini cemevlerinden kaldırmaya başladılar. Üçüncü adımda cemevlerinin, tıpkı camiler gibi ibadethane (mabed) olarak tanınması talebi ortaya çıktı. Bu talep henüz karşılanmadı, ama bir başlangıç yerine 'aynı mekanda bir cami, bir de cemevi yapma' uygulaması başlatıldı. Beyanlarına bakılırsa bu uygulamanın amacı bölme değil, birleştirme, çatışma değil, buluşma imiş.
Şimdi soruyorum:
Her ikisi de Müslüman olan Sünniler ile Alevîler, bütün Müslümanların ortak mabedi olan camide namazlarını kılar, cenazelerini kaldırır; samah, ayin, zikir, dînî musiki, özel sohbetler gibi yine bir kısmı ibadet sayılabilecek faaliyetlerini özel mekanlarında (tekke, dergâh, cemevi…) yaparlarsa mı birlik ve beraberlik olur; yoksa farklı dinlerin mensupları gibi ibadetlerini, farklı mabetlerde yaparlarsa mı birlik ve beraberlik olur.
Bu teşebbüsün taraflarından biri şöyle diyor:
'Devlet taraf tutarak, 'Camiden başka ibadet yeri olamaz İslam'da' gibi ipe sapa gelmez, hiç bir bilgiye dayanmayan bir düşünceyi kendisine düstur yapamaz.'
Bir kere devlet 'camiden başka ibadet yeri olmaz' demiyor, bunu diyen bir devlet temsilcisini ne gördüm, ne duydum.
Devletin ve önemli sayıda halk kitlesinin dediği şudur:
İbadet, şartları taşıyan her yerde olur. Mesela namazı dileyen camide kılar, dileyen evinde, işyerinde, tarlasında bağında, tekkesinde, dergahında, cemevinde … kılar. Ama bir dinin iki mabedi olmaz. Mabed, mezhebleri ve tarikatleri farklı da olsa bir dine mensup olan bütün müminlerin ortak ibadethanesidir. Bu ibadethane dışında kalan ve içinde bir dine mensup grupların bazı ibadetler ile ayinler vb. icra ettikleri yerlere 'mabed' denmez, 'tekke, dergâh, cemevi, dernek evi' gibi isimler verilir. Ve bu uygulama yıllardır böyle olmuştur, ipe sapa gelir, bilgiye ve geleneğe dayanmaktadır.
Ortak mabed ve özel ayin vb. yerlerin aynı mekanda da, farklı mekanlarda da olması caizdir, tarihte de olmuştur. Ama hiçbir zaman bu gruplara mahsus özel mekanlar ortak mabed olan camiye alternatif olmamıştır, onun yerine konmak istenmemiştir. Asıl ipe sapa gelmez, bilgiye dayanmaz ve birlik amacına aykırı olan talep ve uygulama, gruplara mahsus özel mekanları, mabed diyerek caiminin yerine koymak, grupları ortak mabed olan camiden uzaklaştırmaktır.
Camilerle cemevlerinin aynı mekanlarda yapılması eğer sembolik birkaç uygulama ile sınırlı olmaz da birden genelleştirilirse köprü kurmadan ırmak geçmek gibi bir risk sözkonusu olabilir. Bunu yapmak isteyenler önce, Alevîler ile Sünnîlerin din alimlerini, kanaat önderlerini bir araya getirmeli, belli bir süreç içinde önce dinamitlenen köprüleri yeniden kurmalı, fikirler ve gönüller kaynaştıktan, taraflar birbirini anladıktan, bu farklı yapıların birinin genel, diğerinin özel olduğunu kabullendikten… sonra uygulamaya devam etmelidirler.
Kimsenin niyetini okumak durumunda değilim, ama kesin kanaatim şudur ki, müminlerin mabedlerini ikilemek birleştirmeye değil, bölmeye hizmet edecektir.”
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın 21 Eylül tarihinde yayımlanan ve Karaman’a cevap niteliği taşıyan “Din ve devlet arasında cemevi” başlıklı yazısı şöyle:
“Müslümanların sorun çözme kapasitelerinin düşük olduğuna ilişkin iki örnek, gündemde yerini muhafaza eden “cemevlerine ibadethane” statüsünün verilmesi ile “anadilde eğitim” konusudur.
Ortaya çıkan sorunları “İslam’ın muteber referanslarını ve fıkıh usulünü kullanarak çözmek” üzere eğitim almayan ilahiyatçılar, İslami ilimlerin tarihi ve akademik yönteme indirgenmiş bilgi boyutlarını öğrendiklerinden can yakıcı sorunları çözemiyorlar. Böyle olunca seküler kaynaklara yönelip toplumun zihin hayatını da sekülerleştiriyorlar veya devletin resmi görüşü doğrultusunda görüş beyan ediyorlar. Cemevleri konusuna, biri aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre vücud bulmuş “insan hakları”, “din ve vicdan özgürlüğü” ile “liberal bireysel haklar” teorisi; diğeri geleneksel “İslami kaynaklar ve bundan neş’et eden kelam ve fıkıh usulü” açısından bakalım: Eğer referansınız aydınlanma ise her üç durumda cemevlerinin ibadethane olmasını talep edenleri geri çeviremezsiniz. İnsan haklarının menşei ilahi veya semavi metinler olmadığından, bazı felsefi düşüncelerin zaman içinde kabul görüp parlamentolar ve hukuk otoriteleri tarafından kodifike edilmesi sonucunda teşekkül eder. Buna göre bir Alevi “Ben ibadetimi cemevinde yaparım, ibadetimin içeriğini ve formunu ben tespit ederim.” diyorsa, hariçten kimse bunun aksini savunup başka bir ibadet şeklini ona empoze edemez. Burada rol oynayan yaygın talebin teşekkül etmesidir. “Din ve vicdan özgürlüğü” açısından da durum böyledir. “Benim vicdani kanaatim, mesela kartala kutsallık atfetmeyi gerektirir.” diyorsa bu böyledir. “Liberal bireysel haklar teorisi”nin esasını bireyin kişisel tercihleri tayin eder, birey neyi tercih etmişse onun için doğru odur. Bu bakış açısının İslami yönden kritiğini yapmamız İslami referans ve usulün farklılığını da ortaya çıkarır. Bir insan, nelere hak sahibi olup olmadığını öğrenmek ve hayatını haklar dairesinde geçirip Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak istiyorsa bu işi hümanist zeminde değil, Kur’an ve Sünnet’te arar. Allah “Hak”tır, haklar ve hakikat O’nun bu isminden neş’et etmiştir, hukuk buna uygun şekillenir. Bu çerçevede bir Müslüman, Kur’an ve Sünnet’in tarif ettiği şeklin dışında Allah’a ibadet edemez. Edecek olsa yaptığı ritüeller tabii ki “ibadet”tir ama Kur’an ve Sünnet açısından sahih ve makbul değildir. Yine de kamu otoritesi onun “ibadet” dediği ritüelleri engelleyemez, yasaklayamaz, Müslümanlar bu ibadeti bir özgürlüğün kullanımı olarak görür ve onu kendi haline bırakır. Hz. İsa’ya günü geldiğinde “teslisçi takipçileri” kastedilerek “Sen mi beni ve anamı iki ilah edinin, dedin?” diye sorulduğunda “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan sözü söylemek bana yakışmaz.” diyecektir (Maide, 116). Hıristiyanlar kilisede İsa ve Meryem’e ulûhiyet atfederek ibadet etmektedirler ki, İslam akidesi açısından bu makbul ve sahih ibadet değildir, ama tarihte Müslüman devletler bu ibadeti hukuk içine almış ve korumuştur. Bu Yahudilik, Sabiilik ve diğer din müntesiplerinin ibadeti için de öyledir. Bir Hıristiyan’ın vicdani kanaatinin teslis yönünde tecelli etmesi veya liberal teoriye göre bireysel tercihinin teslis yönünde şekillenmesi ibadeti sahih kılmaz, ama İslam kamu otoritesi onun ibadet hakkını korur.
Benzer durum Sünni, Şii, Zeydi, İbadi, Zahiri mezheplerin mescitleri dışındaki mekânlarda ibadet ettiğine inanan Ahmedi, Kadiyani, Dürzi, Bahai, Nusayri ve beş vakit namazı, Ramazan orucunu reddeden Aleviler için de geçerlidir. Onların toplandıkları yer ismi ne olursa olsun -tekke, zaviye, dergâh, cemevi vs.- onlar “ibadethane” diyorsa bizce de ibadethanedir. Aralarındaki derin farka rağmen aydınlanma ve İslam açısından meselenin çözümü bu iken, Sünniler gibi hem camiye hem cemevine devam edenlerin dışında kalan veya her ikisine giden Alevilerin cemevlerine “ibadethane” statüsü vermemek, dini alanın tamamını Diyanet’e hasreden Kemalist devlete ait bir yaklaşımdır. Devlet her konuda olduğu gibi bu konuda da sorun üretiyor, İslami açıdan basit bir sorunun çözümünü imkânsızlaştırıp çatışma potansiyelini artırıyor.
Hayrettin Karaman’ın 26 Eylül’de yayımlanan ve Ali Bulaç’a karşı cevap niteliği taşıyan “Kafa karışıklığı mı?” başlıklı yazısı:
Soru:
'Benzer durum Sünni, Şii, Zeydi, İbadi, Zahiri mezheplerin mescitleri dışındaki mekânlarda ibadet ettiğine inanan Ahmedi, Kadiyani, Dürzi, Bahai, Nusayri ve beş vakit namazı, Ramazan orucunu reddeden Aleviler için de geçerlidir. Onların toplandıkları yer ismi ne olursa olsun -tekke, zaviye, dergâh, cemevi vs.- onlar 'ibadethane' diyorsa bizce de ibadethanedir.'
Yukarıdaki sözü bir Müslüman söylerse söz doğru mudur?
Doğru değilse kafalar mı karışmıştır, yoksa kafalar karıştırılmak mı isteniyor?
İkinci sorunun birinci şıkkı doğrudur, 'kafalar karışmıştır', ikinci şıkkı niyet okumaya gireceği için evet diyemem.
Birinci soruya gelelim:
İslam'a ve Müslümanlara göre hak din ile batıl din bellidir. İster aslı sahih iken sonradan bozulmuş olsun, ister aslı da beşer tarafından uydurulmuş bulunsun batıl bir dine mensup olanların mabetleri olabilir. Bu mabetlere kendileri 'mabed, ibadethane' dedikleri gibi Müslümanlar da buralara 'ibadethane, mabet' derler, ama bir kayıt koyarak derler: 'Buralar şu batıl dinin mabedidir, ibadethanesidir' derler.
'Peki bunların yaptıkları İslam'a göre ibadet ve mekanları da İslam'a göre mabet midir' diye sorulursa Müslüman'ın vereceği cevap tektir: Bunların dinleri ve ibadetleri İslam'a göre batıl olduğu gibi mabetleri de İslam'a göre mabet (İslam mabedi) değildir. Müslümanlarla sulh içinde yaşayan batıl din mensuplarına din hürriyetinin verilmesi ve onların mabetlerinin korunması –ki İslam böyle yapar- başkadır, onlara 'hak din, hak ibadet, hak dinin mabedi' demek başkadır.
Bu ikincisi denemez.
Bugün biz Türkiye'de neyi tartışıyoruz?
Batıl dinlerin mabetlerini mi, kendilerini İslam'ın içinde gören ve kabul eden Alevîlerin mabedini mi?
Şüphe yok ki, ikincisini tartışıyoruz.
Şimdi tutup da İslam'a göre batıl olan dinler ve onların mabetleri ile Alevîlere ait olanı birbirine benzetmek, aynı kategori içine sokmak 'farklı şeyleri aynı hükme tabi kılma' yanlışına düşmek olduğu gibi samimi Alevîleri de incitecektir.
Bugün ülkemizde yaşayan, asırlardır hayatın acısını ve tatlısını paylaştığımız; eş, dost, hısım, komşu, ortak… olduğumuz Alevîler Müslümandırlar. Bunları başka (İslam'a göre batıl) bir dine mensup görmek ve göstermek haksızlıktır. Zaten kendilerine de sorulduğunda büyük kitle 'Müslüman' olduklarını, 'Allah'a, Muhammed'e, âmentüye' iman ettiklerini söylüyorlar.
İşte bu Alevîler söz konusu olduğunda onların mabedi 'İslam'da tek mabet olan camilerdir, mescidlerdir'. Onlar da bunun aksini iddia etmezler.
Geriye cemevi denilen ve son yirmi otuz yıl içinde ortaya çıkan, içinde Alevîlerin dînî ve kültürel bazı faaliyetler icra ettikleri mekanlara verilecek isim ile statü kalmaktadır.
İyi niyetlerinden şüphe ettiğimiz bazı kimseler bu mekanlara da inadına 'mabet' demek, Alevîlere camiyi kapatmak ve İslam içinden 'Sünnî ve Alevî' adlarıyla iki din çıkarmak istiyorlar.
Biz de diyoruz ki, İslam'ın mabedi tektir ve bu mabedin adı camidir, mesciddir ve mezhebi, tarikatı ne olursa olsun bütün Müslümanlara aittir. Bunun ötesinde 'mezheplere ve tarikatlara ait' olup zikir, ayin, kültürel faaliyet, din eğitim ve öğretimi… yapılan, özel yerler elbette olabilir; bu yerlere çeşitli isimler ve statüler de verilebilir, ama 'mensupları Müslümanlar olan' bütün grupların mabedi tektir, başka mekanları bu mabedin karşısına dikmek bölücülüktür.
Karaman’ın Yeni Şafak’ta “cemevine ibadethane statüsü verilmesi” tartışmalarıyla ilgili yayımlanan 2. yazısına cevap veren Ali Bulaç, “Resim net, zihin berrak” başlığıyla kaleme aldığı makalede şu ifadeleri kullandı:
Bu köşeyi yakından takip edenler yazarının kafa karışıklığına düşmemeye azami gayret gösterdiğini bilirler. “Cami-cemevi” konusunda da resim net, zihin berraktır.
Resim şöyle:
A) Ehl-i kıble adı altında toplayabileceğimiz mezhepler:
(1) Sünniliğin 4 mezhebi (Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli),
(2) Şii (Ca'feri),
(3) Zeydi,
(4) İbadi,
(5) Zahiri.
B) Çizgi dışına çıkanlar:
(1) İsmililik ve alt kolları. (Dürzilik bunun bir versiyonu sayılabilir.)
(2) Kadiyani/Ahmedi,
(3) Bahai. Bunların da alt kolları vardır.
C) İslam dairesinin dışında olanlar:
(1) Ateistler,
(2) Agnostikler,
(3) Deistler.
Dikkat edilirse Alevilik ve Nusayriliğe değinmedik. Çünkü konumuz olan Alevilik homojen-yekpare değildir.
Alevileri de üç ana gruba ayırmak mümkün:
(1) Ehl-i Kıble olanlar. Bunlar A şıkkında saydığımız Ehl-i Kıble mezhep mensupları gibi İman'ın ve İslam'ın şartlarını esas alır, beş vakit namaz kılar, camiye gider; Ramazan orucunu tutar; hacca gider, kurban keserler vs. Veya dinî vecibelerini yerine getirmeseler bile -birçok Sünni gibi- vecibeleri inkâr etmezler. Ehl-i Kıble Alevileri iki ana gruba ayırmak mümkün: (a) Beş vakit, cuma ve bayram namazlarını camide kılıp cemevine gitmeyenler, (b) Namaz ibadetini camide kılıp niyaz için cemevine gidenler. Bunlar “cemevi” istiyor. Kimine göre cemevi kent hayatının dergahı, tekke ve zaviyesi gibidir, bu açıdan Mevlevilere benzerler; kimilerine göre cemevi “niyaz yeri”dir, “ibadethane statüsü”nde olmalıdır.
(2) Kendini Ehl-i Kıble saymayan, A şıkkındaki mezhep mensupları gibi beş vakit namaz kılmayan, oruç tutmayan, hacca gitmeyen ve bunların dinî vecibe olmadıklarını savunup “benim secdem cemevindeki ritüellerdir, saz ve semahtır” deyip cemevinin “ibadethane statüsü”nde olmasını talep edenler. Esasında cemevi tartışması bu şıkta yer alanların talepleri etrafında dönüp durmaktadır.
(3) Bir de “Ali'siz Alevilik”i savunanlar veya esasında Marxist-Leninist ideolojiyi temel dünya görüşü kabul eden veya kendini gizleyen kripto kimselerdir ki, bunlar bu tartışmanın dışındadır.
Cemevi talebi Ehl-i Kıble olan Alevilerin (1/b) şıkkında yer alanlar ile 2. şıkta yer alanlardan gelmektedir. 1/b şıkkında olanlar “niyaz”ı ibadet, 2. şıkta yer alanlar ise cemevindeki ayin ve ritüelleri mezhebin, fırka veya inanç grubunun “asli ibadeti” sayarlar. 2. şıkta yer alan Alevilerin ibadetlerinin A şıkkında sayılan Ehl-i Kıble mezheplerince “sahih ibadet” olmadığı açıktır.
Şu argümanları öne sürmektedirler:
(a) Aleviler tarih boyunca köylerde cem'etmişlerdir. Büyük kentte apartmanların dar mekânlarında cem'etmek mümkün değildir, nasıl “taziye evleri”, “düğün salonları”na ihtiyaç hissedilmişse, daha kalabalık insanların cem'i için de cemevleri gerekir. Bir arada yaşıyoruz, cemevi-cami ayrılığı bir gerçektir, Sünni-Alevi farklılığı da öyledir; bunu ayrışma ve çatışma sebebi yapmayalım;
(b) Kamu bütçesini biz de finanse ediyoruz. Bütçeden din ve diyanete ayrılan bölümün sadece camilere ve Sünnilere ayrılması haksızlıktır;
(c) Birimiz, diğerinin kulluk yapmak veya kendince kutsala iştirak etmek gayesiyle toplandığı yere “ibadethane değildir” diyemez, dememelidir. Herkesin ibadeti kendine. İbadetin sahih ve makbul olması mezhep ve fırkaların doktriner yorumlarına göredir.
Biz Ehl-i Kıble mezhep mensupları bizim ibadetimizin hak, sahih ve makbul olduğuna inanır; Kur'an ve hadislerden istihraç ettiğimiz esaslara göre ibadet ederiz. Bizim için yegâne makbul ibadet yeri mescid/camidir. Ancak bizim gibi inanmayan 2. şıktaki Alevileri (aa) Kendi camimize gelmeye zorlayamayız; (bb) Benim ibadetim cemevinde olur, diyorsa “bu senin bileceğin iştir, öyledir” deriz; (cc) İhtilafı “Allah'ın son hükmü vereceği ahiret gününe bırakır”, kavga etmeden bir arada yaşamaya çalışırız. 2. şıkta yer alan Aleviler, kendilerini Ehl-i Kıble saymıyor, biz asıl onları Ehl-i Kıble sayınca güceniyor, kızıyorlar. Bir yönüyle İsmaili, Ahmedi-Kadiyani gibidirler. Bu fırkaların da ibadethaneleri vardır. Kendini Ehl-i Kıble sayan Alevilerin bir bölümü de (b şıkkı) “cemevini ibadethane” sayıyor. Bunları ve kendilerini “Ehl-i Kıble saymayan” Alevileri görmezlikten gelmek veya “yok saymak” ya sahiden “kafa karışıklığı”na işaret eder veya devletin Diyanet İşleri Başkanlığı'yla sınırlandırdığı “din ve diyanet misyonu”nda ısrar etmek anlamına gelir. Bölgemizi “mezhep savaşları” cehenneme çeviriyor. Herkesin dini, mezhebi ve ibadeti kendine!
İbrahim Kiras’ın 19 Eylül’de yayımlanan “Cemevleri ibadethane sayılırsa ne olur” başlığıyla yayımlanan yazısı:
On yıl kadar oluyor... Makedonya’da ziyaret ettiğimiz köklü bir Bektaşi dergâhının postnişini sohbet sırasında, Türkiye’nin laiklik politikalarını ve özel olarak Atatürk devrimlerini eleştiriyor ve ben -doğal olarak- şaşırıyorum. “Türkiye’deki Bektaşiler bu konuya sizin gibi bakmıyorlar” diyorum; o zaman asıl konuyu açıyor ve “tekke ve zaviyelerin kapatılması çok yanlış bir karardı” diyor.
“Niçin?” diye soruyorum. “Çünkü”, diyor, “yakın zamana kadar Hacıbektaş Dergâhı aynı zamanda bizim okulumuzdu. Benim mecburiyetten oturduğum bu postta oturacak insanlar yolumuzun inceliklerini oradaki ocakta öğrenip yetişiyorlardı. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla okulumuzu kaybettik. Artık bu manevi ocağı tüttürmeye devam edecek yeni mürşitler yetişmiyor...”
Geçenlerde değerli Alevi aydınlarımızdan Yalçın Özdemir’le sohbet ederken hatırladım bu anekdotu. Özdemir Alevi meselesinin ve özellikle bugünlerde tartışılan cem evleri meselesinin çözüm yolu olarak tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören yasanın değiştirilmesini öneriyordu. Gerek Sünni gerekse Alevi kesimden birçok başka aydın da var bu görüşü paylaşan. Kısaca özetlemeye çalışacağım bu görüşü:
Cem evleri aslında Alevi geleneğinde yeri olan kurumsal mekânlar değil. Bektaşi tekkeleri gibi kurumsal mekânların yer almadığı Alevi köylerinde cem ayinlerinin yapıldığı evler vardı geçmişte. Ama bunlar sadece cem ayinlerinin veya diğer dini etkinliklerin yapılması için inşa edilmiş veya bu işe tahsis edilmiş yapılar veya mekânlar değildi.
Cem evleri özellikle 1990’lı yıllarda büyük şehirlerde ortaya çıktı. Köylerden büyük şehirlere gerçekleşen büyük göç dalgalarının neticesinde Alevi yurttaşlarımız geleneklerini sürdürmek ve bu çerçevede cem ayinlerini gerçekleştirmek için cem evleri adı verilen mekânlar oluşturmaya başladılar.
Alevi vakıf ve dernekleri devletten cem evleri için yapılan harcamaların kamu kaynaklarından karşılanmasını ve bunun için cem evlerinin yasal statüsünün tanınmasını istediler. Bu haklı talep yasa ve mevzuat engelleri yüzünden bir türlü karşılanamadı. Bunun için devleti ve siyaseti ayıplayanlara da hak vermemek elde değil. Ama şimdilerde dile getirilen “ibadethane statüsü” talebini bu haklı taleplerle karıştırmamak lazım.
İbadethane statüsü talebi ne anlama geliyor? Anlamı çok basit: Cem evleri ibadethane olarak kabul edilirse Alevilik de ayrı bir din olarak kabul edilmiş olacak. Alevi vatandaşlarımızın çoğu bunun farkında değil. Bazı Alevi dernek ve vakıflarının bu alanda yürüttüğü mücadeleyi cem evlerinin yasal statü kazanması talepleriyle ilgili sanıyorlar.
Birtakım liberal aydınlarımız “ne var ki bunda! Adamlar kendilerini ayrı bir dinin mensubu sayıyorsa devlete düşen bunu bu şekilde kabul etmektir” diyorlar. Oysa kazın ayağı öyle değil. Bin küsur senedir İslam dini içindeki mezheplerden biri olarak kabul edilen Aleviliğin bugün “ayrı bir din” olarak tescil edilmesi yetkisini kim, nereden alabilir?
Mesele cem evleri meselesiyse bunun çözümü bir şekilde bulunur. Söz gelimi tekke ve zaviyeleri kapatan yasanın değiştirilmesi cem evlerinin yasal statü kazanması için düşünülebilecek bir çözüm yolu olabilir. Bu tartışılabilir.
Ama öncelikle Alevi vatandaşlarımızın Aleviliği ayrı bir olarak tescil ettirmeye yönelik girişimlerin farkında olmaları lazım. Devletin ve Sünni kamuoyunun da Alevilerin temsilcileri olarak birtakım şaibeli dernek ve vakıfları değil, bu inanç yolunun geleneksel dini önderleri olan dede ve babaları muhatap alması lazım.
Halime Kökçe de, 19 Eylül’de yayımlanan “Cemevi ibadethanedir’ peki Alevilik nedir?” yazısıyla cemevlerinin ibadethane sayılmaması gerektiğini savundu:
Cem Vakfı ve Fethullah Gülen Cemaatinin himayesinde temeli atılan cemevi-cami projesi, daha doğrusu bazı Alevi örgütlerin projeye sert tepkisi dolayısıyla cemevine ibadethane statüsü talebi yeniden gündeme geldi. Demokratikleşme paketinde Alevilerin taleplerine ilişkin bazı maddeler olduğuna dair bir beklenti de buna eklenince tartışma hararetlendi.
Ama bence Alevilerin son zamanlarda siyasetten beklentilerini maksimize ederek dile getirmelerinin bir sebebi de CHP’deki lider değişikliğiyle birlikte başlayan bir operasyonun fırsat doğmuşken meyvelerini toplama çabası.
Nasıl mı? Tabii ki istihbarat bilgisine sahip değilim. Buna gerek de yok. Sokak şiddetini Gezi’nin bir cüzü haline getiren unsurların sol örgütler olduğu ve Türkiye solunun yönetim katında olmasa da sokağa koşulan gençleri arasında öteden beri Alevi nüfusun hatırı sayılır bir yeri olduğu, Gezi ve devamındaki eylem zincirinde ölen gençlerin neredeyse tamamının Alevi olması, Birgün gibi kimi gazetelerde çıkan “ Ambulans çağırsak Aleviyiz diye gelmez” şeklinde verilen provokatif ve yalan haberler, “Sünni Suriyeliler kamplarda Nusayriler parklarda” gibi Türkiye devletinin Suriye’deki savaştan kaçan Nusayrileri kamplara dahi yerleştirmediğine dair yine yalan ve kötü niyetli haberler de gösteriyor ki Alevilerin sorunları hele hele son dönemlerde kesinlikle Cemevi merkezli bir gerekçeyle gündeme gelmiyor. Cemevi, meşru zemini sadece.
Suriye’deki savaş son bulmadığı ve iyi kötü istikrara kavuşmuş bir rejim ihdas edilemediği müddetçe Türkiye’de Alevi yurttaşların hassasiyetleri kaşınacak ve kimi örgütlü yapılar da bu iş için kullanılacak.
Tabii ki Suriye’de oluşacak savaş sonrası düzenin niteliği de çok önemli. Ayrıca Türkiye kendi içindeki Alevilerin çoğunluğunu hoşnut edecek bir vasat oluşturmadığı müddetçe savaş bitse de Aleviler üzerinden Türkiye kimi dışarlıklı politikaların kullanışlı hedefi olabilir.
Gelelim cami-cemevi projesi bağlamında gündeme oturan “cemevine ibadethane statüsü verilsin” talebinin mahiyetine. Söyleyeceklerim bırakalım dağınık kalsın niyetinin bir ifadesi olarak anlaşılmasın isterim.
Alevilerin ekseriyeti “cemevi ibadethanedir” düşüncesini savunuyor olabilirler. Son tahlilde inananlar için bütün yeryüzü ibadethanedir, bunlara takılmamak gerek de denilebilir.
Ancak bu iyi niyet taşlarıyla bir elli yıl sonra Aleviliği İslam dairesinden kopartacak menzile giden yolu döşüyor da olabiliriz. Çünkü bir yerin ibadethane olması siyasi pozisyonlarımıza göre karar verebileceğimiz bir şey değildir. Cemevini ayrı bir ibadethane, cem aynini de ayrı bir ibadet olarak tescil ettirmek Aleviliği dışlamaktır.,
Bunu en çok dert edecek kesim de yine Aleviler olmalıdır. Alevilikle Nusayriliğin Hz. Ali sevgisi dışında hiçbir ortak noktası olmamasına rağmen bugün mevcut politik pozisyon alışların Alevilikle Nusayriliği neredeyse birbiri yerine kullanılır hale getirmiş olması bizi yanıltmamalı.
Nusayrilik için “Arap Aleviliği” isminin kullanılması bile Nusayriliği İslam içinde görme tercihinin bir neticesidir. Nusayrilik baba Esad zamanında bilinçli bir şekilde bir İslam mezhebi olarak kanıksatılmaya çalışılmıştır. Camiye devam eden, Kuran okuyan, oruç tutan Nusayriler hiç de az değildir. Baas rejimi bu politikanın meyvelerini bugün Lübnan Hizbullahı ve İran’ı yanına alarak toplamaktadır.
Bugün cemevine ibadethane statüsü vermek yerine dergahların kapısına kilit vuran devrim kanunları revize edilerek bu sorun pekala aşılabilir.
Diyanet’te Aleviliği İslam mezhebi olarak içerecek bazı düzenlemeler yapılabilir. Alevilik bahsinin toplumsal barışa katkı sağlayacak şekilde çözümü ancak Aleviliği materyalist bakış açısının araçsal kullanımından farklı bir şekilde bir İslam yorumu olarak ele almakla mümkündür.
Bu asla asimilasyoncu bir çıkış değildir.