Ali Bulaç: İslamcı ile Nurcu arasında pratikte fark yok

Ali Bulaç: İslamcı ile Nurcu arasında pratikte fark yok

"Siyasal İslamcılar" ile taraftarlarınca Bediüzzaman (Çağın insanı) yakıştırmasının yapıldığı Said Nursi'nin başlattığı ve günümüzde de yaygın şekliyle Fethullah Gülen cemaatine atfedilen Nurculuk akımını irdeleyen Zaman yazarı Ali Bulaç, "Yaşadığımız tecrübe bize şunu gösteriyor: İslamcı/siyasal İslamcı ile sosyal İslam tarafında yer alıp siyasetten uzak duran Nurcu arasında pratikte fark yok" dedi. "İki grup da farklı gerekçe ve argümanlarla dinin toplumsal ve kamusal hayata ilişkin hükümlerini referans alıp uygulamıyorlar" diyen Bulaç, "Biri 'Bu iş siyasetle olmaz' diyor, diğeri de 'diyanet ve ritüeller'den öteye geçmiyor" ifadesini kullandı.

Bulaç'ın Zaman'da "Müslümanların zaafı!" başlığıyla yayımlanan (9 Nisan 2015) yazısı şöyle:

Hayatın tüm alanlarıyla ilgili iddia ve önerileri olan Müslümanların, hem kolayca hem biraz zorlanarak da olsa İslami değerlere göre karar verme ve icraatta bulunma imkanları varken, neden Müslümanca yaşamıyorlar?

Neden iktidar oldukları yerlerde adaleti, özgürlüğü ve ahlaki temeli olan sosyo-politik bir düzen kuramıyorlar? Bu, üzerinde derinlemesine durulması gereken temel bir konudur. Müslümanların “diyanet”e ilişkin birtakım sahih ibadetler (namaz, oruç), gösteriye dönük semboller (başörtüsü, sakal) ve İslami temeli olmayan ritüeller (kutsal geceler, Kutlu Doğum Haftası, türbe nakli vs.) dışında, sıra asıl hayatının maddi ve sosyo-politik yanına gelince “İslami hassasiyetleri” bir anda yok oluyor. Bir kapitalist gibi vahşi piyasanın kanunlarına sarılıyorlar; birbirlerine karşı ahlaksızca mücadele ediyorlar; vicdanları sızlamadan müdahil oldukları bir ülke halkını yıkıma uğratabiliyorlar! Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Nur cemaatine mensup bir zata soracak olursanız, bunun sebebi basit: “İslamcılık veya siyasal İslam” zaten böyle bir şey! Ancak bu hükümde hakkaniyete uymayan iki nokta var:

1) Eğer birileri İslamcılık adına iktidar ilişkisini düzenlemeyi yani bürokratik ve maddi kaynakların bölüşümünü üstlenmişse ve adaletsiz yönetiyorsa, bu durumda onu İslami hükümleri referans göstererek sorgulamak lazım. Bir Nurcu bunu yapmıyor, sadece bir İslamcıyı “İslamcı” iddiası ve kimliği dolayısıyla eleştiriyor.

2) Eğer siyasete yani toplumsal ve kamusal hayatın düzenlenmesi işine Müslümanlar hiç müdahil olmayacaksa, söz konusu hayati alanlar bizzarure laiklere bırakılacak demektir. O zaman sormak lazım: Laiklerin toplumsal ve kamusal alanları herkesi hak ettiği kadarıyla yönetime katacaklarına, adil davranacaklarına inanıyor musunuz?

Laiklere güvenilmeyeceğini tek parti döneminden (1923-1950) ve daha sonra Merkez Sağ ve Merkez Sol partilerin iktidarda iken uyguladıkları politikalardan biliyoruz. Bir başörtüsü yüzünden milyonlarca dindar insana kan kusturdular. Kaldı ki, dinin toplumsal ve kamusal hayatın düzenlenmesiyle ilgili hükümleri uygulanmayacaksa, bu durumda İslam’ın en esaslı iki umdesi (muamelat ve ukubat) iptal edilmiş olur ki, bu, dini dindarın eliyle laikleştirmekten başka anlam taşımaz.

Yaşadığımız tecrübe bize şunu gösteriyor: İslamcı/siyasal İslamcı ile sosyal İslam tarafında yer alıp siyasetten uzak duran Nurcu arasında pratikte fark yok. İki grup da farklı gerekçe ve argümanlarla dinin toplumsal ve kamusal hayata ilişkin hükümlerini referans alıp uygulamıyorlar: Biri “Bu iş siyasetle olmaz” diyor, diğeri de “diyanet ve ritüeller”den öteye geçmiyor. Burada iki ihtimal öne çıkıyor:

a) Hangi versiyonuyla olursa olsun Müslümanlar, dinlerinin bu dünyayı adaletle yönetecek potansiyele sahip olduğuna inanmıyorlar. Dinlerinden vazgeçmiyorlar ama iş idari, politik, iktisadi, ticari, bölgesel politikaların tespitine geldiğinde tatminkar hükümler bulamıyorlar. Eğer bu böyle ise, sosyal ve siyasal Müslümanlar bilinçaltında çoktan laikleşmişlerdir. Nitekim içlerinden bir bölümü, son iki senede patlak veren kavgadan hareketle laikliğin kurtarıcılığına göndermede bulunmaya başladılar. Bu zihni tutumda olan Müslüman’ı mazur görebileceğimiz yegane nokta var, o da birçok konuda yeterli içtihatların yapılmamış, fıkıh kitaplarının bundan 1.200 sene önce tedvin edilmiş olmasıdır. Ama problem bir “içtihat konusu” olarak da ortaya konmuyor, sorunun çözümü için sadra şifa bir gayret gösterilmiyor.

b) Aslında Müslümanlar adil olmayan bir iktidardan pek de rahatsız değiller. Adaletsizlik kendilerine uygulandığında bas bas bağırıyorlar, iktidara geldiklerinde başkalarını bas bas bağırtıyorlar. Belki bu yüzden kolayca adaletsiz, milliyetçi, devletçi, militarist, kendine sömürge arayan, gösterişe, tüketime, saray hayatına düşkün, sonradan görme, toplumsal çözülmeye, ailenin parçalanmasına, rüşvet ve yolsuzluklara, sürüp giden ahlaksızlıklara ve zulümlere duyarsız olabiliyorlar; icabına göre darbecilerle kol kola girebiliyorlar.

Bu mesele mezheplerin teşekkül ettiği İslam’ın ilk yüzyılındaki meseledir. O gün çok tartışıldı. Bugün de tartışılması gerekir.