Ali Bulaç: Ne Şii, ne Sünni devrimi olur

Ali Bulaç: Ne Şii, ne Sünni devrimi olur

Gazeteci Ali Bulaç, Irak'ta yaşananları değerlendirdiği yazısında, Saddam rejiminden kalan isimlerle işbirliği yapmanın 'Sünni devrim' olarak nitelendirilmeyeceğini belirterek, 'Bugün ne Şii devrimi olur, ne Sünni devrimi. Ne Şii, Alevi devleti kurulabilir, ne Sünni devleti' değerlendirmesinde bulundu.

Ali Bulaç'ın 16 Haziran Pazartesi günü Zaman gazetesinde çıkan 'Bir noktaya geleceğiz' yazısı şöyle

 

Bir noktaya geleceğiz

Mezhepçilik ve bunun yol açtığı mezhep çatışmaları. Belirtmek gerekir ki hakikat Allah katındadır. Yorumlarımız, tefsirlerimiz, farklı içtihatlarımızla “hak ve hakikat” üzere olduğumuzu “zannederiz”. Ama asla yüzde yüz emin olamayız. Tam emniyet küfürdür. Bizim bilgilerimiz zannidir, hakikatin ne olduğunu Allah bilir ve başka mezhep mensuplarıyla giriştiğimiz ihtilaflar konusundaki son hükmü Allah ahirette verecektir. O güne kadar biz başka bir mezhep mensubunun hak ve hukukunu ihlal edemeyiz, mezhebinden dolayı canına, malına ve namusuna zarar veremeyiz. Bugün ne Şii devrimi olur, ne Sünni devrimi. Ne Şii, Alevi devleti kurulabilir, ne Sünni devleti. IŞİD’in Müslüman bir ülkenin, Türkiye’nin çoluk çocuğuyla konsolosluk görevlerini rehin alması İslami değildir. Saddam rejimi artıklarıyla işbirliğini “Sünni devrim” diye nitelendirmek gaflettir. Bir alime mezhep temelinde ayırım yapıp İslam savaş hukukunun hiçbir kuralına uymayanları yüceltmesi yakışmaz.

 

 

 

Bir noktaya geleceğiz

 

Müslümanların durumlarının hayli iç acıtıcı olduğu ortada. Bu kaos ve cinnet halinin içinden çıkmak zorundayız.

Şu anda bu yönde yürütülecek bir cehd ve mücahededen daha zaruri cihad yoktur. İlk Müslümanları cihadlarında başarılı kılan faktör, önce “iman etmeleri ve hicret etmeleri” idi. İman onları eski batıl inanç ve düşüncelerin tümünden temizleyip kendilerini Allah’ın koruyucu rahmeti altına soktu; ontolojik, epistemolojik emniyet altına aldı. Hicret de ahlaki olarak her türlü kir ve pislikten, yalan ve tezvirden, sömürü ve haksızlıktan, zulüm ve yozlaşmadan arındırdı. Müslümanlar Mekke’den Medine’ye gitmek üzere yola düştüklerinde aynı zamanda ahlaki ve manevi büyük bir yolculuğa da çıkmışlardı ki, hicretin bu manası Allah’a ve Elçisi’ne yolculuk demektir. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim o mübarek insanlar için “Onlar iman ettiler, hicret ettiler ve cihad ettiler.” (2/Bakara, 218) buyurur. Bu maddi ve manevi arınma hicretine çıkanlara Medineliler kucak açtı (8/Enfal, 74); muhacirlere ensar oldu.

 

Dış düşmanlarımız var. Her zaman herkesin düşmanı olur. İslam’ın tam bilincinde olanlar bilirler ki asıl büyük düşman içimizde yuvalanmış bulunan şeytandır. Harici hiçbir din ve mezhep mensubu bizim “asli ve ebedi ötekimiz” değildir; asli ve ebedi ötekimiz şeytandır. O bize zaaflarımız üzerinden zarar vermektedir. Kendimizi manen ve ahlaken takviye etmedikçe dış düşman bizi zayıf yanımızdan vurmaya devam edecektir.

 

Ciddi bir özeleştiriye (muhasebe-i nefs) ihtiyacımız var. Madem ki “İyilikler Allah’tan kötülükler bizden”dir, bize musallat olan kötülükleri teşhis etmemiz lazım. Bugün İslam dünyasına musallat olan en büyük kötülükler:

 

a) Mezhepçilik ve bunun yol açtığı mezhep çatışmaları. Belirtmek gerekir ki hakikat Allah katındadır. Yorumlarımız, tefsirlerimiz, farklı içtihatlarımızla “hak ve hakikat” üzere olduğumuzu “zannederiz”. Ama asla yüzde yüz emin olamayız. Tam emniyet küfürdür. Bizim bilgilerimiz zannidir, hakikatin ne olduğunu Allah bilir ve başka mezhep mensuplarıyla giriştiğimiz ihtilaflar konusundaki son hükmü Allah ahirette verecektir. O güne kadar biz başka bir mezhep mensubunun hak ve hukukunu ihlal edemeyiz, mezhebinden dolayı canına, malına ve namusuna zarar veremeyiz. Bugün ne Şii devrimi olur, ne Sünni devrimi. Ne Şii, Alevi devleti kurulabilir, ne Sünni devleti. IŞİD’in Müslüman bir ülkenin, Türkiye’nin çoluk çocuğuyla konsolosluk görevlerini rehin alması İslami değildir. Saddam rejimi artıklarıyla işbirliğini “Sünni devrim” diye nitelendirmek gaflettir. Bir alime mezhep temelinde ayırım yapıp İslam savaş hukukunun hiçbir kuralına uymayanları yüceltmesi yakışmaz.

 

b) Etnik çatışmaların hiçbir meşruiyeti yoktur. Bu bölgede Türkler ve Araplar, Kürtler ve Farslar kardeşçe ve bir arada yaşamak zorundadırlar. Birinin diğerine en ufak bir üstünlüğü yoktur. Birinin hakkı ne ise diğerininki de o kadardır, ne bir gram eksik ne bir gram fazla. Bu hakların nasıl tanzim edilip sahiplerinin eline verileceği vicdan, akıl ve bilinç sahibi kimselerin işidir.

 

c) Tarihsel kötü mirasın etkisinde liderlik sevdasına kapılmak bölgeye felaket getirir. “Cihan iki padişaha dar gelir” felsefesi yüz binlerce Müslüman’ın nahak yere kanını akıttı. Bu cihan Allah’ın bütün kullarına yeter; elverir ki hak ve hukuka, adalet ve paylaşmaya kanaat getirelim. Osmanlı-Safevi kavgası ne Sünni-Şii kavgasıdır, ne Türk-Acem kavgası. İki Türk hanedanının iktidar kavgasıdır; bu kavgadan Sünniler ve Şiiler, Aleviler, Türkler ve Acemler teberri etmelidir. Bir ülke, bir kavim ümmetin lideri olmaz, ümmetin lideri kendisidir. “Üm” de odur, “imam” da odur!

 

d) Modern iktidarı sorgulamadan, onun nasıl gücü merkezleştirip insanları canavarlaştırdığını ciddi bir muhasebeye tabi tutmadan kullanmaya kalkıştığımızda, zayıfken Müslüman’ı tiran yapar, ümmet idealiyle yola çıkmışken imparatorluk hırsıyla saldırganlaştırır. Bu liderlik hırsının Suriye’yi ne hale getirdiği ortada.

 

Batı 700 sene mücadele etti. Din savaşlarında Kıta nüfusunun üçte biri hayatını kaybetti. İki dünya savaşında 60 milyona yakın insan öldü. Bugün bir noktaya geldi. Biz de bir noktaya geleceğiz. İslami referanslarımızı, vicdanımızı ve aklımızı kaybetmeden bunu başaracağız.