Ali Ünal: Türkiye'de İslamcılık Che Guevara'nın kötü bir taklidi

Ali Ünal: Türkiye'de İslamcılık Che Guevara'nın kötü bir taklidi

Zaman gazetesi yazarı Ali Ünal, Türkiye’de İslamcılık yazılarından kıyafetlerine kadar Che Guevara’nın kötü bir taklidi olduğunu söyleyerek “Özellikle 1980 öncesi çoğu İslâmcı gençte şahsen bir Che Guevara özentisi görüyordum. Solcu devrimcilerin karşısında İslâmcı devrimciler ve bunların en çok tenkit ettikleri de “Amerikancı İslâm, düzen Müslümanlığı” diye suçladıkları cemaatlerdi” dedi. Ünal, “1978’den itibaren İran Devrimi’ni bilfiil takip ettim. Türkiye’de İrancılığın ve İslamcılığın kök atmasında yaptığım çeviriler nedeniyle baş sorumlulardan biriyim. İran Konsolosluğu’nda memur olarak çalıştım. Mesaiden sonra kalır, 6-7 sayfalık bülten çıkarırdım. 1982’de uluslararası toplantıya katılmak için gözlemci olarak İran’a da gittim. Devrimi, İran’ın iç işleyişini iyi bilirim. Ama hamdolsun gerçeği sonradan gördüm” dedi.

Ali Ünal’ın Zaman gazetesinden Samet Altıntaş’ın sorularını yanıtladığı söyleşinin tam metni şöyle:

Başbakan, Soma ile ilgili yazınızı grup toplantısında dillendirdi. Yanlış mı anlaşıldı yazınız?

Yazdıklarım açık ve netti. Beşerî sahada da kader hükmetmez, Allah da yaratmazsa, sadece insan irade ve gücüyle hiçbir hadise olmaz. Hud Sûresi 113. âyette Cenab-ı Allah (cc), “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” buyuruyor. Abdülkadir Selvi, bir profesörün bu âyetin İslâm’ın Mekke döneminde indiği ve müşriklerle alâkalı olduğunu söylediğini iddia ediyor. Kur’ân, ‘zalimler’ diye isim değil, ‘zulüm işleyenler’ şeklinde fiil kullanıyor. Yani, meselâ Elmalılı, Zemahşerî, Beyzavî, Seyyid Kutup, Kurtubî’nin tefsirinde açıkça ifade edildiği, İranlı Tabâtabî’nin tefsirinde uzun uzun açıklandığı gibi, “Kim veya kimler hangi zulmü işler ve kim de bu zulmü işleyene, işleyenlere meyleder, zulmüne karşı çıkmazsa ona ateş dokunur.” Haydi benim yazdıklarımı çarpıtıyorlar; Kur’ân âyetlerini niye çarpıtmaya yelteniyorlar? Ben “Kur’ân bunları söylerken, benim bunları aktarmama karşı çıkıyorsanız, siz Kur’ân’ı doğru bulmuyorsunuz demektir.” diyorum, Selvi kalkıyor, “Hata Kur’ân’da diyen kafa” diye yazıyor. Yazık! Başbakan da benim yazdıklarımın tam tersini dillendirdiği gibi, hiç yazmadığım şeyleri de yazmışım gibi konuşuyor; bir de hakaret ediyor. Bir başkası, Ahmet Taşgetiren de, hadiseleri Kur’ân’a göre değerlendirmemi, Kur’ân kıssalarına atıfta bulunmamı “Kur’ân’da arkeolojik kazı yapma” olarak tenkit ediyor. Yani Taşgetiren’e göre, Kur’ân ve ondaki kıssalar, sadece birer arkeolojik malzeme. İktidarın hatalarını savunacağız, doğrulardan kaçacağız diye yazıp söylediklerinin nereye vardığının farkında değiller.

Ortada hep bir çarpıtma var yani?

17 Aralık’tan bu yana, o kadar yalan söylüyor, yazıyor ve iftira ediyorlar ki! Sâd Sûresi’nde İblis’in Cenab-ı Allah’a şöyle dediği ifade buyrulur: “İzzetin hakkı için, onların hepsini mutlaka azdırıp saptıracağım; ancak Sen’in ihlâsa erdirilmiş has kulların müstesna.” Büyük müfessir Fahreddin er-Razî, bu âyetin tefsirinde şöyle yazar: İblis, herkesi yoldan çıkaramayacağını bildiğinden, sözünde, yemininde yalancı çıkmamak için “ancak Sen’in ihlâsa erdirilmiş has kulların müstesna” diye istisnada bulundu. Yalan, İblis’in bile ar duyduğu bir şeydir. Dolayısıyla bir Müslüman, nasıl yalana yeltenebilir? Öyleyse İblis bile, 17 Aralık’tan bu yana bunca yalan söylenmesinden utanıyor olmalı.

Peki, her doğal afet, günahlardan mı mütevellit?

Kur’ân’da ‘Başına her ne kötülük gelirse nefsindendir. ‘Allah, insanlara zulmetmez, ancak insanlar kendilerine zulmederler.’ buyrulur. Günah derken yalnız dine muhalefeti anlamamak lâzım. Allah’ın hayat kanunları için koyduğu ve ilimlerin konusu olan düsturlara uyup uymama da önemlidir. Yani, sebepler planında gerekeni yapıp yapmama, alınması gereken tedbirleri alıp almama gibi. Soma faciasının kurbanları hakkında kesinlikle hak etmişlerdir diyemeyiz. Tam tersine, böyle umuma gelen musibetlerde Allah zalim ve mazlum ayrımı yapmaz. İmtihan, bunu gerektirir. Böyle musibetlerde vefat eden mazlumlar şehit, telef olan malları sadaka hükmündedir. Başbakan, bu dönemde Hz. Bediüzzaman’ı çok sahiplendi. Onun verdiği iki ölçüyü aktarayım: “Görevli, sorumlu ise kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen, o memlekete, o bîçare ahâliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur.” “Umumî musibet, çoğunluğun hatasından ileri gelmesi cihetiyle, insanların çoğu, o zâlim şahısların hareketlerine fiilen veya kabullenerek veya katılarak taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, umumî musibete sebebiyet verir.”

17 Aralık sonrası iktidar aleyhine yazılarınız daha görünür oldu. Ama siz daha evvelinde de AKP’yi eleştiriyordunuz. Neydi karşıt tavrınızın altında yatan sebep?

Bazı AKP’li oldukları anlaşılan okuyucular, “12 yıldır AKP’yi eleştirmiyordunuz da, niye şimdi eleştiriyorsunuz?” diyorlar. 2002-2010 arası AKP ile 2010-2014 arası AKP bir defa aynı AKP değil. İkinci olarak, 12 yıldır AKP’nin yanlış bulduğum bütün icraatlarını eleştirdim ve hiçbir zaman da AKP övgüsü yapmadım. Açıkça da yazdım. İki sebeple baştan beri AKP iktidarına mesafeli oldum ve 2011 seçimine kadar 2 seçimde rey vermedim. Birinci sebep: Gömlek değiştirme iddiasıyla ortaya çıkan AKP’nin bunu ispatlamak için İslâm konusunda önceki sağ iktidarlara göre çok daha tavizkâr davranacağı endişesi taşıdım ve endişelerimde hep haklı çıktım. 1950’den bu yana hiçbir iktidar döneminde AKP iktidarları döneminde olduğu kadar ahlâkî ve manevî yozlaşma yaşanmadı. İkinci sebep: ABD’nin BOP veya GOP planıyla İslâm dünyasının üzerine geldiği bir zamanda Türkiye’de AKP iktidarının ABD’nin bu planı için bulunmaz bir imkân olacağı endişesi taşıdım. Bu endişemde de haklı çıktım. Başbakan, bazen “Almışlar ellerine bir kâğıt, bir kalem. Neymiş, ABD’nin BOP planı varmış, biz de buna dahilmişiz diye iddia ediyorlar. Bunu iddia eden, âdi müfteridir.” diyor; ama grup konuşmasında, seçim mitinginde, televizyon röportajında, “Biz ABD’nin BOP planının eşbaşkanıyız; bu planda vazifemiz var!” diye ilan ediyor. Bu plan, İslâm dünyasını daha da bölme ve İslâm’ı Protestanlaştırma planıdır.

Siz böyle diyorsunuz da, bazıları bu dönemde dindarlaşmanın arttığından söz etti hep…

Kaç tane yazım olmuştur, dindarlaşmıyoruz, tam tersine, dindarlar yozlaşıyor, dünyevîleşiyor diye. Hattâ bir defasında “Türkiye’de halkın yüzde 80’i cuma namazı kılıyor.” dendi. Mümkün değil. Cuma erkeklere farzdır; nüfusumuzun yarısı kadın!. “Erkeklerin yüzde 80’i” dediler. “Katiyen doğru değil. Bunun için ankete falan da gerek yok. Cuma, camide kılınır. Bir cuma namazı sırası en dindar denilen bir muhite gidin, bir camidekileri sayın, bir de dışarıdaki erkekleri!” Bundan basit ve kesin anket olmaz. Türkiye, son 12 yılda katiyen dindarlaşmadı. Tam tersi oldu ve oluyor.

İktidar partisinin de kökeni olan İslâmcılık da din bir muhalefet ideolojisi midir?

İslâmcılık, İslâm devleti kurma tezini işlemiştir. AKP de köken olarak aynı anlayışın zemininde yetişti. Bu tavır, dini değil, siyaseti ve devleti ele geçirmeyi esas alır; devlet ele geçirilince mesele âdeta hallolmuştur. Oysa Kur’an, meseleyi öncelikle bir iç değişim meselesi olarak takdim buyurur. “Bir millet kendi içini değiştirmedikçe Allah da durumlarını değiştirmez.” Hadis-i şerif de açıktır: “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” Mesele siyaset temelinde ele alınınca elbette din siyasete alet ve bir muhalefet ideolojisi haline getirilmiş olur. İslâmcılığın bir diğer argümanı da Türkiye’nin darü’l-harp veya darü’d-ridde olduğudur. O halde İslâmcı harp edecektir Türkiye’yi yeniden darü’l-İslâm yapmak için. Türkiye’de İslamcılık yazılarından kıyafetlerine kadar Che Guevara’nın kötü bir taklidi. Özellikle 1980 öncesi çoğu İslâmcı gençte şahsen bir Che Guevara özentisi görüyordum. Solcu devrimcilerin karşısında İslâmcı devrimciler ve bunların en çok tenkit ettikleri de “Amerikancı İslâm, düzen Müslümanlığı” diye suçladıkları cemaatlerdi. Bugün de aynısını yapmıyorlar mı? İslâm adına hiçbir sağlam, belli ve aktif çizgileri olmadığı için yargılamaları hep muhalefet üzerinden. “ABD’ye, İsrail’e, Rusya’ya düşman mısın, değil misin?” İslâm, kendine has müspet değerler üzerine oturur. Müslüman, davranışlarını İslâm’a göre ayarlar ve değerlendirir; yoksa karşısına düşmanlar alarak, bu düşmanlar üzerinden kendini tarif etmez. Bu menfî tavırdır, tahripçiliktir, süflî bir düşüncedir. İslâm adına yapılması gerekeni yapamama, müspet ve inşaî davranamama acziyetinin yansımasıdır.

İslâmcı ideolojideki sertlik de buradan mı kaynaklanıyor?

İdeolojiler genellikle serttir. Din, ideoloji, özellikle siyaset ideolojisi, bilhassa da muhalif siyasî ideoloji haline getirilince din adına sertlik, hattâ anarşi ve terör kendiliğinden gelir. Tarihte bunu en fazla Şiîlik ve Haricîlik temsil eder. Birbirine teoride zıt gibi olsa da, davranışta aynıdırlar. İkisi de Sünnî çoğunluğa karşı ve muhalif oldukları için bütün mücadelelerini Sünnî çoğunluğa karşı vermiş, meselâ İslâm’ın yayılmasına hiç hizmet etmemişlerdir. Şiîlik, varlığını fiziken de sürdürüyor. Haricîlik, tarihte kalmış gibi ise de, fikriyat ve tavır olarak denebilir ki, İslâmcılıkla dirilmiştir. İslâmcılık, pek çok açıdan neo-Haricîlik’tir.

Şia, tarihte hep Müslüman çoğunluk ile uğraşmış. Türkiye’deki uzantıları da bugün aynı metodolojiyi mi izliyor?

Daha da öte… Sonradan Şiî olanlar daha da sert.

İran’a vukufiyetiniz nereden geliyor?

İran demeyeyim de benim kadar Şiîliği tanıyan yoktur. 1978’den itibaren İran Devrimi’ni bilfiil takip ettim. Türkiye’de İrancılığın ve İslamcılığın kök atmasında yaptığım çeviriler nedeniyle baş sorumlulardan biriyim. İran Konsolosluğu’nda memur olarak çalıştım. Mesaiden sonra kalır, 6-7 sayfalık bülten çıkarırdım. 1000 tane abonemiz vardı o zaman. Konsolosluğa gelen İngilizce gazeteleri günü gününe takip ederdim. 1982’de uluslararası toplantıya katılmak için gözlemci olarak İran’a da gittim. Devrimi, İran’ın iç işleyişini iyi bilirim. Ama hamdolsun gerçeği sonradan gördüm.

Sizce Türkiye’de gerçekten bir İran tehlikesi var mı; yoksa bu bir paranoya mı?

Çok ciddi olarak var. Maalesef, 17 Aralık’tan sonra deşifre edilen Tevhid-Selâm örgütüyle ilgili savcılık iddialarına ve internete düşen tapelere baktığımızda bunu rahatlıkla görürüz. Sadece şunu söyleyeyim: Söz konusu tapelerden, 2012 ve 2013 sonunda Kuzey Irak’a gitmek isteyen Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Irak Başbakanı Nuri el-Malikî tarafından reddedilmesi üzerine gidemeyip, sonra meselenin nasıl çözüldüğü takip edildiğinde hem bu tehlikenin boyutlarını hem de dış politikamızın nasıl sürüm sürüm olduğunu görürüz. İktidar hep köpürtüyor. MİT müsteşarı hakkında iki Amerikan gazetesinde tenkitler çıkınca günlerce ABD ve İsrail’den bağımsız Mısır ve Suriye politikalarımız yüzünden bu tenkitlerin yapıldığı köpürtüldü durdu. Oysa, Mısır ve Suriye ile geldiğimiz nokta her şeyi ortaya koyuyor. Bölgede de, dünyada da en sözü geçmez ülke haline geldik. PKK önünde bile diz çöktüğümüz yazılıp çiziliyor.

Bu sürecin ve Hizmet’in geleceğiyle ilgili öngörünüz nedir?

Hendek Savaşı’nda ve Hudeybiye’de sahabe-i kiram, en kötü şekilde sıkıştırıldı. Onlar için samimiyet, teslimiyet, sebat ve sadakat imtihanıydı bunlar. Cenab-ı Allah, onların kalbindeki takvayı, sonuna kadar sebat azmini, samimiyet ve sadakati gördü. İmtihanı başarıyla verdiler ve Allah, Hendek’te onları melekler, fırtınalar, kasırgalar, kum ordularıyla düşmanı perişan ederek, Hudeybiye’de karşı tarafın kalbine korku salarak galip getirdi. Hizmet Hareketi şimdi aynı imtihanı yaşıyor. Bütün mesele aynen Sahabe gibi samimiyet, teslimiyet, sebat ve sadakat imtihanını kazanıp kazanamamada.

 

Twitter kullanmıyorum girersem çıkamam!

 

Bir gününüz nasıl geçiyor?  

Her Müslüman gibi sabah namazıyla günüm başlıyor. Çalışmalarımı yapıyorum, bugünlerde evde. İtimat ettiğim için Zaman ve Bugün’ü takip ediyorum. Türkçe mealin dışında 17 Aralık’ı anlatan bir kitap çalışmam var. Haziran sonu gibi çıkar inşaallah. Onun dışında akşamları biraz okuyorum, bir de zihnimi dinlendirmek için bir iki diziye bakıyorum.

Hangi dizileri izliyorsunuz?

Nostalji damarımdan dolayı Seksenler’i izliyorum. Ben 80’leri askerde, İran Konsolosluğu’nda ve İnsan Yayınları’nda yaşadım. Hatıralarım canlanıyor. Birol Güven, halkın tabiatını biliyor. Ama halkımızın iyi kötü bir dinî yaşayışı vardı. Onları da ilave etse daha güzel olur. Sadece bayram namazlarını işliyor.

Adınıza bir Twitter adresi var…

Benim değil hiçbiri. Ben bilerek Twitter kullanmıyorum. Çünkü haksızlığa gelemiyorum, girersem çıkamam.

İngiliz filolojisi mezunusunuz. İngiliz edebiyatı ile aranız nasıl?

Unuttum çoğunu maalesef. 1977’de Erzurum İngiliz Filolojisi’nden birincilikle mezun oldum. Dolayısıyla İngiliz ve Amerikan edebiyatını iyi bilirdim. Bir akşamda bir roman bitirdiğim olurdu. Türkçe romanlar ve romancılar beni sarmadı. Batı’da roman güçlü. Bizde şiir güçlüydü.

Kimleri okursunuz?

Tekke edebiyatı önceliğim. Hocaefendi olmasa adını duymayacağımız Alvarlı Efe’nin Divan’ı, Aziz Mahmud Hüdaî ve Niyazi-î Mısrî’nin divanları. Necip Fazıl, şiirde muazzamdır; Bir Adam Yaratmak’ta Shakespeare’den kesinlikle geri değildir. Bilhassa Bülbül ve Leyla’da Mehmet Akif, Kendi Gök Kubbemiz’de, zor anlaşılsa da Eski Şiirin Rüzgârıyla’da Yahya Kemal. Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt ve Sezai Karakoç. İsmet Özel’in şiirlerinden ziyade, nesrini severim. Risalelerin üslûbuna bayılırım. Fethullah Gülen Hocaefendi, nesirde de, şiirde de güçlüdür. Elmalılı Hamdi Yazır, müfessir ve fakih olduğu kadar dil üstadıdır. Hikâyede Ömer Seyfeddin’i ve Refik Halit Karay’ı severim.

Sporla alakanız var mı?

Amatör olarak 42 yaşıma kadar top oynadım. Çocukluğumda çok yoğun olarak futbolla ilgiliydim. Dayımlardan dolayı da Galatasaray’ı tutardım. Babam 1 lira harçlık verirdi. Hafta başında 25 kuruşa Cumhuriyet ve 50 kuruşa da Fotospor alırdım. Cumhuriyet almamın nedeni de 2. Lig maçlarını kadrosuyla birlikte vermesiydi. Çok ciddi hastalığım vardı. Basketbol, boks ve güreşi takip ederdim. Elhamdülillah bugün o hastalık yok; ama kim kazandı kim kaybetti bakıyorum. Bir futbol yorumcusu kadar yorumlayabilirim. Hatta gazetede bile yazabilirim.

Ne tür müzik dinlersiniz?

Güzel ilâhilerle birlikte, modern sanat müziği ile bazı parçalarıyla halk müziği dinlediğim olur. Ali Ekber Çiçek hoşuma gider. Barış Manço, Zeki Müren, tercihlerim arasındadır. Gerçi Hz. Üstad, yetimâne hüzün veren müzikleri men ediyor ama insan olarak bazen teselli arıyorsunuz. O teselliyi de bazen bazı şarkılar, türküler ve ilahilerde, bir de şiirde aradığım oluyor.