Almanya Federal Cumhuriyeti, 26 Eylül’de yeni bir federal seçime hazırlanıyor. Dört yılda bir yapılan seçimler son zamanlarda “Angela Merkel’in koalisyon partnerleri”ni belirleme yarışı haline gelse de, bu sefer ortada çok farklı bir senaryo var. 22 Kasım 2005’te Hıristiyan Birlik Partisi (CDU) ile iktidara gelen Merkel, 16 yıldır bu koltukta oturuyor. Doğu ve Batı Almanya 1990’da, Berlin Duvarı yıkıldıktan iki sene sonra birleşti. Yani Almanya, birleşmesinden sonraki dönemin çoğunluğunda Merkel’in yönetimindeydi. Merkel ve duvarın yıkılmasının ötesinde, CDU son 72 yılın 52’sinde Almanya’nın federal hükümetini yönetti.
Bu sefer CDU ve Bavyeralı kardeş partisi CSU, seçime Armin Laschet’le girecek. Anketlere göre, Almanya tarihine tuğrasını vuran liderler arasına giren Merkel’in varisi olarak gördüğü Laschet favori değil. Almanya, Merkel dümeni devrederken artık Avrupa’nın en güçlü ekonomisi, kimine göre Avrupa Birliği’nin ‘de-facto lideri’ konumunda. Bu dosyada, T24’ün de Berlin’den takip edeceği Almanya federal seçimlerini birkaç başlıkta inceleyeceğiz.
Almanlar, 26 Eylül’de federal parlamentonun alt meclisi olan Bundestag’da yer alacak kişileri, dolaylı olarak da yeni hükümeti seçecek. Seçimleri kazanan parti seçim gecesi belli olsa da, birinci partinin hükümet kurabilmek için parlamentoda mutlak/salt çoğunluğa ulaşması gerekiyor. Yani hükümet seçim gecesi değil, koalisyon görüşmelerinden sonra resmen belli oluyor.
Alman seçmenlerin elinde 26 Eylül’de iki pusula olacak. Bir pusulada yaşadıkları bölgeden seçtikleri bir adaya, ikincisinde ise tercih ettikleri partiye oy verecekler. En az 598 sandalyeden oluşan Bundestag’ın yüzde 50’sini doğrudan bölgelerden seçilen temsilciler, yüzde 50’sini ise partiler aldıkları oy oranına göre belirliyor.
Genellikle en çok sandalyeye sahip koalisyon partisinin adayı, başbakan seçiliyor. Ancak koalisyon görüşmelerinde bakanlık rolleri paylaşılabilir. Hükümet kurulduğunda yeni seçilmiş parlamento, başbakan için oylama yapıyor. Koalisyon salt çoğunluğa sahip olduğu için, büyük ortağın adayı oy çoğunluğuyla başbakan oluyor.
Önceki başlıklarda Bundestag’ın sayısının minimum 598 olabileceğini vurguladığımız dikkatinizi çekmiştir. Bundestag’daki üye sayısı genelde bununla sınırlı kalmıyor. Örneğin şu anda Bundestag’da 709 sandalye var. Bunun nedeni Almanya’nın parlamento formülasyonunda kullandığı denge sistemi. Sistem, bölge adayları oylarıyla Bundestag’a girenlerle partilerin gerçek oy oranlarını dengelemeye çalışıyor.
Farazi bir örnek vermek, bu sistemi daha anlaşılır kılabilir. Öncelikle seçmenin sandıkta iki oy kullanacağını hatırlayalım. Önceki başlıklarda da değindiğimiz gibi. 1. pusula, halkın direkt olarak bölgelerinden ismen oy verdikleri milletvekili adayları. Bu oylar, direkt parti oranlarına etki etmiyor, sadece o 299 bölgeden gösterilen adaylardan hangilerinin Bundestag’a gireceğini belirliyor. İkinci pusulada seçmen direkt partiye oy veriyor, partilerin oy oranlarını sadece bu pusulalar belirliyor, birinci oyun hükümeti kimin kuracağını belirlemede direkt bir rolü yok. Yani seçmen bölge milletvekilini seçerken başka bir partinin adayının fikirlerini beğenip ona oy verip, genelde direkt olarak desteklediği partiye oy verebilir. 2. pusula, hükümeti kimin kuracağını belirleyen oy, dolayısıyla sistem 2. oyu daha önemli sayıyor.
Denge sistemi, birinci oyun hükümet belirlemede belirleyici rol oynamasını engelleyen araç. Diyelim ki A partisi birinci pusulaya ayrılan 299 sandalye için 60 ismi Bundestag’a soktu. Direkt parti oylarının sayıldığı 2. pusulada ise A Partisi, 50 milletvekili sokacak kadar oy oranına sahip. Yani yeni dönemde A Partisi’nin Bundestag’da 110 koltuğu olacak. Sistemin karmaşıklığı burada devreye giriyor. Sisteme göre 2. oy daha önemli demiştik; bu sonuca göre parti, 1. pusulada gerçek oy oranının üzerinde oy aldı. Dolayısıyla Alman seçim sistemine göre A Partisi’nin parlamentoda hak ettiğinden 10 sandalye fazlası var. Bunun nedeni Bundestag aritmetiğini 2., yani partiye verilen oyların oranının belirliyor olması. Aritmetiğin sağlanması için A Partisi’nin elinden kazandığı “fazla” sandalyeler alınmıyor; bunun yerine parlamentodaki tüm partilere oy oranlarına tekabül edecek şekilde ek kontenjan sağlanıyor. A Partisi’nin aldığı 10 fazla koltuk cebinde; B Partisi’nin de onun yarısı kadar oy aldığını varsayalım. Sistem, B Partisi’ne de A Partisi uyumsuz oy aldığı için 5 sandalye daha veriyor. Bu hesap, tüm partiler için teker teker yapılıyor. Yani tüm partiler, 2. pusulalardaki oylarıyla orantılı olarak sandalye artırıyor.
Almanya’nın faşist geçmişinin yarattığı travma, seçim ve yönetim sisteminde böyle fren ve denge mekanizmalarının bulunmasına sebep oluyor. Öyle ki parlamento üyeleri, ülkenin Nazi yönetiminde yaşadıkları ve yaşattıklarını hiç unutmasın diye parlamento binasının duvarlarına 1945’te Hitler rejimine son vermek üzere giren SSCB askerlerinin kazıdığı Rusça yazıların üzeri hiç kapatılmamış. Ayrıca, Bundestag binasında, Adolf Hitler ve diğer NSDAP üyelerinin posta kutuları hâlâ duruyor.
Bundestag’a girmek için herhangi bir partinin ikinci pusuladan yüzde 5 oy alması gerekiyor. Bu baraj, küçük ve radikal partilerin Bundestag’a girmesini önlemek için bulunuyor.
Armin Laschet/ Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU ve CSU)
Merkel, emekli olacağını açıkladığı zaman aklına gelen ilk varis Laschet değil, partinin Merkel sonrası ilk genel başkanı olan Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer’dı. Kramp-Karrenbauer, 2020’nin başında aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisine karşı belirsiz bir tutum izlemekle eleştirildikten sonra parti liderliğinden istifa etmiş ve başbakanlığa aday olmayacağını açıklamıştı.
Laschet, bu sene yapılan seçimle CDU Genel Başkanı seçildi ve partinin 26 Eylül seçimleri için adayı oldu. Parti içindeki seçimlerde Merkel’in de kendisini desteklediği biliniyordu. Laschet, birçok kişiye göre Merkel’in çizgisini sürdürecek kişi olarak görülüyor.
Armin Laschet mevcut olarak Almanya’nın en yüksek nüfuslu eyaleti Kuzey-Ren Vestfalya’nın başbakanlığını yapıyor. Lise yıllarında CDU’ya üye olan Laschet, 1998 yılında Avrupa Parlamentosu’na seçilerek 1999-2005 yılları arasında Strasbourg’da görev yaptı.
Laschet’in dış politikada yumuşak bir tutum izleme ihtimali ülke içinde bazı kesimleri endişelendiriyor. Politico’ya göre bazı kesimler, Laschet’e Rußlandversteher (Almanca: Rus sempatizanı) lakabını taktı. Sağcı siyasetçiler genelde bu terimi Putin Rusyası’na karşı yumuşak tutum izleyenlere takıyor. CDU lideri 2019 yılında, “SSCB varken bile Doğu ile Batı arasında diyalog mümkündüyse, bugün de aynısını yapabilmeliyiz. Dünyadaki birçok soruna karşı Rusya’ya ihtiyacımız var” demişti. Laschet’in, ticari endişelerle Çin’e karşı da yumuşak bir tutum izleyebileceği konuşuluyor.
Laschet de tıpkı selefi Merkel gibi Türkiye’nin AB üyeliğine şüpheci yaklaşıyor, ancak geçmiş hükümetler döneminde verilen sözler sebebiyle müzakerelerin sürmesi gerektiğine inanıyor. Laschet, Türkiye’yle yakın diyalogdan yana olduğunu belirtiyor. BBC Türkçe’nin aktardığına göre Türkiye'de hukuk devleti ve demokrasi alanında yaşanan sorunlar nedeniyle, AB’ye üye adaylığı sürecine son verilmesi çağrılarına katılmayan Laschet, bu tavrın, tam tersine Erdoğan'ı güçlendireceği yorumunda bulunmuştu.
Laschet’i ele alırken, T24 yazarı Fulya Canşen’in 17 Ocak tarihindeki yazısında yaptığı şu değerlendirmeye de kulak vermek önemli:
“Laschet, Kuzey Ren Vestfalya'nın Aile ve Entegrasyon Bakanı oldu. Armin Laschet bu nedenle, özellikle de aşırı sağcılar tarafından ‘Türk Laschet’ ya da ‘Türklerin Armin’i’ olarak anılıyor. Bu tanım Laschet’in pek hoşuna gitmese de Almanya’da yaşayan göçmenler, özellikle Türkiyeliler siyasetçiye sempati ile bakıyor. Ayrıca Laschet’in 2017’den beri başbakanlığını yaptığı eyalet Kuzey Ren Vestfalya, en fazla Türkiye kökenli göçmen nüfusu barındırıyor. Laschet’in parti lideri olarak seçilmesi, az ya da çok Merkel çizgisini devam ettirecek ve daha önce seçim kazanmış olması, ayrıca Avrupa Parlamentosu’ndaki tecrübesi nedeni ile sürpriz olmadı.”
Alman basını, Laschet’i muhafazakâr-liberal bir siyasetçi olarak nitelendiriyor.
Olaf Scholz/ Sosyal Demokrat Parti (SPD)
SPD, Olaf Scholz’u seçimden bir yıldan uzun süre önce aday gösterdi. Bu sefer CDU’nun tahtını sarsmayı uman SPD’nin bu kadar erken bir tarihte adayını açıklaması birçok kişiyi şaşırtmıştı. SPD’nin, açıklamadan birkaç ay önce SPD genel başkanlığı için yapılan seçimde yenilmiş Scholz’u aday göstermesi insanları daha da şaşırtmıştı. Mevcut anketlere baktığımızda, SPD’nin oynadığı kumarı kazanmış olabileceğini görüyoruz.
Scholz mevcut durumda Almanya’nın Finans Bakanı olarak görev yapıyor. Koronavirüs pandemisinde birçok ülke ekonomik olarak zor bir süreçten geçerken, Almanya’nın diğer güçlü ülkelere göre daha az sarsıntı yaşaması onu daha popüler hale getirdi. Alman kamu yayıncısı Deutsche Welle de bu değerlendirmede bulunuyor; Scholz’un kriz sırasında milyarlarca Euro acil durum fonu sağlayarak ülkenin ekonomisinin ve vatandaşların ayakta kalmasını sağlamasının onu “parlattığını” belirtiyor.
Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise Scholz’un imajının Wirecard skandalında zarar gördüğünü söylemek mümkün. Scholz'un bakanlığına rapor veren Federal Mali Denetleme Kurumu (BaFin), 2020'de kayıp olan 1,9 milyar Euro’yu fark etmemişti.
Bazı kesimler tarafından “sıkıcı bir bürokrat” olarak görülse de, Scholz siyaset merdivenlerini başarılı bir şekilde tırmandı, sırasıyla SPD Genel Sekreteri, Hamburg Belediye Başkanı ve eyalet İçişleri Bakanı olarak görev yaptı. Şimdi Finans Bakanlığı’nın yanında Başbakan Yardımcısı olarak da sıkça göz önünde olan bir rolde.
Aslen bir avukat olan Scholz, SPD’ye 1975 yılında, tıpkı Laschet gibi bir lise öğrencisiyken katıldı. Scholz, seçimler yaklaşırken DW’ye yaptığı açıklamalarda Almanya’nın Rusya’ya karşı yeni bir politika üretmesi gerektiğini söylerken Kırım’ın ilhakının da büyük bir problem olduğunu vurguladı. Rusya’ya karşı CDU’ya kıyasla daha sert bir politika izleyebileceğinin sinyallerini veren Scholz, bu görüşlerinin, seçilmesi durumunda Putin’le görüşmeyeceği anlamına gelmediğini ifade etti.
Afganistan’dan gelecek yeni bir sığınmacı dalgasıyla ilgili de yorumlarda bulunan Scholz, Almanya’nın daha fazla sığınmacı almak yerine sığınmacıların ilk vardıkları ülkelere yardım sağlama olasılığı üzerinde durması gerektiğini düşünüyor.Scholz, Sosyal Demokrat Parti’nin muhafazakâr kanadında yer alan bir isim olarak görülüyor.
Annalena Baerbock/ Yeşiller (Grüne)
Yeşil Parti’nin başbakan adayı, 2018’den beri Robert Habeck ile birlikte partinin Eş Genel Başkanlığı’nı yürüten Annelena Baerbock oldu. Baerbock, adaylığı açıklanırken hedeflerinin “Almanya için yeni bir çadır parti haline gelmek” olduğunu söylemişti.
Daha önce hiçbir resmi makamda göre yapmamış Baerbock’un aday gösterilmesiyle Yeşiller anketlerde büyük bir yükseliş yakaladı. Parti, herkesi şaşırtarak Nisan 2021’de bazı anketlerde 1. sırada yer aldı. Ancak daha sonra rakipleri Baerbock üzerindeki baskıyı artırdı.
Baerbock, CV’sinde bazı detaylar hakkında yalan söylemekle, büyük bir Noel ikramiyesi alıp vergisini ödemekte gecikmekle, yeni kitabının bazı bölümlerinde intihal yapmakla suçlandı; daha sonra da kendisi bir söyleşide siyahlar için ırkçı bir kelime kullandı. Baerbock hepsi için sonra özür dilese de, Yeşiller anketlerde eriyerek 3.’lüğe düştü.
1980 doğumlu olan Baerbock, parti içinde bile sadece kendi bölgesinde tanınan bir siyasetçiyken, Yeşiller’in 2018 Berlin Konferansı’nda parladı ve partinin yıldızlarından biri haline geldi.
Beklendiği üzere, Almanya’da iklim krizi konusunda en kapsamlı programa Yeşiller sahip. Baerbock, Almanya'nın, mevcut hedef olan 2038’den çok daha önce kömür kullanımına son vermesini istiyor. Yeşiller lideri, sıkça iklim kriziyle mücadele edecek bilgiye sahip bir lider olduğunu vurguluyor.
Baerbock, ağustos ayında, 60. yılını dolduran Türkiye’den göçün Almanya tarihinin başarı hikâyelerinden biri olduğunu vurgulayarak müfredata dahil edilmesini talep etmişti.
Gazete Duvar’dan Ayşegül Karakülhancı’ya yaptığı açıklamalarda Baerbock, "Türkiye'de demokrasi ve hukukun üstünlüğü, eşitlik ve insan hakları için mücadele eden herkesin yanındayız" demiş ve Türkiye’deki durumun kendileri için çok önemli olduğunu dile getirmişti.
Seçimlerde öne çıkan partiler Sadece CDU, SPD ve Yeşiller değil. Bu üç parti, anketlerin tepesinde yer alıyor ve başbakan neredeyse yüzde 100 bir netlikte bu üç partinin adayından biri olacak. Ancak diğer partiler koalisyon konusunda çok önemli roller oynayacak. Koalisyonları ve bu üç partinin takipçisi olan AfD’yi ayrı başlıklarda ele alacağız.
Anketlerde ağustos sonu itibariyle SPD öne geçti ve mevcut durumda farkı giderek açıyor.
Politico’nun tüm büyük anketlerden topladığı verilerden aldığı ortalamaya göre oyların yüzde 25’ini SPD, 21’ini CDU/CSU, 16’sını Yeşiller, 12’sini Hür Demokratik Parti (FDP), 11’ini AfD, 6’sını Sol Parti (Die Linke) ve 3’ünü bağımsızlar alacak.
Bu anketlerde aşırı sağcı AfD’nin 2017’deki dramatik yükselişinden sonra oy kaybı yaşadığını görüyoruz. 2017’de neredeyse 8 puan yükselerek yüzde 12,6’yı yakalayan AfD’nin, yeni seçimlerde bu oranın altında kalacağı öngörülüyor. Bu AfD’yi ilk üçün dışına itecek.
Anketlere göre CDU’da da çok ciddi bir erime var. Muhafazakâr parti geçen sene bu zamanlarda yapılan anketlerde yüzde 36 civarı oy alıyordu. Şimdi ise partinin oylarının neredeyse yarı yarıya erdiğini gözleniyor. Anketlerde CDU’nun, nisan ortasında Laschet adaylığını açıkladıktan sonra da erimeye devam ettiğini, yaz aylarında geçtiği yükselişi ise ülkede yaşanan sellerin ardından sürdüremediğini, uzun süredir görülen en düşük oy oranına gerilediğini görüyoruz. Merkelli CDU, geçen seçimde yüzde 41,5 oy almıştı.
Sosyal Demokrat Parti SPD ise ilginç bir örnek. Geride bıraktığımız yılda genelde anketlerde yüzde 15-16 sularında seyreden SPD, sellerden sonra 2017’deki oy oranına ulaştı. Bu oran Martin Schulz’un yakaladığı yüzde 25,7 bandına yakın. Ancak mevcut anketlere göre bu oranı korumak, SPD’ye birinci parti olmak için fazlasıyla yetecek. SPD’nin sellerden sonra ciddi bir çıkış yakaladığı gözleniyor.
Yeşiller, Baerbock’un adaylığının açıklanmasından sonra mayıs ayında anketlerde birinci partiydi. Partinin anketlerde yüzde 26 ile zirve yaptığını, Baerbock’un adının karıştığı skandallar ve muıhatap olduğu iddialardan sonra başlayan ve hâlâ devam eden erimeyle yüzde 16’ya gerilediğini görüyoruz. Bu sonuç bile 2017’de yüzde 8,4 alan Yeşiller’in oyunu iki katından fazlasına çıkarması anlamına gelecek.
Almanya siyasetinin en can alıcı noktalarından biri koalisyonlar. Bunun nedeninden söz etmiştik. Bir partinin hükümet kurabilmesi için parlamentoda salt çoğunluğa ihtiyacı var. Partiler tek başlarına bu banda ulaşamadığı için koalisyon kurmak durumunda kalıyor. Bunu daha önce bahsettiğimiz fren - denge sistemine bir örnek olarak gösterebiliriz; tek bir partinin hükümet üzerinde mutlak güce sahip olma ihtimali ciddi anlamda kısılıyor.
Almanya kulislerinde 26 Eylül sonrası için SPD ve Yeşiller’in koalisyon kurma konusunda anlaştığı ifade ediliyor. Ancak mevcut anketlerden yola çıkarsak bu iki partinin yüzde 42’de kalacağını görüyoruz. Partiler hükümet kurabilmek için bir veya daha fazla koalisyon ortağına ihtiyaç duyacak.
Koalisyon görüşmelerinde sıkça ikinci partiye bakanlık veya bakanlıklar verildiğini de görebiliyoruz. Scholz’un SPD’li olmasına rağmen halen Finans Bakanı olması buna bir örnek.
Bu koalisyon sistemi, Alman siyasetinde ilginç hamlelere de sebep olabiliyor. Örneğin 2017 seçimlerinden sonra CDU/CSU ve SPD ilk başta koalisyon kurmak istememişti. Bunun gerekçesi fikir ayrılıklarından çok aşırı sağcı AfD’nin ana muhalefet partisi haline gelmesini önlemekti. SPD iktidar bloğuna katılmazsa, muhalefette çoğunluk üçüncü parti olan AfD’de değil, Sosyal Demokratlar’da olacaktı. Lakin CDU/CSU diğer partilerle koalisyon girişimlerinden sonuç alamayınca SPD ile koalisyon kurdu.
Almanya’da koalisyonlara çeşitli isimler de veriliyor. Bunun en çok duyulan örneği ‘Büyük Koalisyon.’ Almanya’nın en büyük iki partisi kabul edilen CDU ve SPD’nin kurduğu koalisyonlara ‘Büyük Koalisyon’ deniyor. Parti renklerinden dolayı CDU, FDP ve Yeşiller’in kurabileceği olası bir koalisyona ‘Jamaika Koalisyonu’ deniyor. Çünkü partilerin ana renkleri ile Jamaika bayrağının renkleri aynı.
SPD, FDF ve Yeşiller’in kuracağı bir koalisyona ise yine parti renkleri sebebiyle ‘Trafik Lambası Koalisyonu’ deniyor. Anketlere baktığımızda 26 Eylül’den sonra ‘Trafik Lambası Koalisyonu’nun kurulması olası gözüküyor. Bu koalisyon isimlerinin birçok farklı örneği de bulunuyor; ‘Kırmızı-Kırmızı-Yeşil Koalisyon’, ‘Sosyal-liberal Koalisyon’, vs...
Almanya’da yeni gelen hükümetin belki de en büyük dezavantajı Merkel döneminden sonra görev yapacak ilk hükümet olması. Bir sonraki başbakan hep, Almanya’nın yakın tarihine damgasını vurmuş olan Merkel’le kıyaslanacak.
Batı demokrasilerinde bir liderin 16 sene görev yapması sık görülen bir şey değil. Birçok ülkede dönem limitleri daha sıkı veya halk oyunu daha sık değiştirmeye daha açık. Merkel ise özellikle genç neslin hatırladığı tek Alman lider durumunda.
Merkel döneminde Almanya ekonomik olarak çok ciddi bir büyüme yaşadı ve Avrupa kıtasında Britanya ile Fransa’nın önünde daha baskın bir ülke haline geldi. Merkel mütevazı kişiliğine rağmen bir kesim tarafından ikonlaştı, ‘Almanya’nın Muttisi’ (Almanca: Annecik) oldu. 2016’da Trump ABD seçimlerini kazandıktan sonra, bazı insanlar hayali “Özgür Dünyanın Lideri’ titrinin artık ona ait olduğunu bile savundu.
Ancak Merkel’in bıraktığı miras tamamıyla pozitif olmayacak. Uzun süredir Almanya’da gazetecilik yapan Fulya Canşen bu dosya için yaptığı değerlendirmede, “Başbakan Angela Merkel dış politika açısından bir enkaz da bırakıyor. Afganistan’da olanlar bunu çok açık gösteriyor.” dedi.
“Askerlerini ve sivilleri tahliye ederken bile ABD’ye bağımlı olduğunu gören Almanya, Amerika’nın Afganistan’dan çıkardığı Afganları Ramstein üssünde ağırlamak zorunda kaldı” diyen Canşen, Türkiye’yle ilgili boyut ve Afganistan’dan çekilirken alınan kararlarla ilgili olarak da şunları söyledi:
“Mültecilere ne olacak sorusu da, Türkiye ile Afganları içeren yeni bir anlaşma yapma konusu da açık. AB Türkiye konusunda ikiye bölünmüş durumda. Merkel, Türkiye’yi de AB’nin çöp ve mülteci deposundan ibaret bir ülke haline getirip uzaklaştırmayı başardı ama AB’nin hala yasal yükümlülükleri var. 16 yıl boyunca Afganistan’ın kendi savaşı, dolayısıyla kendi sorunu olmadığını düşünen Merkel, Taliban’ın devirdiği hükümetin temellerinin Bonn’da atılmış olduğunu da unutmuş görünüyor. Merkel’in Almanya First pragmatizminin uzun vadede oluşturduğu zararları önümüzdeki yıllarda, sadece Almanya değil bütün AB’nde birden fazla kez göreceğimiz açık.”
Soli Özel de konuk olduğu bir T24 yayınında, “16 yıl boyunca yönetti, görevi büyük bir saygınlıkla devredecek ama Merkel’in 2015’teki göçmen kararı dışında cesur bir karar verdiğine de çok rastlamış değiliz. Daha eyyamcı, Almanya’nın ekonomik çıkarlarını her şeyin önüne koyan bir siyaset izlemişti” değerlendirmesini yapmıştı
Aşırı sağcı AfD anketlere baktığınızda başbakan çıkarmaya çok uzak bir parti gibi duruyor. Durum böyleyken neden bu partinin neredeyse SPD ve CDU kadar konuşulduğunu düşünüyor olabilirsiniz.
Alternative für Deutschland, yani Almanya için Alternatif partisi 2017 seçimlerinin de en konuşulan partilerinden biriydi. Aşırı sağcı parti kan kaybediyor gibi görünse de, radikal görüşlü parti yüzde 10’un üzerindeki oyunu kemikleştirmiş gibi gözüküyor.
Yabancı düşmanlığı, İslam karşıtı söylemler, saf milliyetçilik, AB düşmanlığı ve anti feminizm; bunlar AfD’nin imzaları haline geldi. Milliyetçilik Avrupa’nın doğusunda, özellikle Türkiye’yi de içine katabileceğimiz Balkan ülkeleri arasında hâlâ ana akım bir siyasi görüş olarak kabul edilse de, Batı Avrupa’da bu partilerin ciddi anlamda endişe uyandırdığını söylemek mümkün. Özellikle Almanya’da böyle bir partinin ani bir yükseliş yakalaması, birçok medya kuruluşu tarafından AfD’nin görüşlerinin NSDAP, veya daha yaygın adıyla Nazi Partisi’yle kıyaslanmasına sebep olmuştu. Partinin eski yöneticilerinden Björn Höcke, Holokost / Soykırım Anıtı’nı kast ederek, “Almanlar, başkentinin kalbine utanç anıtı diken tek insanlardır” demişti. Partinin İslam karşıtı pankartları, Almanya’da çok büyük tartışmalara sebep olmuştu.
AfD’nin bu seçim döneminde en dikkat çekici taraflarından biri sosyal medyadaki etkinliği oldu. DW’ye göre AfD’nin adaylarından Alice Weidel, 12 Haziran-15 Ağustos arasında sosyal medyadaki en başarılı aday oldu. Weidel’in videoları farklı platformlarda 4,9 milyon defa izlendi. Bu süreçte yaptığı paylaşımlar diğer adaylardan çok daha fazla beğeni ve paylaşma sayısı topladı. AfD’nin sadece 32 bin kadar üyesi bulunuyor.
AfD, 2021 liste başı adayları olarak Bundestag üyeleri Alice Weidel ve Tino Chrupalla’yı seçti. İki isim de göç karşıtı söylemleriyle öne çıkıyor. Weidel ve Chrupalla’nın ön seçimleri kazanması, AfD’nin ılımlı kanadının kaybettiği, radikal sağcıların kazandığı yorumuna sebep olmuştu. Chrupalla, DW’nin seçim röportajları serisinde Afgan sığınmacıların geri gönderilmesi gerektiğini ifade edip, “Almanya, sınırlarını gerekirse silah zoruyla da korumalı” demişti.
CDU’nun da SPD’nin de kazanması durumunda AfD ile koalisyon kurmayacağına kesin gözüyle bakabiliriz. AfD’nin birinci parti olarak koalisyonu kendi belirleyecek duruma gelmeyeceği de anketlerde açıkça görülüyor. Partinin ana hedefi, parlamentoda varlığını sürdürüp, aşırı sağcı popüler söylemlerini gündemde tutmak ve aslında parti ilk ortaya çıktığında aşırı radikal bulunan bazı söylemleri “normalleştirmeye” çalışmak.
AfD’nin destekçilerinin bir bölümü, 2017 seçimlerinden önce toplum içinde aşırı sağcı partiyi desteklemekten çekindiklerini belirtiyordu. AfD o dönem, destekçilerinden kendilerine oy vereceklerine dair videolar çekip sosyal medyadan yayınlamalarını istemişti. Bu, AfD’nin izlediği stratejiyi anlamak için iyi bir örnek. Parti, ana akımlaşmak, radikal görüşlere sahip olmayı normalleştirmek, hiç olmazsa yaygınlaştırmak istiyor. Dört sene boyunca ana muhalefet titrini taşımanın popülistlere ne getirdiğini sandık gösterecek.