(Taraf - 6 Mart 2012)
28 Şubat adlı gayrı meşru çocuğun doğumuna ebelik eden eski merkez medyanın, doğumun 15. yılında sergilediği “abartılı 28 Şubat karşıtlığı” üzerinde durmak gerekiyor. Önceki performanslarla kıyas kabul etmeyecek bu yılki medya yoğunluğunu, “yuvarlak rakamlı yıldönümü” (15. yıl) gerekçesiyle açıklayamayız... Öyle olsaydı, “daha yuvarlak” olan 2007’de (10. yıl), üstelik hadise daha da tazeyken medyada bir “demokrasi fırtınası”nın esmesi beklenirdi.
2007’de tabii ki öyle olmadı, çünkü Türkiye o sırada Cumhuriyet mitinglerine ve 27 Nisan muhtırasına doğru gidiyordu ve merkez medya bütün enerjisini yeni bir 28 Şubat için harcıyordu. Girin bakın arşivlere, orada bugünkü “28 Şubat antipatisi”nin zerresini bile bulamayacaksınız.
Peki, bu 28 Şubat’ta neden böyle oldu? Merkez medyayı yöneten meslektaşlarımızın kafasına saksı mı düştü ki birdenbire demokrasi havarisi kesildiler?
Bence bu tavır değişikliği başlıca iki nedene dayanıyor: a) 28 Şubat darbesinin nihayet soruşturulmaya başlaması ve b) patronların, “anti 28 Şubat”çılığı hükümete yanaşmada faydalı bir enstrüman olarak kullanma arzuları...
Yani şöyle: 15 yıl önceki performanslarından dolayı yargılanma ihtimalinden ürken gazetecilerle, onların patronlarının hükümete yanaşma arzuları bir noktada buluştu ve darbenin 15. yılında ortaya bir “28 Şubat’ı lanetleme” yayıncılığı çıkıverdi.
Birinci nedenle ilgili fazla söze gerek yok. Susup susup tam şimdi darbe karşıtı kesilenlerin adlarının önüne herkes uygun gördüğü sıfatı ekleyebilir; ben şahsen imtina ediyorum.
İkinci nedene gelince...
Bana öyle geliyor ki, büyük ticari çıkarları gereği bir süredir hükümetle aralarını düzeltmek isteyen eski merkez medyanın patronları 28 Şubat’ın 15. yılını “sadakat” mesajı için ideal bir araç olarak kullanmaya karar verdiler ve kullandılar. Bence, günlerdir gazetelerde okuyup televizyonlarda izlediğimiz 28 Şubat karşıtlığı da işte bu mesajın ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değil...
Bir editoryal tavrın ardındaki temel sâiklerden birinin, patronların doğrudan ticari çıkarları olduğunu imâ eden bu tesbite itiraz edebilirsiniz... Yine bu izahı, gazetelere yön verme mevkiindeki gazetecilere yapılmış bir haksızlık olarak görebilir; onların, kritik anlarda patronun ticari çıkarlarının doğrudan uzantısı olan editoryal tercihler yapabildikleri iddiasını “aşırı” bulabilirsiniz.
Ben de zaten bu yazıyı, bizim medyacılığımızda “patrona karşı editoryal bağımsızlık” prensibinin sadece laftan ibaret olduğunu, patronların acil ticari çıkarlarına aykırı bir “editoryal bağımsızlık”ın söz konusu bile olamayacağını anlatmak, bunun en tipik örneklerini hatırlatmak için kaleme alıyorum.
Bu örneklerle sizi ikna edebilirsem, bugünlerdeki “28 Şubat coşkusu”nun da patronların ticari kaygılarının doğrudan uzantısı olan bir “editoryal tercih” olabileceği hususunda kafanızı karıştırabilirim diye umuyorum.
Yazının bundan sonrasında, “O kadar da olamaz, gazete yöneticileri böyle bir şeye direnirler”diye düşünenleri bu düşüncelerinden vazgeçirecek, hiç değilse onları konu üzerinde bir daha düşünmeye sevk edecek iki örnek üzerinde duracak; ardından, bu tahkimattan da güç alarak merkez medyanın 28 Şubat’taki aykırı yayıncılığının arkasındaki temel sâiklerden birinin “hükümete sadakat” mesajı vermek isteyen patronların doğrudan ticari çıkarları olduğu iddiama geri döneceğim.
Sözünü ettiğim örneklerden birinde bankası iflasın eşiğine gelen bir medya patronunun gazetelerinin, öbüründe de devlet ihalelerine girmesi tehlikeye girmiş bir medya patronunun gazetelerinin“editoryal tercihleri” ele alınacak...
“Ne gazeteciliği kardeşim, dükkân açtık para kazanıyoruz”
Birinci örneğimiz, medya patronlarının 2000’lerin başındaki “banka hortumlamaları”döneminden...
Biliyorsunuz, o dönemde her medya grubunun bankası ya da bankaları vardı ve medya patronları düşük faizle bankalarına çektikleri paraları keyiflerince kullanıyorlardı... 1990’lar bittiğinde deniz bitmiş, bu bankaların tümünün içi boşaltılmıştı...
Büyük krizle birlikte, içleri boşaltılmış bu bankalara el koyma sürece başladı; Hürriyet grubundan sonra Türkiye’nin en büyük ikinci medya grubunu oluşturan Sabah grubunun bankası Etibank’a da 27 Ekim 2000’de el kondu.
El konmadan çok önce bankanın “bir deri bir kemik” kaldığını bizzat Sabah gazetesinin yöneticileri çok iyi biliyorlardı. Dolayısıyla, patronun değil toplumun çıkarlarını öne çıkaran bir gazetecilik, o koşullarda olan bitenden habersiz, Etibank’ın da “normal” bir banka olduğunu düşünmeye devam edip yatırımlarını bankaya yatıran birey ve kurumları uyarma görevine soyunmalıydı. Hadi onu yapmadı, hiç değilse “nötr” bir tavır alıp susmalıydı, öyle değil mi?
Öyle değil... Çünkü gazetenin başında, kendisiyle “gazetecilik” tartışmaya çalışan bir muhabire, “Ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkân açtık patronumuza para kazandırmaya çalışıyoruz” diyen bir genel yayın yönetmeni vardı.
Bu gazetecilik anlayışı doğrultusunda, Sabah gazetesinin başındaki gazeteciler, battıklarını bildikleri patron bankasını ve –ona el koymasın diye– hükümeti allayıp pullama temelinde bir “editoryal çizgi”belirledi...
Sadece banka değil ülke ekonomisi de batmıştı, nitekim dört ay sonra, Şubat 2001’de Türkiye ekonomi tarihinin en büyük krizi fiilen başlayacaktı... İşte bu koşullarda, Etibank’a el konmadan önceki bir aydaSabah gazetesi şu manşetlerle çıktı, çıkabildi:
Etibank “atakta” hükümet “iyi yolda”...
4 Ekim 2000: Etibank’ta katrilyon sevinci... İki yıl gibi kısa bir sürede sıfırdan katrilyon liralık mevduata ulaşmayı başaran Etibank, önümüzdeki dönemde bireysel bankacılığın üssü olmayı hedefliyor.
9 Ekim: Borsada çıkış başlıyor...
12 Ekim: Cesur kararlar... Devlet oh diyecek... Rüya gibi tablo...
13 Ekim: Hükümet 2001 yılında bütçe açığını 5,2 katrilyona indirmeyi hedefliyor... İkili paket geliyor... Başarı ek önlemlere bağlı...
13 Ekim: Borsa’da bütçe çıkışı: yüzde 2,11...
17 Ekim: Borsada ‘büyük’ şov: Yüzde 6,8...
18 Ekim: Reformlar Türkiye’yi dünyada ilk 10’a sokar...
18 Ekim: Yatırımın gözdesi Türkiye...
21 Ekim: Etibank orta sınıftaki yerini sağlamlaştırdı... Etibank Genel Müdürü Karakaya, “Toplam 700 milyon dolarlık likit varlığımız var” dedi...
24 Ekim: Nereden Nereye... Feryadın yerini güven aldı... 10 yıl sonrasını görebiliyoruz... İşler iyi gidiyor...
26 Ekim: Etibank’tan kurumsal kredi atağı... Etibank, bireysel bankacılık alanında gösterdiği performansı kurumsal bankacılık alanına taşımayı hedefliyor.
27 Ekim: Etibank, iki yıldır uygulanan istikrar programının mali sektör üzerindeki etkileri sonucu faaliyetlerini sağlıklı bir biçimde yürütemez hale gelmiştir... (“SABAH’tan açıklama”).
30 Ekim: Etibank, bazı şanssızlıkların ve özellikle de ekonomik şartların etkisiyle, bankacılık otoritesinin müdahale etmesini gerektirecek bir duruma gelerek Fon’a devredildi... (Güngör Mengi’nin başyazısından).
Patronların doğrudan ticari çıkarlarının “editoryal çizgi” kılığında okurların başlarından aşağıya boca edilmesinin daha da cüretkâr bir örneği, bir yıl sonraki Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu tartışmaları sırasında yaşandı. O hikâyenin ayrıntılarını da cuma günü anlatacağım.