Alper Görmüş: 'Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı'

Alper Görmüş: 'Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı'

 Alper Görmüş

Taraf / 20 Kasım 2012

 

‘Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı'

 

Uğur Mumcu’nun yedinci ölüm yıldönümü olan 24 Ocak 2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Cumhuriyet imzalı başyazısında, Mumcu cinayetiyle öteki “laik aydın cinayetleri”nin çözülememiş olması “geçmiş gerici iktidarlar”a fatura ediliyor, başyazı şu iyimser ve umutlu cümleyle sona eriyordu:

“Dileriz ki ülkemiz 28 Şubat’la girdiği yeni dönemde bir çözüme ulaşsın; geçmişin faili meçhul cinayetlerini aydınlatarak hukuk devletine doğru yürüdüğümüzü iç ve dış dünyadaki kamuoyu karşısında kanıtlasın!..”

28 Şubat’ın yolunu açmak üzere planlanıp uygulamaya konulmuş faili meçhul cinayetlerin aydınlanmasını 28 Şubat’çılardan ummak!

Bir başyazı müellifi ancak bu kadar feraset sahibi olabilir!..

Bu tarihten 12 yıl sonra, birkaç gün önce, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun cinayete ve sonrasına dair anıları kitap olarak yayımlandı...

Aklımda iki soru var...

Birincisi: Acaba o başyazıyı kaleme alan kişi, Güldal Mumcu’nun bugün anlattıklarının ne kadarını biliyordu?

İkincisi: Her 24 ocakta okurlarına “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” duygusunu geçirmek için ellerinden geleni yapan Cumhuriyet yöneticileri, yazarları, editörleri Güldal Mumcu’nun bugün anlattıklarının ne kadarını biliyorlardı?

Bu soruları soruyorum, çünkü kitapta anlatılanları bilen birilerinin yıllar boyunca “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” yayıncılığı yapabilmeleri bana imkânsız görünüyor...

Nedeni açık: Eğer Uğur Mumcu’nun inançlı bir arkadaşıysanız, bunun onun ruhunu muazzep edeceğini bilir, kendinizi böyle bir yayıncılıktan esirgersiniz... Yok eğer ahlakınızın kaynağı “seküler” ise, o zaman da bunun onun hatırasına büyük bir saygısızlık olacağını bilir, kendinizi yine böyle bir yayıncılıktan esirgersiniz...

 

Görmek isteyenlerin kitaba ihtiyacı yoktu ama...

  Tam bu noktada, “Kitapta anlatılanların bir bölümü zaten biliniyordu ve kitaptaki ilave anlatımlara ihtiyaç duymadan, sırf bunlara dayanarak da Mumcu’nun katilinin başka bir ‘karanlık’ olduğu sonucu çıkartılabilirdi” diyenler tamamen haklı!

Haklısınız, kendimce “bildiğini bilmiyormuş yapma sanatı”na başvuruyorum: Tacâhül-i ârif!

Ben zaten kitaptan önce bilinenlerden ve Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle başlayan meş’um 1993’te olanlardan hareketle defalarca sordum başlıktaki soruyu... Şimdi bir daha sormamın nedeni, kitaptan sonra da bu yönde bir “aydınlanma”ya tanıklık edemiyor olmamın yarattığı şaşkınlık...

Neyse, konuyu dağıtmayalım... Soru şuydu: Cumhuriyet gazetesi çevresi ve aslında bütün laik çevreler şayet kitapta anlatılanları biliyorduysalar (ki en azından Güldal Mumcu’nun dostlarının bunları bildiğini varsayabiliriz), o yayıncılığı nasıl sürdürebildiler...

Böylece geldik, Güldal Mumcu’nun neler anlattığı faslına...

 

Yeşil’in ziyareti: 1996, kurban bayramı...

Kitabın “flaş”ı hiç kuşkusuz, 1993 olaylarının bir bölümüne ve ondan önceki ve sonraki birçok olaya karışmış olan “Yeşil” kod adlı devlet görevlisi Mahmut Yıldırım’ın 1996’da Mumcu’ların evini ziyaret ettiğinin açıklandığı bölümdü...

Yeşil, iki küçük çocuğun elini tutarak eve gelmiş 1996’nın kurban bayramında ve ayaküstü, şifrelerle, sembollerle dolu birkaç cümle sarf ettikten sonra evi terk etmiş. (Bana sorarsanız, ziyaretin kurban bayramında gerçekleştirilmiş olması bile çok sembolik!) İlk cümlesi, “Sokaktaki caminin adının Ti Camii olarak değiştirilmesi gerekir. Bunu sizin sağlamanızı istiyorum” olmuş. (Mumcu, “ti”nin hedef anlamında kullanıldığını çıkarmış daha sonra.)

Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:

Yeşil: “Olayın failini bulsak, sizin için yeterli olur mu?”

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

Yeşil: “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi? Çünkü siz ne isterseniz o olacak...”

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

Yeşil: “Haa, anladım. Siz hepsini istiyorsunuz.”

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

Yeşil: “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım.”

 

Soruşturma savcısı ölü bulunuyor...

Kitapta yer alan ve en az Yeşil’in ziyareti kadar manidar bir başka olay, davanın savcısı Kemal Ayhan’ın evinde ölü bulunması... Cumhuriyet’in (18 kasım) sürmanşet alanından, “O savcıya otopsi bile yapılmadı” başlığıyla sunulan olay, iki spot hâlinde şöyle özetleniyordu:

Birinici spot: “Güldal Mumcu: Davaya yeni atanan Savcı Kemal Ayhan’la görüşmeye gittik. ‘Olayın failleri konusunda bir kanaat elde ettiniz mi?’ dedim. Biraz tereddüt geçirdi. ‘Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler... diyeyim’ dedi.

İkinci spot: “‘Faillere büyük ölçüde ulaşmaya çalışıyoruz’ diyen Savcı Kemal Ayhan, eşi ve çocuklarının tatilde olduğu bir sırada evinde ölü bulundu ve aynı gün otopsi dahi yapılmadan Başsavcı Nusret Demiral’ın talimatıyla defnedildi.”

 

“Bu işi devlet yapmıştır!”

Savcılardan söz açılmışken, davanın ilk savcısı Ülkü Coşkun’la Güldal Mumcu arasındaki diyalogu hatırlamadan geçmek olmaz... 18 Şubat 1993’te, yani cinayet tarihinden 25 gün sonra Mumcu’ların evinde geçen diyalogun iki de şahidi vardır: Ailenin avukatlarından Emin Değer ve Uğur Mumcu’nun ablası Beyhan Gürson... Güldal Mumcu, kitabın 57-58. sayfalarında şöyle aktarıyor bu kan dondurucu diyalogu:

“Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”

“Nasıl yani hani Amerikan filmlerinden izliyoruz onun gibi mi?”

“Evet.”

“Temizlikçilerini de yolladılar mı?”

“Evet, ama bu söylediklerimi basına açıklarsanız yalanlarım.”

Bir başka Ülkü Coşkun- Güldal Mumcu diyalogu kitabın 70. sayfasında yer alıyor:

“Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür.”

“Size ‘olayı aydınlatmayın’ diyen kim? Bir savcı olarak önünüze gelen dosyayı aydınlatmakla yükümlüsünüz zaten.”

“Anlamıyorsunuz Güldal Hanım.”

“Evet anlamıyorum. Kim size olayı çözmeyin, diyor. Yazılı emir istediğinize göre...”

Bu diyalogları, Güldal Mumcu’nun 19 kasımda Cumhuriyet’ten Işık Kansu’ya verdiği söyleşide verdiği bilgilerle okumak gerekir:

Ailenin avukatları, Ülkü Coşkun’un “soruşturmayı savsakladığı” gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurmuşlar. Bakanlığın görevlendirdiği müfettişler, savcının soruşturmayı savsakladığı sonucuna varmışlar ve raporlarında savcı hakkında disiplin cezası uygulanması gerektiğini belirtmişler.

Gerisini Güldal Mumcu şöyle anlatıyor:

“Fakat bu istem uygulanmadı. Bu istemin uygulanması için Askerî İdare Mahkemesi’ne başvurduk, çünkü Ülkü Coşkun askerdi. Askerî İdare Mahkemesi, bu cezanın uygulanamayacağını, neden uygulanamayacağı konusunun da açıklanamayacağını, çünkü bunun devlet sırrı olduğunu söyledi.”

Nasıl, şahane değil mi?  

“Bulun deniyor, bulun ulan denmiyor!”

  Kitabın yayımından hemen önce kitabı tanıtmak amacıyla Cumhuriyet’te yayımlanan dizinin ikinci bölümünde, Güldal Mumcu’nun başka ilginç anılarına da yer verilmiş... Mesela 13 Nisan 2000’de yaşadığı şu tecrübe:

“Olay yeri inceleme ekibinden Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem telefon edip ziyaret etmek istediğini söyledi. Vakfa davet ettim, geldi.

“Çalışmalarına devam ettiklerini, araştırmalarını sürdürdüklerini söyledi. Ama biraz sıkıntılı bir hâli vardı. ‘Güldal Hanım, bize bulun diyorlar’ dedi.

“E başka ne söyleyeceklerdi ki’ diye sorunca, ‘Bulun ulan! denmiyor. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor’ diye cevap verdi.”

Güldal Mumcu’nun bunu açıkladığı iyi oldu. Böylece biz, devletteki soruşturma dilinin incelikleri hakkında da bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Buna göre, “Bulun ulan” demek, “failleri bulun, yoksa çıranızı yakarım” anlamına gelirken, “bulun” demek, “Bulmayın ulan” anlamına geliyor!..

Güldal Mumcu’ya “Sizi temin ederim ki hanımefendi, benim başında bulunduğum teşkilatın, eşinizin öldürülmesi olayıyla bir ilgisi yoktur” diyen MİT Başkanı; yanına büyük umutlarla gidilen fakat kendisinden sadece “Eşiniz arı kovanına çomak sokmuştu” cümlesi sâdır olan Başbakan da var ama, onların ayrıntısına girmeyelim artık...

Kitapla ilgili bölümler bu kadar...

Sonraki yazıda, bütün bu gerçeklerin ışığında, yüzbinlerce insanın askerlerle birlikte yürüyüp “Ortaçağ karanlığı”na karşı öfkelerini haykırdığı Uğur Mumcu’nun cenaze törenine bakacağız... Oradan hareketle de, tarihimizdeki, demokrasi karşıtı güçlerin manipüle ve mobilize ettiğinden kuşkulanmamız için elimizde “dev” nedenlerin bulunduğu başka “dev gösteriler”i hatırlayacağız...