Alper Görmüş: Yüklerinden kurtulmuş bir Ertuğrul Özkök

Alper Görmüş: Yüklerinden kurtulmuş bir Ertuğrul Özkök

 

Alper Görmüş

Taraf / 1 Şubat 2013

 

İki genç gazeteci, Çağrı Çobanoğlu ve Alaz Kuseyri’nin sorularına Erol Katırcıoğlu’nun verdiği cevaplardan oluşan İnsansız Kapitalizm İnsanlı Toplum, geçtiğimiz haftalarda Hayykitap tarafından yayımlandı.

Adının ilk anda çağrıştırdığının tersine, kitapta, Katırcıoğlu’nun sadece iktisatla ilgili yaklaşımları değil, sol ve solculuk, Kürt sorunu, medya gibi alanlardaki görüşleri de yer alıyor. Kitap, onu tanıyanların çok iyi bildiği yüksek insan özelliklerinin kaynağına dair ipuçları içeren bir “anılar” bölümüyle son buluyor.

Yazılarından da kolayca anlaşılabileceği gibi, Katırcıoğlu bir “vicdan solcusu...” Kitapta, kendi kelimeleriyle bunu bir kez daha kayda geçiriyor: “(...) Beni sosyalist yapan şey, var olana razı olmayan bir ruhumun olması.”

Yine kendi kelimeleriyle, “bilimsel sosyalizm lafının çok şey ifade etmediği”ne bir insan olarak, insan gibi karmaşık bir canlının bu dünyadaki macerasının “bilim”in şablonlarıyla izah edilemeyecek kadar karmaşık ve tesadüflere açık olduğuna inanıyor.

Kitaptan bir kez daha anlıyoruz ki, Erol Katırcıoğlu’nun, örneklerine bolca rastladığımız “sabit sosyalist” olarak kalmaması, hep arayış içinde olması, önemli ölçüde onun bir “bilimsel sosyalist” değil bir “vicdan sosyalisti” olmasıyla bağlantılı...

Kitabı okuyup bitirdiğinizde, “reel” versiyonu zaten tarihin küllerinin arasına gömülmüş bulunan sosyalizmin bir “ideal” olarak varlığını devam ettirmesinin nasıl mümkün olabildiğini de anlayabiliyorsunuz: İşte böyle sosyalistler sayesinde...

 

“Doktor” ve Katırcıoğlu

 

Eski bir “Doktorcu” olan Erol Katırcıoğlu’nun, Hikmet Kıvılcımlı’nın orduya dair bakışıyla ilgili sorulara verdiği cevaplar, kitapta dikkatimi en fazla çeken bölümlerden biri oldu. Eğer söylediklerini yanlış anlamadıysam, bu noktada ona itiraz edeceğim.

Kendisine yöneltilen soru şöyle:

“Doktor’la ilgili onun cuntacı olduğuna dair eleştiriler var. Doktor’un, askerlerin alt kesim ailelerden olduğu yönünde tespitleri var.”

Katırcıoğlu, bu soruyu cevaplandırmaya, Kıvılcımlı’nın subayları “devletin devşirmesi” olarak tanımladığını hatırlatarak başlıyor:

“Dolayısıyla da oradan giderek şunu söylemeye çalışır: ‘Burada bir şey vardır’ der, ‘değişim talebi olan bir dinamizm vardır’ der seyfiyede, tıpkı ilmiyede olduğu gibi. ‘İşte bu devrimi 1960’larda onlar yapmışlardır. Kime karşı yapmışlardır? Finans-kapitale karşı yapmışlardır’ der.”

Ben, Katırcıoğlu’nun bu sözlerinden elbette onun 27 Mayıs’ı onayladığı gibi bir anlam çıkarmadım. Fakat hemen devamında, 12 Mart 1971 darbesine dair şu sözleri, askerlerin sınıf köklerinden kaynaklanan “ilericilikleri” hususunda Kıvılcımlı’nın tahlillerine hâlâ yakın olduğunu göstermiyor mu:

“Dolayısıyla da sözünü ettiğiniz eleştiride sonuç olarak bir haklılık varmış gibi görünse de Doktor’un gerekçeleri farklıdır ve nitekim mesela 1971 darbesi sırasında deniz subaylarıyla bir ilişkisi vardı. O deniz subaylarının bir kısmı da 1971’de, 9 Mart darbesi için hazırlıklıydılar ama bu insanlar sonuçta o sıradaki sosyalist kesimlerin de parçasıydılar. Ben buralardan giderek Doktor’a darbeci demeyi doğru bulmuyorum ama birileri bu işe soyunmuş ve engellemek konusunda ortada bir çaresizlik varsa o zaman doğru işler yapmaları için etki etmeye çalışmanın çok da yanlış olmadığını düşünüyorum ki sanırım o günlerde Doktor da böyle bir durumdaydı.”

Türk ordusundaki subayların “burjuvazinin çocukları” olmadığı muhakkak. Dolayısıyla “devşirme” tahliline hiçbir itirazım yok. Fakat adı üstünde, “devşirme”den söz ediyorsak, o artık başka bir şey hâline gelmiş, devşirildiği sınıflardan kopmuştur; devletin bir parçası olmuştur ve devletin bir parçası olarak “toplumsal devrim”in bir parçası olamaz.

Bunun böyle olduğunu tarihimiz defalarca gösterdi.

Erol Katırcıoğlu’nun darbeler ve cuntacılık konusundaki görüşlerini biliyoruz. Zaten o nedenle yukarıda, “sözlerini yanlış anlamış olabilirim” dedim.

Fakat yanlış anlamadıysam, bu sözlerin problemli olduğunu belirtmek zorundayım.

***

 

İşte sahalarımızda görmek istediğimiz E. Özkök...

 

Ergenekon ve Darbe soruşturmalarının davalara dönüştüğü günlerde Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök bu davalara karşı son derece akıllıca bir muhalefet çizgisi yürüttüler.

Özetle: Bir yandan davaların Türkiye’nin demokratik geleceği için son derece önemli olduğuna inandıklarını yazıyorlar, bir yandan da süreçte yapılan hataların ve hoyratlıkların bu “çiçek gibi” davaları itibarsızlaştırdığını söylüyorlardı. Çok üzülüyorlardı bu duruma; yazık oluyordu Türkiye’nin darbelerden arınmış demokratik geleceğine...

Şimdi bu satırları okuyanlar, Ertuğrul Özkök’ün bu yazıklanmalarını, davalarda gerçekten de olmayacak hataların yapılmaya başladığı ileri safhalarda dile getirdiklerini sanacaklar; oysa hiç alâkası yok.

Özkök, daha iddianame bile ortada yokken yazdığı yazılarda “ama” demeden bu davaların önemini anlatan tek bir yazı bile yazmamıştı. Tam tersine, yazılarında önce Ergenekon davasının “mizahçılara malzeme olan” hatalarını uzun uzun anlatıyor, ardından da bir cümlelik finallerle, bunları anlatmaktaki amacının ne kadar hâlis olduğunu izah ediyordu:

Mesela şunu, daha Mart 2008’de yazmıştı:

“Kime rastlasam önceki akşam Kanal 1’de Mehmet Ali Erbil’in yaptığı espriyi konuşuyor. Erbil, jüri üyeliğine davet edilen Paris Hilton için şu espriyi yapıyor: ‘Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Serbest kalınca gelecek. Önce İlhan Selçuk çıkacak, arkasından onu bırakacaklar.’ Buna basit bir espri olarak bakabilirsiniz. Ama iş espri düzeyine gelmişse, ‘sokağın algılaması’ olarak da bakabilirsiniz. ‘Ergenekon soruşturması’ halka bu algılamayla iniyor.”

Özkök, Penguen dergisinin 2009 yılı boyunca yaptığı “Ergenekon karikatürleri”ni inceleyip de burada “Ergenekon savcıları ve soruşturmayı yürütenler”in “Ergenekon’dan içeri alınanlar”dan daha çok hicvedildiğinden (ne kriter ama!) hareketle benzer bir değerlendirme yapmış, yazısının finalini de şöyle tasarlamıştı:

“Ergenekon’da çok ciddi iddialar var. Bunların ortaya çıkması için, olayın artık, mizaha konu olan tarafına mutlaka dur demeliyiz. Yoksa mizah öteki tarafa da sirayet edecek ve sonunda bu işten gerçek çeteciler kârlı çıkacak.”

 

'Yüklerinden kurtulmuş bir E. Özkök'

 

Ben o zamanlar bunları aktardığım bir yazımda, öyle “final”lere gerek olmadığını söylemiş, Özkök’e, büyük teyzemin çok sevdiğim bir lafını hatırlatmıştım: “Hiç uğraşma yavrum,” derdi teyzem böyle durumlarda, “ben ‘gel otur’u da bilirim, ‘geç otur’u da bilirim...’”

Ertuğrul Özkök epeyce bir zamandır “yazık ediyorlar çiçek gibi darbe davalarına” içerikli yazılarını terk etmiş, bir anlamda da benim tavsiyem doğrultusunda davranmaya başlamış görünüyor. Geçenlerde rastladığım bir yazısında onu iyice rahatlamış buldum. Artık Ergenekon ve Darbe davalarının “hata”larından söz etmiyor, bunların baştan sona “hata” olduğunu serâzad haykırıyor.

Ona göre Balyoz davası artık sadece “o gazeteciye bu gazeteciye, bavulla düzmece belgelerin servis edilmesi”nden; öbür davalar da “önce olağan şüphelileri tesbit edip, sonra ona uygun şüpheyi yaratıp, en sonunda da iddianameye çevirme telaşı”ndan ibaret...

“Bravo” diyorum ben! Sahalarımızda görmek istediğimiz Ertuğrul Özkök, işte bu!