"Altan kardeşler için de bir Angela Merkel bulunamaz mı?"

"Altan kardeşler için de bir Angela Merkel bulunamaz mı?"

Levent Yılmaz*

2 Şubat 2009 günü İstanbul’un en eski kilisesi Aya İrini’de bir tören vardı. Aya İrini, yanmış, yeniden yapılmış, depo olarak kullanılmış, şimdi ise sergilere, konserlere ve böyle törenlere ev sahipliği yapıyordu. Sahnede dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan vardı. Tören, Kültür Bakanlığı Sanat ve Kültür Büyük Ödülü’nün takdimi için düzenlenmişti. Erdoğan konuşmasına şu sözlerle başladı: "Türkiye’de farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen önyargılar, tahammülsüz anlayışlar düşünceyi ağır şekilde cezalandırmış, bedelini ise bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır." Büyük Ödül’ün sahibi, büyük gazeteci ve edebiyatçı Çetin Altan’dı. Bu aslında T.C. Devleti tarafından yapılan sembolik bir jest anlamına geliyordu çünkü 1927’de doğan Çetin Altan çok tanınmış ve kahır çekmiş sosyalist bir köşe yazarı ve romancı idi. 1965-68 arasında Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’e soktuğu on beş milletvekilinden biri idi. 1968 yılında, Parlamento’daki bir oturum sırasında linç edilmişti ve neredeyse gözünü kaybedecekti. 12 Mart döneminde tutuklanmış, hüküm giymiş ve hayatının iki yılını hapiste geçirmişti. Aslında bu, Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’den başlayarak modern Türkiye’nin birçok başka yazarının da başına sıklıkla gelmiş olan bir şeydi. Çetin Altan’a ödül vermek, devletin bir anlamda gadre uğrattığı tüm muhaliflerden özür dilemesi anlamına da geliyordu. Erdoğan şöyle devam ediyordu konuşmasına: "Çetin Altan’ın hayatı, bütün gelgitlerin, med cezirlerin, fırtınaların olduğu, tıpkı Türkiye gibi zor yol alan bir serüven. Bu serüvende hem güleryüzlü hem yakıcı bir eleştiri var, mizah var, akıl var, birikim var. Her kalemi ele alışında tazelenen umut ve heyecan var. Ödül törenleri birer teşekkür, takdir ve vefa numunesi olma özelliklerinin yanı sıra aynı zamanda öz eleştiri imkânı sunar. Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya en azından anlama çabasına mani olmamalıdır. Demokrasinin temeli, tahammül duygusudur. Eleştirel aklın, farklılıklar arasında diyaloğun geçerli olmasıdır. Her türlü düşünceye saygı duyulmasıdır." Ve şöyle bitiriyordu: "Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan'ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye'dir, ne de Nazım Hikmet'i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye'dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini öz güvene bırakmıştır. Bugün Türkiye'nin ideal noktaya ulaştığı belki söylenemez, ancak düne göre çok daha iyi bir noktada ve çok daha iyiye doğru ilerlemek için güçlü bir irade ve kararlılığa sahibiz. Türkiye, Çetin Altan'ın ısrarla vurguladığı gibi enseyi karartmamış, umut kapılarını kapatmamış içine kapanmaktan kurtularak dünyaya açılmıştır.» O gün, Çetin Altan’ın iki oğlu, Ahmet ile Mehmet, dinleyiciler arasındaydı. Onlar da bu şaşırtıcı ve saygı dolu konuşmayı alkışlamışlardı. Tam dokuz yıldan biraz fazla bir zaman sonra, bugün, 16 Şubat 2018 yılında, Çetin Altan’ın iki oğlu ağırlaştırılmış müebbet hapis» cezasına çarptırıldılar. Ahmet Altan Türkiye’nin en büyük yazarlarından biri (Fransa’da kitaplarını Actes Sud basıyor), kardeşi Mehmet ise hem denemeci hem de ekonomi profesörü. Ne yapmış olabilirdiler ki bu kardeşler bu cezayı hak edecek? Yazı yazmışlardı. Bu kadar. Makale yazmışlardı. Ve konuşmuşlardı. Televizyonda. Erdoğan’ı eleştirmişlerdi. Son yıllarda sıklıkla ve oldukça ağır. Özgürlükçü bir demokrasi umudunu savunmuşlardı hep. Cesaretle ve her şeye karşın. Zaten Erdoğan’dan önce de bunu yapıyorlardı, darbeci generallere ve yolsuzluğa batmış hükümetlere karşı. 2001 yılının sonbaharını hatırlıyorum, güzel bir gündü, Ahmet Altan Paris’teydi. Ben Actes Sud yayınevi için bir "Türk Edebiyatı" dizisi hazırlıyordum ve dizinin ilk kitabı da Ahmet’in Kılıç Yarası Gibi romanıydı. Öğle suları, güneşli bir hava, bir kahvenin dışardaki masasında oturuyorduk, telefon çaldı. Ahmet, Genelkurmay başkanına laf etmekten (ve galiba halkı askerlikten soğutmaktan) ceza almıştı (Yargıtay daha sonra bozdu kararı). Ahmet’ti bu ve yaptığı da buydu işte: askerlerin siyasi hayatın içinde yeri yoktu ona göre ve ordunun kışlasına geri dönmesi gerektiğini yazıyordu hep. Bu, Erdoğan iktidarından önceydi. Bugün, Erdoğan’ın hükümranlığının on beşinci senesi, o saçmasapan darbe denemesinden sonra ordu siyasete karışamıyor, emirlere uyuyor neyse ki, ama Ahmet Altan, bundan altı yıl önce, yani 2012’de yazdığı üç makale yüzünden darbecilikte suçlanabiliyor ve mahkûm ediliyor… Şaka gibi. Erdoğan iktidarında Ahmet bildiği ve alışık olduğu ve hep yaptığı şeyi yapmaya devam etti: Eski Yunanlıların deyişiyle, parrhesia’ya, yani doğru bildiği şeyi doğrudan söylemeye. Çıkınca yapmaya devam da edecek. Ahmet, Mehmet ve diğerleri, eminim buna, yakında beraat edecekler, çünkü bu abuk davada delil namına tek bir şey yok. Ahmet de diyor, kötü bir piyes bu. Bir de Türkiye’nin pek de ahlaklı sayılamayacak Suriyeli mültecileri salarız ha» şantajı karşısında susan ve olan bitene ses etmeyen Avrupa liderlerine de bir çift laf söylemek lazım: dün, ilk kez, Angela Merkel, bir yıldır tutuklu olan ve hakkında iddianame bile bulunmayan gazeteci Deniz Yücel’in serbest bırakılmasını, Türkiye ile olan ilişkilerin geleceğini konuşmak için olmazsa olmaz koşul ilan etti, hem de mevkidaşı Binali Yıldırım’la basın toplantısı sırasında. Bu sabah, daha bir gün bile dolmadan Deniz Yücel apar topar (ve iyi ki) tahliye edildi. Acaba Altan kardeşler, Cumhuriyet gazetecileri, Zaman yazarları (ve sevgili Şahin Alpay) ve bir sürü masum için de bir Angela Merkel bulunamaz mı? Hele de HDP lideri Kürt milletvekili Selahattin Demirtaş ve on iki diğer milletvekili için? Türk mapus damlarında çürümeye mi terkedildiler? Özgür dünyanın tek bir lideri de mi yok onlara sahip çıkacak? Sayın Cumhurbaşkanı Macron ? Sevgili Françoise Nyssen ? Artık zamanı gelmedi mi? Ama ya Erdoğan? Bir insan nasıl olur da bu hale gelebilir? Şiir okuduğu için hapislerde süründürülen birisi bu. Nasıl aynaya bakar ve ne görür o aynada? Bugün mesela, 2 Şubat 2009’daki konuşmasını hatırlıyor mudur acaba: "Artık Türkiye büyük yazarlarını hapislerde süründüren o eski Türkiye değil, dediğini?"

Bu yazı 19 Şubat’ta Le Monde gazetesinde yayımlanmıştır.