29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, Ankara’da Ulus Meydanı’nda çıkan olayların tartışması devam ediyor. Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay, 29 Ekim’de yaşananlar için “CHP’nin topyekün katılımı, siyasal meşruiyeti ve bütünleşmeyi getirdi. Halkın katılımıyla her şey tamamlandı. Şimdi sıra 10 Kasım’da” derken, Cumhuriyet gazetesi yazarı hukukçu Mümtaz Soysal, Balbay’ın aksine “Kutlama değil bir anma günü olan 10 Kasım’ı aynı 29 Ekim havasıyla yaşamak büyük bir yanlış olur” diye yazdı. Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök de Soysal’a destek vererek, “10 Kasım’da ikinci bir 29 Ekim hareketi yapmaya kalkmak yanlıştır. Hatta çok yanlıştır” dedi.
Mustafa Balbay’ın, Mümtaz Soysal’ın ve Ertuğrul Özkök’ün yazıları şöyle:
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı devlet tarafından törenlerle, halk tarafından da şölenlerle kutlandı.
Bayrama damgasını vuran, yasaklar ve buna karşı halkın takındığı tutumdu. Halk bayram yasağını her şeye karşın uygulatmadı, Ulus’tan Anıtkabir’e yürüdü.
Anadolu’nun pek çok ilinden 29 Ekim sabahı Ankara’da olmak için otobüslerle yola çıkmaya hazırlananlar Aziz Nesin’lik gerekçelerle engellenmek istendi.
29 Ekim’de otobüsle Ankara’ya gidip 30 Ekim’de Silivri’ye duruşma salonuna gelen birkaç dostumuz yolda yaşadıklarını anlattı. Polis durdurunca otobüslerde Türk bayraklarını saklamışlar; yürüyüşe gidildiği anlaşılmasın diye. Bazıları da yan cama havlu bağlamış, düğüne gidiliyor süsü verilsin diye.
İleride bu iktidar dönemine ilişkin yazılacak pek çok yasak öyküsü olacak.
***
29 Ekim sabahı bedenimiz demir parmaklıkların arkasındaydı ama kalbimiz, ruhumuz Ulus’taydı.
Bütün beklentimiz Anıtkabir’e yürüyüş aşamasıydı. On binler, yüz binler “istihbarat”, “provokasyon” engellerini, yasakları aşıp Ulus’a gelmişti; polis barikatını aşıp Anıtkabir’e yürüyebilecek miydi?
Saat 13.00 sıralarında televizyon muhabirleri, “Ulus’tan Anıtkabir yönüne doğru yürüyüş başladı” deyince bir haykırış duydum; ben bağırmışım.
Şu söz bir kez daha kanıtlandı:
Örgütlü halktan büyük bir güç yoktur.
Bazen yasak, çağrı işlevi görür. 29 Ekim’de öyle oldu. Devletin tepesinde de ciddi bir krize yol açan, “Polis barikatını kim kaldırdı” sorusunun yanıtı açıktır. Yasağı kaldıran halk, barikatı da kaldırdı.
O kalkan barikat, korku ikliminin de kalkması demektir.
Halkın, üzerindeki ölü toprağını da kaldırıp atması demektir.
Bilinçli insanların gerçek bir demokrasi için elini kaldırması demektir.
Karşıdevrime, karşı duruş demektir.
Bizler Silivri’de Cumhuriyet değerlerine bağlılığımızı bir kimlik olarak taşıdığımız için tutsağız. Kaldırılan barikat toplumla bizlerin arasına çekilmek istenen sis perdesinin de tümüyle kaldırılması demektir.
AKP’nin, şölenlere katılan milyonlar için “Bunlar Ergenekoncu” demesi bunun en somut göstergesidir.
Ulus, Anıtkabir’le birleşirken öteki illerdeki yüz binlerle ifade edilen şölenlere katılanları da barikatı kaldıranların arasında saymak gereklidir. Öyle ki 30-31 Ekim günleri gazetelerin ana sayfaları bir yana, magazin ekleri bile Cumhuriyet Bayramı’na bürünmüştü.
***
Ekim ayı boyunca yeri geldikçe, 100. yıl vurgusu yaptık. Cumhuriyetin 89. yılı kutlamaları, 100. yıla giden gerçek yoldur. Cumhuriyetin 100. yılına bu ruhun egemen olacağına inanıyorum.
29 Ekim’de toplum bir doğum yaşadı. Cumhuriyeti, kuruluş felsefesiyle birlikte çağın değerleriyle bütünleştirerek 21. yüzyıla taşıdığını gösterdi.
Halk, görevini yaptı.
Sıra siyasette...
89. yılı büyük bir coşku, inanç, kararlılık ve cesaretle kutlayanlarla bütünleşecek siyasi güç, 100. yılın anahtarıdır.
Bu buluşma gerçekleşmiştir.
Şimdi bütün iş, buluşmadan doğan enerjiyi en iyi şekilde kullanabilmek, yönlendirebilmektir.
40’ın üzerinde sivil toplum kuruluşunun Ulus’ta olma kararlılığı, toplumsal meşruiyeti getirdi. Türkiye Gençlik Birliği’nin (TGB) olağanüstü enerjisi, heyecanı getirdi. CHP’nin topyekün katılımı, siyasal meşruiyeti ve bütünleşmeyi getirdi. Halkın katılımıyla her şey tamamlandı.
Şimdi sıra 10 Kasım’da...
Dilimizin bilgece sözlerinden biridir “tadında bırakmak”. Söylenmesi kolay, ama benimsenip uygulanması zor. İnsan tadını aldığı, beğendiği ve sonuç aldığı söylemlerle davranışları çabuk bırakmayıp hep başarılı olacağını sanarak sürdürür çoğu zaman.
Oysa, yanındakiler bundan bıkmış, karşısındakiler önlemlerini çoktan almış ve hazırlıklı bekliyor olabilirler. Gülünçleşmek işten değildir.
Geçen 29 Ekim günü kendiliğinden başarılanın konuşulması, tartışılması, sahiplenilip “biz yaptık” diye gururla övülmesi veya övünülmesi bir türlü bitmek bilmiyor. Hatta, barikatları önce kim yıktı, kim yürümeyi başlattı çekişmesiyle kendi partilerinin geleceğini inşa etmeye kalkışanlar bile var. Her zaman yaptıkları gibi zaten inşa edilmiş olanları bile yıkarak.
“Olan oldu, deneyim kazanıldı, alınması gereken dersler alındı” deyip sayfayı çevirerek geleceği bu yeni koşullara göre değişik biçimde düşünmeye başlayan pek olmadı. Eğer olayın verdiği bir tat olmuşsa, o tadı abartarak tatsızlaştırmak yerine, öylece saklayıp yarınlara bakmak daha doğru olmaz mıydı?
O bakımdan, kutlama değil bir anma günü olan 10 Kasım’ı aynı 29 Ekim havasıyla yaşamak büyük bir yanlış olur.
Partilerdeki gençlik kollarının ya da benzer işlevleri yerine getirmek üzere kurulmuş başka yandaş örgütlerin kireçlenmiş ve hareketsiz kalan siyasal gövdelere canlılık kazandıracağı elbet yadsınamaz. Ama canlılığın sürdürülmesini bu tür “kol”larla ana gövdeyi birbirinden ayrı tutarak sağlamak sağlıklı bir çözüm sayılmamalı. Asıl sağlıklı olan, ana gövde dışındaki dinamizm kaynaklarının ustaca düşünülmüş katılım süreçleriyle temel yapıya eklenmesi ve dinamizmin böylece ortaklaşa yararlanılan bir nitelik durumuna getirilmesidir.
Bir bakıma, 29 Ekim 2012 günü yaşanan olayın, barikatlar, su sıkmalar ve gaz püskürtmeler bir yana, cumhuriyetçi siyasal partilerin iktidar başarısına yöneltilmesi için demokratik yapısal örgütlenişlerini gündeme getirmek gibi bir yararı olmasını beklemek herhalde pek yanlış olmaz.
Mümtaz Soysal dünkü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında aynen şöyle diyor: “Kutlama değil bir anma günü olan 10 Kasım’ı aynı 29 Ekim havasıyla yaşamak büyük bir yanlış olur.” Bu düşünce, aynı kelimelerle günlerdir kafamda çalkalanıyor. Mümtaz Hoca’ya yüzde 100 katılıyorum ve ben de aynı duyguyu dile getiriyorum: “10 Kasım’da ikinci bir 29 Ekim hareketi yapmaya kalkmak yanlıştır. Hatta çok yanlıştır!... Daha da ileri gidiyorum, böyle bir şeyi yapmak, 29 Ekim’de oluşan güzel duyguya da zarar verecektir. Soysal, çok açık biri ifade ile “Tadında bırakın” diyor...
* * *
Bakın bunu söyleyen insan kim? Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük anayasa hocalarından biri. Cumhuriyet’e olan bağlılığını meşakkatli geçen bir hayatın her döneminde ispatlamış bir insan. Askeri dönemde hapislere girmiş, kendisine tuvalet temizlettirilmiş bir aydın... Ve 29 Ekim günkü Türkiye’de oluşan coşkuya da teşhisini koyuyor: “Kendiliğinden oluşmuş bir coşku...” Yani diyor ki; “Kimse bu coşkuyu sahiplenmeye kalkışmasın...” Aynen katılıyorum.
* * *
29 Ekim’deki coşkunun gerçek manası şuydu: -Bir partinin, şu veya bu derneğin öncülüğünde oluşmuş bir coşku değildi. -Kürsüsü olmayan bir hareketti. Sokakta tek militarist slogan yoktu. Antimisyonerlik gibi ilkellikler yoktu. Ona buna hakaret yoktu. -Artık demokrasi dersini iyi almış yeni bir Cumhuriyetçi kuşağın ilk büyük sahne alışıydı. Ve bana göre 29 Ekim’in amacı seçimle işbaşına gelmiş bir hükümeti sallamak falan değildi. Tek mesajı vardı: “Biz de bu ülkenin öz evlatlarıyız. Bu ülke bizim de ülkemiz...” Yani “Siz yüzde 51 oy almış olabilirsiniz, ama geride bir de yüzde 49 var” diyordu. Tıpkı ABD’de bugün en iyi ihtimalle yüzde 51 çoğunlukla işbaşına gelecek olan yeni başkanın, toplumun yüzde 49’unu yok sayamayacağı gibi, siz de bizleri yok sayamazsınız... Evet, tek mesaj buydu ve modern demokrasinin en büyük mesajı da budur... Birlikte yaşamayı mecburiyet olmaktan çıkarıp, gönüllü hale getiren bir duygu... Şimdi bunu 10 Kasım zorlaması ile berbat etmek çok, çok bile değil çok çok yanlış olur.