Altın Aslan aranıyor...

Radikal Gazetesi'nden Mehmet Basutçu 'Altın Aslan aranıyor...' başlıklı Venedik Film Festivali'nde derece şansı olan filmleri masaya yatırıyor.****                            Altın Aslan aranıyor...64. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için diğerlerine fark atacak düzeyde öne çıkan bir yapım yok şimdilik. Belki Kitano var ama Akhilleus ve Kaplumbağa’ da Kitano’nun en iyi filmlerinden biri değil Venedik Film Festivali’nin ilk yarısı geride kalırken, Altın Aslan’ı tartışmasız hak edecek düzeyde bir film bulmakta zorlanıyoruz. Takeshi Kitano dışında, sanat sineması türünde özgün bir yapıtla adı öne çıkan kimse yok şimdilik. Kaldı ki, ‘Akhilleus ve Kaplumbağa’ da Kitano’nun en iyi filmlerinden biri değil... Bu arada, Patrick Mario Bernard ile Pierre Trividic’in birlikte gerçekleştirdikleri bir roman uyarlaması olan ‘Öteki’ (L’Autre) düzeyli ilginç bir sanat sineması örneği olarak güz doldururken; özellikle, kadın oyuncu ödülünün en güçlü adayı oluveren Dominique Blanc’ın incelikli sağlam yorumuyla dikkati çekiyordu... Geniş kitle sinemasının kaliteli örneklerine gelince, Venedik’te büyük ödül kazanma şansları teorik olarak çok düşük. Aslında, bu tür filmlerin Venedik Festivali’ne ihtiyaçları olmadığı görüşü her zaman savunulmuştur. Düşündürücü olan, zor dengeler arayışı içinde olan Cannes ve Venedik gibi önemli festivallerin bu tür filmleri de yarışmaya almak gereksinimi duymalarıdır... Avati’nin ödül şansı az Hafta sonunda İtalyan basınının acımasızca eleştirdiği Ferzan Özpetek’in, kanımca kendi içinde tutarlı ve başarılı filmi ‘Mükemmel Bir Gün’ de bu kategoriye giriyor. Tıpkı, hemen ardından izlediğimiz, İtalya’nın ikinci Altın Aslan adayı Pupi Avati’nin filmi ‘Giovanna’nın Babası’ gibi. Rahat izlenen, akıcı, özenli sağlam bir dönem filmi olan ‘Giovanna’nın Babası’nın, incelikli bir yorum sunan baş oyuncusu Silvio Orlando dışında ödül listesinin üst basamaklarına çıkması olasılığı düşük... Düşkırıklığı yaratan adlar arasında Barbet Schroeder ile Guillermo Arriaga da var. Fransa adına yarışan Schroeder, bir Japon edebiyatı uyarlaması olan ‘Inju, Gölgedeki Canavar’ ile, İtalyan filmlerinin düzeyinin çok altında kalmış. Bu dağınık, yüzeysel filmin baş oyuncusu Benoit Magimel’e yılın en şanssız aktörü teselli ödülü verilse yeridir! Michel Houellebecq’in kötü oyuncu yünetiminden geçtikten sonra, formunda olmayan bir Schoreder’le çalışmak şanssızlığına uğradığı için... Guillermo Arriaga’ya gelince, Charlize Theron’lu ‘The Burning Plain’ sıradan bir Hollywood filmi. Kesişen insan yazgılarını aynı tezgâhta dokumayı seçen senaryo türünün pürüzsüz yapaylığı, bırakın yeni sinemasal tadlar vermeyi, daha önceden tahmin edebileceğiniz ‘sürpriz’lerin çokluğu nedeniyle gerilim yaratmakta bile zorlanıyor. Sanki, kararakter tanımlarını veri olarak girdiğiniz, yapay zeka programlarıyla yüklü bir bilgisayardan, size olabildiğince geniş seyirci kitlelerine ters düşmeyecek formatta bir senaryo üretmesini istemişsiniz gibi... Sokak çocuklarının dramı... Festivalin ilk yarısında en çok alkış toplayan filmlerin başında, ‘Orizzonti’ (Ufuklar) bölümünde yarışan Marco Pontecorvo’un ‘PA-RA-DA’sı geliyor. Bilinçli ve sorumlu bir sanatçı kimliğiyle kotarılmış, hemen yanı başımızda yaşanan acı gerçeklere duygu sömürüsü yapmayan dikkatimizi çeken duyarlı bir toplumsal sinema örneği izliyoruz. Gillo Pontecorvo’nun oğlu olan Marco, Avrupa Birliği üyesi Romanya’da, Bükreş garı çevresinde eski vagonların içinde kendi hallerine terkedilmiş, fuhuşa itilmiş tinerci çocukların dramına, çözüm üreten bir bakışla eğiliyor. Gerçek olaylardan yola çıkan bu yarı belgesel filmde, çift kültürlü Fransız hokkabaz Miloud’un, Bükreş’te kendisine yardımcı olan sivil toplum kuruluşlarıyla elbirliği içinde, bu kimsesiz sokak çocuklarına sirk eğitimi vererek yaşamlarına anlam ve sevinç katma, sonra da onları Fransa’ya götürerek daha iyi bir gelecek hazırlama girişimlerini anlatılıyor. Romen ve Fransız yetkililerin bu çabalara destek vermek yerine, idari nedenlerle nasıl engel olduklarını da gözler önüne seren ‘PA-RA-DA’, etkileyici, duyarlı bir çağdaş politik sinema örneği. Çingenelere savaş açan Berlusconi İtalyasında, bu girişimlere karşı başlatılan direnişe de destek verdiği için daha da önem kazanan bir film... Valentino Venedik’te Bu arada, pırıltılı bir gala gecesi daha yaşanıyor Venedik’te!. San Marco meydanının yanıbaşında, 1996’da yandıktan sonra restore edilerek 2003’te perdelerini yeniden açan, 1792 doğumlu tarihi La Fenice tiyatrosundayız.. Ortalık ana baba günü. ‘Orizzonti-Eventi’ başlığı altında, moda dünyasının ünlü adı Valentino ile ilgili, Matt Tyrnauer imzalı belgesel film ‘Valentino:The Last Emperor’ın galası var. İtalyan yaratıcı Valentino’nun, defilelerde, lüks otellerde, televizyon platolarında, Paris yakınlarındaki saray yavrusu malikânesinde, moda, siyaset ve sinema çevrelerinin önde gelen adlarıyla içli dışlı geçen olağandışı yaşamını izliyoruz perdede... La Fenice, beşinci balkonuna dek, sanki bir defilede sahneye çıkacakmış gibi şık giyimli davetlilerle, birbirinden çekici güzel hanımlarla dopdolu. Işıklar yanar yanmaz, Valentino’yu bir kral gibi alkışlarken, yan gözlerle birbirlerini izlemeye başlıyorlar. Zaman ötesinden çıkıp gelmiş ve asla değişmeyecek izlenimi veren bu zarif kalabalık, gondollarla görkemli bir davete gidiyor... Bükreşli sokak çocuklarının kirli, umutsuz dünyalarından çok çok uzaklarda, bambaşka bir gerçekliği yaşıyoruz...İlgili haberler:Venedik'te bir animasyon ustasıÖzpetek ayakta alkışlandıValentino'nun yaşamı beyazperdedeKaplanoğlu ve Özpetek Venedik'te