Anadolu'daki son Ermeni köyü

Anadolu'daki tek Ermeni köyü olan Hatay'a bağlı Vakıflı köyü her yıl Ağustos ayında şenliklerin mekanı oluyor. Radikal yazarı Oral Çalışlar, köyle ilgili izlenimlerini kaleme aldı. Geçmişini arayanların buluşması Vakıflı köyünde, kilisesinin bahçesindeki erkek tuvaletinin kapısında bir kadın bekliyordu. Bana bir şeyler söylemek istiyor ve kapıya yaklaşmamı engellemeye çalışıyordu. Derdini anlatmakta güçlük çektiği belliydi. ‘İçerisi dolu’ demek istiyordu. Sonunda, “Orada avrat var” dedi ve beni durdurdu. Kibar giyimli 60’lı yaşlarındaki bu kadının ‘avrat’ sözcüğünü kullanması ilgimi çekti. “Siz nerelisiniz” diye sordum, “Ancarlı’yız, Cebel Musa’danız” cevabını verdi. Vakıflı köyünün düzenlediği şenlik sırasında ‘Ancarlı’nın ne demek olduğunu öğrenmiştim. Cebel Musa dediği de Musa Dağ’ıydı. Yani Vakıflı dahil yöredeki köylerin içinde bulunduğu dağı kastediyordu. Hemen başka bir soru daha sordum. “Burada hangi köydensiniz”, “Bitias’danız” dedi. Bartuk Kendirciyan, Nuritsa Kendirciyan ve Arşaluys Kendirciyan kardeşlerle böyle tanıştık. Bitias, şimdiki adı Batıayaz olan köyün Ermenilerin yaşadığı dönemdeki adıydı. Üç kız kardeş ilk kez dedelerinin, anneannelerinin yaşadığı yerleri ziyarete gelmişlerdi. Kendi köylerini gezdiklerini, yarın yeniden gideceklerini anlattılar. Çok heyecanlıydılar. Mutluydular, şenlik boyunca türkülere katıldılar, dans ettiler. Şenliğe dışarıdan gelen yalnızca Kendirciyan kardeşler değildi. Beyrut’tan, Şam’dan, ABD’den, Avustralya’dan, Fransa’dan, Kanada’dan, Almanya’dan, Ermenistan’dan gelenler vardı. Çoğunun kökü bu köylerdeydi. Yok olup giden bu köylerde, kendi geçmişlerini aramaya gelmişlerdi. Arkadaşım Tatyos Bebek, bir konuşma yapmam için beni Vakıflı Şenliği’ne davet ettiğinde hemen kabul ettim. İki yıl önce Hrant Dink hayattayken gitmiştim bu köye. Köylülere Hrant’ı da alıp geleceğim konusunda söz vermiştim. Bu sözümü yerine getiremedim. Hrant, görmeyi çok istediği Vakıflı’yı göremeden öldürüldü. Vakıflı, Türkiye’nin tek Ermeni köyü. Yan yana dizili altı Ermeni köyünden ve bir mahalleden günümüze kalan tek köy. Vakıflı, Musa Dağ’a çıkıp 1915 Ermeni tehcirine direnen insanların çocuklarının köyü... Tehcire direnenlerin çocukları Tatyos Bebek’in dedesi Tatyos efendi, 1939 yılına kadar Fransız yönetiminde kalan bölgede nahiye müdürlüğü yapmıştı. Tatyos’un dedesinden dinledikleri bir tarihti. Üzerine romanlar, sayısız kitaplar yazılmıştı. 1915 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Ermeni köylerinin sayısı altı idi, bir de Ermeni mahallesi vardı. Musa Dağı’nın eteklerinden başlayıp yukarıya doğru çıkan bu yerleşimler, Vakıflı, Kebusiye (bugünkü adıyla Kapısuyu), Hıdır Bek (bugünkü adıyla Hıdır Bey), Yoğunoluk, Hablak (ismi iki defa değişir, Hacı Habibli ve Eriklikuyu), Bityas (bugünkü adıyla Batı Ayaz veya Teknepınar) ve Yezur’du (bugünkü adıyla Azir). 1915 Ermeni Tehcir’i başladığında altı köy ve bir mahalle uzun tartışmalardan sonra direnmeye karar verdiler. Osmanlı birlikleri tehcir için köyleri boşaltın emrini verince Musa Dağ’ın tepesindeki Damlacık bölgesine çekildiler. Silahlandılar, orada yaşamlarını sürdürebilmek amacıyla okul ve hastane kurdular. Üzerlerine gelen Osmanlı askeri birliklerini defalarca püskürttüler. Tepeleri sisle kaplı olan bu dağın onları koruduğuna inandılar, ama ne kadar dayanabileceklerdi... Direnişlerinin 40. günü, epeyce yorgun ve bitkin düştükleri bir anda kıyıya yakın geçen bir Fransız savaş gemisine imdat işaretlerini ulaştırdılar. Çağrılarına gemiden olumlu yanıt geldi. 40 günün sonunda 3 bin kişilik topluluk gemilerle Mısır’a Port Sait Limanı’na gittiler. Bu direniş ve kurtuluş öyküsü, Avusturyalı yazar Franz Werfel’in ünlü ‘Musa Dağ’da 40 Gün’ romanına konu oldu. Osmanlı emri: Yedi gün içinde sürgüne gidiyorsunuz... 1891 doğumlu Movses Balabanyan 1915’te Musa Dağ’da yaşadıklarını yıllar önce şöyle anlatmıştı: “Ben çiftçiydim. Buğday, üzüm, incir yetiştiriyordum. İpekböceği de yetiştiriyordum. Dört oğlum vardı. 13 Temmuz 1915 günü Osmanlı hükümetinden yedi gün içerisinde sürgüne gideceğimiz emri geldiğinde, karımla beraber huzurlu bir yaşam sürüyorduk. Osmanlı 1914 yılından itibaren savaşa girmişti. Ermeni halkını rahatsız etmeye, göç ettirmeye başlamıştı. Bizim Hıdır Bey’deki Hınçaklar, Bay Ağasi ile birlikte Zeytun’a Osmanlıya karşı savaşmaya gitmişlerdi. Sonra, sıra bize geldi. Orduya asker göndermiş olan aileler sürgüne gitmeyecek demişlerdi; ama, sonra onları da sürgün ettiler. ‘Bizim Musa Dağ’ın yedi köyü toplantı yaptı,direnmeyi kararlaştırdı. Onlar şöyle yemin ettiler: “Ben burada doğdum, burada da öleceğim; ben köle gibi düşmanın emri altında eziyet çekerek ölmeye gitmem; ben burada tüfek elimde ölürüm; ama, muhacir olmam.” ‘Yoğunoluk köyünde Papaz Der Abraham Kalutsyan önder oldu. Halk dağa tırmanmaya başladı. Köyde tavuk dahi bırakmamayı kararlaştırmışlardı. Henüz dağın orta yerine tırmanmışken, 2 bin Osmanlı askeri geldi. Bizim sadece 300 adet ağızdan doldurmalı av tüfeğimiz vardı; Osmanlı’nın sayısı ise çok fazlaydı. Bizimkiler o kadar yiğittiler ve her taraftan o kadar saldırıyorlardı ki, Osmanlı dağın altında Fransız askerlerinin saklandığını ve bize yardım ettiklerini sandılar. O 2 bin askerin bir kısmı yok oldu, bir kısmı ise kaçtı. Aradan dört-beş gün geçti; 10 bin kişilik bir birlik geldi. Ertesi gün savaşmaya başladılar. Hava kararırken o 10 bin asker de kaçtı. Asker kaçtı gitti; pek çoğu öldü. Bir gün, her gün yaptığımız gibi, uzaktan geçen gemiler bizi fark etsin diye, ateş yakmıştık. Dikran Andreasyan da büyük harflerle ‘Sauvez nous!’ yazmıştı; bu Fransızca: ‘Bizi kurtarın!’ demekti. Beyaz bir çarşafın üzerine de kırmızı bir haç işareti dikmiştik. Uzaktan bir gemi göründü; gemideki bir asker bayrağımızı görmüş; kaptana anlatmış. Kaptan inanmamış. Sonra, kaptan dürbünle bakmış, yazıyı okumuş: “Bunlar Ermeni” demiş. O zaman, bizim Hacı Habibli köyünden Movses Kırıkyan soyundu; suya atladı. O iyi yüzerdi. Boynundan bir kutu asılıydı; içinde Fransızca bir mektup vardı. Yüzerek geminin yakınına ulaştı. Geminin adı ‘Guichéne’di. Onu gemiden görüp, suya küçük bir kayık indirmişler; kayıkta on kadar asker varmış. Kırıkyan’ı kayığa almışlar. Kırıkyan bunları görür görmez haç çıkarmış; yani, ‘Hıristiyanım’ demek istemiş. Onu kaptanın yanına götürmüşler. Kaptan tenekenin içindeki Fransızca mektubu okumuş. Gemide Diran Tekeyan isimli bir yüzbaşı da Ermeni’ymiş; o da ona: “Nerdesiniz?.. düşmanın mevcudu ne kadar?.. Ne kadar kuvvetiniz var?” diye sormuş ve ‘Direnin’ demiş. Kaptan ise: “Hiçbir şey yapamam; fazla silahım yok ki, size vereyim. Gemiden dışarı asker çıkarıp size veremem; ama, amiralim Port Said’de; ona bir telgraf çekerim; o ne cevap verirse, ona göre hareket ederim” demiş. Sonra, telgraf çekmiş. Amiralden şöyle bir cevap gelmiş: “Bizim orda cephe açmaya yetkimiz yok; birliklerimizin sayısı yetersiz; sadece, onları sekiz gün içerisinde Port Said’e nakledebiliriz.” Sekiz gün sonra bizi götürmeye geldiler. 14 Eylül’de dağdan kurtulduk. Her şeyi dağda bıraktık; ancak canımızı kurtarabildik. Port Said’de kumların üzerinde, çadırlarda yaşıyorduk. Her 20 çadır bir mahalle oluşturuyordu; o mahallenin bir çavuşu vardı. Gittiğimiz yerde hiçbir şey yoktu; ekmek bile dışardan geliyordu. Her şeyi biz inşa ettik; zanaatkârlar çalışmaya başladılar.” Hüzün, umut ve direniş: Vakıflı 15-16-17 Ağustos günlerinde Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı’da şenlik vardı. Hatay’ın Samandağ ilçesinin Musa Dağ bölgesindeki bu köyde artık 140 kişi yaşıyordu. İlk kez yapılan şenliğe, Avusturya, Almanya, Fransa, Kanada, Lübnan, Suriye ve Ermenistan’dan Ermeniler koşup gelmişti. Üç gün boyunca Türkçe, Ermenice, Rumca, Arapça şarkılar, türküler söylendi. Vakıflı 1915 yılında, bölgedeki yedi Ermeni köyünden birisiydi. Bu yedi köy tehcire karşı direndi ve dağa çıktı. 40 günlük direnişin ardından bir Fransız gemisiyle 3 bin köylü Mısır’ın Port Sait limanına ulaştı. Hatay, Fransız egemenliğine girince köylüler geri döndü. 1939’da Hatay Türkiye’ye katılınca onlara yine yol göründü. Gidip gitmemek için aralarında büyük tartışmalar, kavgalar yaşandı. Silahlı çatışmalara tanık olundu. Altı köyün sakinleri Şam ve Beyrut’un yolunu tutarken, Vakıflı köyü sakinleri burada kaldılar. Vakıflı yok oluşa direniyor... Şenlik bu ayakta kalışın ifadesiydi. Yörenin değişik din ve kültürlerden insanları, bu ayakta kalışa destek vermek için şenliğe koşup gelmişlerdi... Şenlikte hüzün ve umut iç içeydi... (Radikal, 23 08.2008)