Merkez Bankası’nın “arka kapı” operasyonlarının rezerv kaygılarını gündeme taşımasını değerlendiren DW Türkçe Ekonomi Uzmanı Uğur Gürses, krizin kötü yönetilmesinin durumu derinleştirdiğini düşünüyor.
Her ülke ekonomik ve finansal krize girebilir. Dışsal nedenleri de olabilir, “ev yapımı” da. Krize nasıl girildiği, o noktaya neyin neden olduğu bir tarafa; bizatihi krizi yönetirken yapılan hatalar o krizi daha da derinleştirebiliyor.
Türkiye’de bunun çok örneği vardır. 1994 krizinden 2001 krizine, en son da 2018’de girdiğimiz “tüm zamanların en büyük krizine”; kriz yönetiminde yapılan ağır yanlışlar ve kötü yönetim, krizi daha da derinleştirdi.
2018’de girdiğimiz kriz, 2015 yılından bu yana ertelenmiş, ötelenmiş bir krizdi. Adeta adrenalin takviyesi ile ayakta kalan ve “hiçbir şey yokmuş gibi” işlerin götürüldüğü bir süreç oldu. 2016 darbe girişimi sonrasında kamu bankalarının piyasaya likidite enjeksiyonları başladı. 2017’de ise Kredi Garanti Fonu çerçevesinde Hazine desteğiyle, o ana kadar verilmiş kredilerin kabaca yüzde 10’u kadar bir büyüklük ilave kredi olarak ekonomiye enjekte edildi.
Bunlar iktidara zaman ve kaybedebileceği seçimleri kazandırdı. Uzmanları görebiliyordu ki; ekonomik kriz için “uzatmalar” oynanıyordu.
2018 Temmuz ayı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan “yeni rejimin” başlangıcı oldu. Ekonomi yönetimi, bu seçimde Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan tarafından damadına Berat Albayrak’a teslim edildi.
Çoğu siyasi analist bunu “nepotizmin resmileşmesi” olarak görse de bunu ötesinde olan asli unsur, “damadı” olmasının da ötesinde Erdoğan’ın ekonomi gibi kırılgan bir alanı güçlü biçimde güvendiği bir kişiye teslim ediyor olmasıydı.
Burada tek sorun; damat Albayrak’ın kendine aşırı güveni idi. Temmuz sonrası Rahip Brunson krizi gibi büyük bir kriz sırasında da rahibin tahliyesi sonrasında da bu çok belirgin biçimde gözlendi; yasakçılık ve fiyat kontrolü.
Ekim ayı sonrasında, serbest piyasa işleyişlerine aykırı biçimde Albayrak yönetimince fiyatlara müdahaleler yapılmaya başlandı. Hem mali piyasa araçlarının fiyatlarına hem de reel kesimde gıda ve deterjan gibi dayanıklı ürünlere, beyaz eşya gibi dayanıklı ürün fiyatlarına kadar her alanda.
Kamu bankaları eliyle faizlere müdahaleden sonra, döviz kuruna müdahale de belirginleşince, piyasa uzmanları şunu sorgulamaya başladı; kamu bankaları bu “sat sat bitmeyen” dövizi nereden buluyorlardı?
Merkez Bankası’nın bilanço verileri gösterdi ki; kaynağın merkezi Merkez’di.
Merkez Bankası yöneticileri, Merkez Bankası’nı iktidarın arka bahçesi yaparak, “arka kapı” işlemlerle kamu bankalarına doğrudan ya da dolaylı olarak döviz aktararak nihai olarak kendisi döviz satmış oluyordu. Ne için? Oy kaybı olmasın diye.
Günümüzde kur rejimleri çoğu ülkede artık “serbest dalgalı kur rejimi” (Free float) biçiminde. Bu rejimde hükümet ya da merkez bankalarının bir kur seviyesi hedefi ya da taahhüdü yoktur. Kurların çok yıkıcı biçimde dalgalanması halinde istisnai olarak müdahale söz konusu olabilir.
Yönetilen dalgalı kur rejimi de (“kirli dalgalı” ya da “müdahaleli dalgalı” rejim de deniyor) piyasa koşullarında dalgalanan kurların belli bir bant aralığında dalgalanmasına izin verildiği, bant sınırlarında hükümet ya da merkez bankalarının müdahale ettiği bir kur rejimidir.
İşte son pratikte görüldü ki; Ankara yeni başkanlık rejimi ile yeni bir kur rejimi icat etti; “Arka kapılı dalgalanan kur rejimi”. Merkez Bankası’nın kura müdahale etmeyen bir duruş sergilediği, ama arka kapıdan kamu kuruluşu ya da kamu bankalarına döviz verip onlara sattırarak müdahale ettiği kur rejimi.
İşte bu yüzden, rezervler eriyip bu açık da swaplarla kapatılmaya çalışılınca, buna bir de bu işlemlerin nasıl bilançoya yazıldığı muğlak bırakılınca piyasa oyuncularınca daha büyük bir “kara delik” görülüyor. “Bu kadar döviz arka kapıdan mı buharlaştı?” diye soruluyor. Kur baskı altına girip yükseliyor.
İşte kriz ve krizin kötü yönetimiyle daha da derinleşen krizin hikayesi bu.
Bu satırların yazarı, 5 Nisan günü Merkez Bankası’na yazılı olarak sordu. Hiçbir yanıt alamadım. 8 Nisan'da DW Türkçe için yazdığım yazıda da bu konuya değindim: “Bu pazarda geçen işlemleri not eden uzmanlar, bankaların 25 Mart'tan 29 Mart’a kadar olan zaman diliminde Merkez Bankası’na 9.5 milyar dolar getirerek TL aldığını hesaplıyor. Oysa bu dönemde Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde bu kadarlık bir artış olmadı; artış sadece 2.9 milyar dolar oldu. Peki gerisi neredeydi? Yoksa “arka kapıdan” döviz mi satılmıştı? Bilmiyoruz. Şeffaflık da yok. Bunlar piyasa uzmanlarının seslendirdiği sorular.”
Aslında bu hesapta “gerisi” şu anlama geliyordu; swapla 9.5 milyar dolarlık giriş oluyorsa rezerv o kadar artmıyorsa aradaki fark satılmış ya da rezervden çıkmış demekti.
Bu tabloyla fatura durumun daha da kötüleşmesi oldu. Sermaye çıkışına yol açtı. 22 marta kadar üç ayda sadece ve sadece 586 milyon dolar gelmişken, üç haftada 1 milyar 536 milyon dolar çıkıverdi.
Merkez Bankası yetkililerince, bu swap işlemlerinin rezervi etkileyip etkilemediği FT tarafından sorulduğunda “rezerv sayılarını etkileyebilir” diye baştan savma yanıtlanması, bankanın kurumsal saygınlığına hasar veren çok ciddiyetsiz bir duruş.
Bu sorulara açık yanıt vermek yerine, sorun yokmuş gibi davranınca sorun ortadan kaybolmuyor, yok olmuyor. Son raddede uluslararası basının manşetine çıktığınızda çok geç oluyor.
Türkiye'nin risk primini patlatan, kurda yüzde 10'un üzerinde artış getiren bu yanlış politikalar, “ben yaparım olur” bakışının bir ürünü.
Seçimde iki büyük metropolü kaybeden iktidar, ekonomideki bu kötü yönetimin de bir katkısının olduğunu hesaba katıyordur.
Uğur Gürses © Deutsche Welle Türkçe