Uğur Gürses
Türkiye’de kurum ve kuralların çöküşünün resmiyete kavuşması için sanırım kendilerine “söz sırası” gelmesi gerekiyor: Mahkemelerin aldıkları kararların temyiz merci olan Yargıtay ve Danıştay’dan gelen yüksek yargıçlardan oluşan Yüksek Seçim Kurulu (YSK), sandıktan çıkan sonucu iptal etti. Basit bir ihtilafta bile mağduriyet ve cezalandırma için neden sonuç ilişkisi arayan yargıçlar, soyut bir itirazla seçim sonucunu ortadan kaldırıp yenileme kararı aldı.
Kurum ve kuralların altının boşalması, çökmesi ekonomi açısından da her daim kırılganlık nedeni. Çünkü sisteme olan güvenin temelini önemli ölçüde bu kurum ve kurallar oluşturuyor.
Şimdi 23 Haziran günü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi yapılacak. Bunun anlamı, ekonomik krizin ve belirsizliğin kabaca iki ay boyunca daha da derinleşerek devam etmesi.
2018’in son çeyreğinde yüzde 3 küçülen ekonomide, ilk çeyrekte de daralmanın devam ettiği öncü verilerden görülebiliyordu. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM), yılın ilk iki ayı ve kısmen açıklanan Mart ayı öncü göstergeleri ile yaptığı hesaplamalarla, 2019 yılının ilk çeyreğinde milli gelirin (GSYH) yüzde 4 oranında küçüleceğini tahmin ediyordu. Öyle görünüyor ki ikinci çeyrek de bu denli sert bir daralmayla devam edecek.
31 Mart seçimleri sonrasında Nisan ayı verileri de, Şubat ve Mart'ta ortaya çıkan küçük toparlanmaların yeniden düşüşe geçtiğini gösteriyordu. Nisan ayında İSO-IHS Markit tarafından derlenen verilerle hazırlanan satın alma yöneticileri endeksinde (PMI) Mart'a göre düşüş yaşandı. Mart ayında 47.2 olan endeks, Nisan ayında 46.8’e geriledi. PMI endeksi 50’nin altında ekonomik durgunluğa işaret ediyor.
Döviz kuru ise seçim iptali ile birlikte yeniden hızlı bir tırmanışa geçti. YSK’nın iptal ve yenileme kararı öncesinde kamu bankalarının döviz satışı ile 6 TL seviyesinde tutabildikleri dolar kuru Salı günü açılışta 6.20’ye yaklaştı. Böylece 31 Mart’tan bu yana kur artışı yüzde 11’e ulaştı.
YSK kararı sadece “teknik” bir seçim iptali olarak görülmüyor; aynı zamanda Türkiye’deki siyasi sistemin meşruiyetinin de altını boşaltıyor. Bu yüzden ekonomiye ve mali istikrara zarar verecek bir süreci de besliyor.
Ekonomik krize siyasi krizin de eşlik etmesi, sadece yerel bir sorun değil. Seçim yenilemesi, Haziran sonuna kadar Türkiye’ye akacak potansiyel sermayenin de durması demek. Hukukun üstünlüğünü kaybeden, keyfi ve otokratik bir çizgiye kayan ülke yönetimi, demokrasi hesabında elde kalan tek kurumu, yani seçim sandığını da devirmiş oldu. Kaybettiği seçimi tanımayan, ilgili kuruma yenileme baskısı yapan, bunu da başaran bir yönetim profili olan bir ülkede “sermaye kanaması” kaçınılmaz.
Son bir yıldır nette sermaye çıkışı olan bir süreç varken, böyle bir karar ve iki aylık bir belirsizlik eklenmesi özellikle şirketler kesiminin işini epey zorlaştıracak.
31 Mart sonrası için “seçim geride kalır, Ankara ekonomiye odaklanır, bir program ortaya çıkar” bekleyişi bir buçuk aydır umudunu kaybetmişti. Şimdi buna iki ay daha eklendi. Ancak şirketler kesiminde her şirketin bunu taşıma kapasitesi yüksek değil.
Türkiye’ye kredi açan dış kreditörlerin de baktığı bu; şirketler kesimindeki mali zorluklar.
Türkiye’de finans dışı şirketler kesimi, milli gelirin kabaca yüzde 80’i kadar borçlu. Bunun da neredeyse yarısı son 10 yılda oluştu. Kur artışı ile artan maliyetler ve ekonomik durgunluk şirketlerin mali gücünü zorluyor; konkordato ve iflas haberlerinin artmasının nedeni de bu.
Özel sektörün Mayıs ve Haziran aylarında vadesi gelen dış borç geri ödemesi sırasıyla 8.1 milyar ve 5.9 milyar dolar. Bu siyasi krizle birlikte, dış kreditörlerin belirsizliğe karşı temkinli durma bakışı kredi imkanlarını daraltacak.
31 Mart sonrası sergilenen ekonomi yönetimi ile seçim sonuçlarının iptal edilme olasılığının ortaya çıkması sonucu bir aylık sürede 1.8 milyar dolarlık portföy yatırımı ülkeyi terk etti.
Siyasi krizle derinleşmiş ekonomik krizde ise siyasi söylem, olan biteni komplo kuramıyla ve “dış düşmanla” açıklama eğiliminde. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan iptal kararının ertesinde yaptığı konuşmada, mali piyasaların seçim yenileme kararı sonrasındaki bozulmasına bakarak “Bugün önümüzde duran manzara tam bir ekonomik sabotaj halidir” dedikten sonra “Bir dönem şehirlerimizi kana bulayanlara ne yaptıysak bundan sonra da onu yapacağız. Sınırlarımıza dayanan teröristlere ne yaptıysak onu yapacağız. Ülkemizi uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak isteyenlere ne yaptıysak onu yapacağız” diyordu.
Geçen Ağustos ayındaki Rahip Brunson krizinde de tanık olduğumuz gibi; seçim ve seçmen kaygılı popülist ve muğlak bir “düşman saldırısı” içerikli açıklamalar yatırımcıları da tasarrufçuları da tedirgin ediyor. Ülkeye döviz getirmiş ama gelişmelerden kaygı duyarak bunu geri götürmek üzere çıkaran, diğer taraftan da bunu yaptığı için “ekonomik sabotajla” suçlanan yabancı yatırımcı ile tercihini döviz tutma yönünde kullanan yurtiçi yerleşikleri daha da tedirgin ediyor.
Öyle de görünüyor ki, 23 Haziran’a kadar kutuplaştırıcı ve sert söylem de, ülkeyi yönetenlerin yarattığı türbülans da devam edecek.
Madalyonun diğer tarafında, bu tablo göründüğü gibi hiç de karamsar değil: Toplum derinleşen krize, işsizliğe, yoksulluğa ve refah kaybına razı gelmeyecek ve 23 Haziran’da siyasi krizi çözecektir.