*Zeynep Miraç
Önümde bir fotoğraf karesi duruyor. Angela Merkel demode kesimli gök mavisi ceketiyle ayakta duruyor. Karşısında ABD Başkanı Obama, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Japon Başbakanı Abe... Bu erkek egemen siyaset arenasında tek başına sözünü geçiriyor.
Angela Merkel’in “dünyanın en güçlü kadını” sıfatını taşıdığı konusunda hemen herkes hemfikir. The New Yorker dergisine portresini yazan George Packer onu “Sessiz Alman” olarak tanımlıyor. Pek çok Alman onun için “Anne” diyor. Kimileri saygı duysa kimileri hor görse de izlediği siyaset bir ad kazandı bile: Merkeln (Merkellemek).
Gücü elinde tutmak güç kazanmaktan zordur. Merkel incecik bir ipin üzerinde karşı kıyıya çıkmaya çalışıyor şimdi. Aşağıda onu çiğ çiğ yemek için hazır bekleyenler var. Formdan düşmemiş bir ip cambazı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Arada bir Erdoğan’ın gelip ceketinden çekiştirmesiyle dengesini kaybetse de, şimdiye kadar ipten düşmemeyi başardı. Sonrası? Bilinmiyor.
Angela Dorothea Kasner, 1954’ün 17 Haziran’ında Hamburg’da doğdu. Annesi İngilizce ve Latince öğretmeniydi, babası ise bir Protestan papazı. Baba Horst Kasner ailesini de alıp Hamburg’dan Waldhof’a taşındığında yıl 1957’ydi. Herkes batıya giderken o tam tersini tercih etmişti. Anne Herlind bu tercihten hiçbir zaman mutlu olmadı.
Üç kardeşin en büyüğü olan Angela’nın ilk siyasi anısı, henüz inşa edilmekte olan Berlin Duvarı’nın kenarında oynamasıydı. “Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni hiç anavatanım gibi hissetmedim” diyecekti, “Çünkü hep aydınlık bir ruhum vardı. Çocukluğum gölge altında geçmedi, sonra da devletle sürekli çatışma halinde olmamaya dikkat ettim”.
Liseyi –hâlâ fırsat buldukça gittiği- Templin’de bitiren Angela’nın en iyi dersleri matematik ve Rusçaydı. Angela Merkel’e Rusça dersi veren öğretmeni yıllar sonra onu hep en arka sıradaki, neredeyse görünmez olan öğrenci olarak hatırladığını söyleyecekti. Fiziksel olarak pek kıvrak değildi, spor yapmaktan kaçındı. Diğer genç kızlar gibi flört etmekle, giyim kuşamla ilgilenmiyordu. Saçları “kafasına tas geçirilmiş gibi duruyordu” öğretmenine göre.
İyi bir öğrenciydi. İradesi, çalışkanlığı, zekâsı dikkat çekiyordu. Doğu Almanya’daki öğrencilerin pek çoğu gibi o da Özgür Alman Gençliği grubunun bir üyesiydi.
The New Yorker’daki portreyi kaleme alan George Packer’a konuşan eski Templin valisi Ulrich Schoeneich, Merkel’in bu grupta alelade bir üye değil propagandadan sorumlu bir görevli olduğunu anlattı. Ona göre Merkel doktorasını Özgür Alman Gençliği’nde aktif olması sayesinde alabilmişti. Bir keresinde Merkel de bu üyeliğinin “yüzde yetmiş oportünizm nedeniyle” olduğunu açıklamıştı.
Buna karşın biyografisini kaleme alan Evelyn Roll’un yayımladığı bir Stasi belgesinde Merkel’den “devlete karşı çok eleştirel” ifadesi yer alıyordu. Belgede, Merkel’in Polonya’daki dayanışma hareketinden etkilendiğini, Rus diline ve kültürüne hayranlığına rağmen Sovyetler Birliği’ni diğer sosyalist ülkelerin itaat ettiği bir diktatörlük olarak gördüğünü de yazıyordu.
Bilim Akademisi’nden arkadaşı Michael Schindhelm de The New Yorker’a o yıllarda Türk kahvesi içip sohbet ederken duvarın Batı tarafında daha iyi bir yaşam olduğuna dair sohbet ettiklerini anlattı.
Merkel’in o yıllardaki en büyük eğlencesi kamp yapmaktı. Seyahat tutkusu, Doğu Almanya’nın sıkı kurallarını aşamıyordu. Bulgaristan’a gidip yasaklı olan Yunanistan tepelerini seyredebildi ancak. Biliyordu ki yaşadığı ülkede 60 yaşından önce bu sınırları aşmasına imkân yoktu. Sabırlı olmayı henüz o yaşlarda öğrendi. Tıpkı Doğu Alman vatandaşı olan yaşıtları gibi...
1973’te Leipzig Üniversitesi’ne fizik okumaya gitti, dört yıl sonra burada tanıştığı bilim adamı Ulrich Merkel ile evlenip Doğu Berlin’e taşındı. Burada Bilim Akademisi’nde kimya çalışmaya başladı. Her ne kadar hâlâ o soyadını taşısa da evlilikleri 1981’e dek sürdü. 1986 hem kuantum kimyası üzerine doktorasını aldığı hem de ilk kez Batı Almanya’ya seyahat ettiği yıl olarak geçti kişisel tarihine.
9 Kasım 1989 günü ise her Doğu Alman gibi onun için de hayat bir kez daha başlıyordu. Duvarın yıkıldığı o akşam, her perşembe akşamı olduğu gibi arkadaşlarıyla saunaya gitmişti. Çıkışta kalabalığa katıldı, Bornholmer Caddesi’ndeki kontrol noktasından geçip kendini Batı Berlin’de buldu. Devam etmek yerine ertesi gün işe gidebilmek için geri döndü.
Artık ülkesi de değişmişti kendisi de. Duvarın yıkıldığı güne dek kulaktan kulağa konuşulan fikirleri yüksek sesle söyleyebilme imkânı doğmuştu. O da çevresinde olup bitene kayıtsız kalamadı ve Demokratik Uyanış hareketine dâhil oldu. Ertesi yıl aslında yabancısı olduğu bir topluluğa, Hıristiyan Demokratlar Birliği’ne (CDU) katıldı. Her şeyi olduğu gibi, bu topluluğun parçası olmayı da öğrendi. Aynı yıl Doğu Almanya’da ilk ve son kez demokratik seçimler yapıldı, Merkel de Maizier hükümetinin sözcüsü oldu. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra ise Alman Federal Meclisi Bundestag’a girdi.
1991 yılının 18 Ocak’ında Helmut Kohl hükümetinin Kadın ve Gençlik Bakanı olarak görevlendirildi, Kohl ondan “kızım” diye söz ediyordu. 1994’te ise artık Çevre Bakanı’ydı.
Siyasete de bilime yaklaştığı gibi soğukkanlılıkla yaklaştı. Hep bir planı vardı. Çevresindekilerle paylaşmadığı, sükûnet içinde tasarladığı planlar. Onunla fikir ayrılığına düşenlerin işi zordu. İnce ince düşünerek verdiği karardan döndürmek bir o kadar titizlik istiyordu. Aksiyona geçmeden önce sessizce durmak ve düşünmek çocukluğundan bu yana alışkanlığıydı. Suya atlamadan önce bir saat düşünen, laboratuvarda bütün erkekler düğmelere basıp dururken kenarda hareketsiz duran ama sonunda doğru hamleyi yapan yine oydu. Sessiz, gösterişsiz bir şekilde zafere yürüyüş. Süreçle değil sonuçla kazanılan güç.
Onu Batı Almanya’da büyüyen siyasetçilerden ayıran şey, başarıyı bir ölüm kalım meselesi olarak görmesiydi. Bunun için sabrı da vardı, azmi de... Henüz Çevre Bakanı’yken Gerhard Schröder’in ona “acınacak halde” demesini unutmadı. “Gün gelecek onu köşeye sıkıştıracağım” dedi, bunun için dokuz yıl beklese de başardı da...
1999 yılında partisinde bir yolsuzluk skandalı patladı. O sırada genel sekreter olan Merkel, basına bir açıklama gönderdi: “Kohl’ün artık çekilmesi gerekir”. Siyaset sahnesinde pek çok kez görüldüğü gibi, Kohl düşmanını koynunda beslemişti. Artık partinin genel başkanı olan Merkel, 2002 yılında soğukkanlı hamlelerinden birini yaptı. Şansölye seçimlerinde diğer CDU adayı Edmund Stoiber lehine çekildiğini açıkladı. Mağlubiyeti sezmiş, böylece Schröder’e karşı kaybeden Stoiber’i siyaset mezarlığına gönderivermişti.
2005 yılındaki seçimlerde şansölye adayı olduğunda üç dezavantajı vardı: Kadındı, boşanıp yeniden evlenmiş ve çocuk doğurmamıştı, Doğu Almandı. ABD’nin 2003’teki Irak işgaline destek vererek de dördüncü dezavantajı yaratmıştı. Ne gam!
Muhafazakârlar ve sosyal demokratlar arasında kurulan koalisyon sayesinde dokuz yıllık soğuk intikam yemeğini yedi, Schröder’i alt edip Şansölye seçildi.
1991’den bu yana her yıl bir portresini çeken fotoğrafçı Herlinde Koelbl, Time dergisine verdiği beyanatta “Beceriksiz ve utangaç olduğu zamanlarda bile gücünü, enerjisini hissederdiniz” diye anlattı Merkel’i. Siyasetçilerin fotoğraf çektirmekten hoşlandığını söyleyen Koelbl, Merkel’in bir istisna olduğunu belirtti: “Gösteriş herkes için Aşil’in topuğu gibidir. Ama Merkel gösterişçi değil, bu da onu koruyor.”
1990’ların ortasındayken Koelbl’e siyaseti bırakmayı düşündüğünü söyleyen Merkel, belli ki sonradan vazgeçmişti bu fikirden. Zaten yıllar içinde çekilen portrelere göz atınca ilk karelerde sıkılgan, ‘bitse de gitsek’ diyen bakışların yerini rahatlamış, kendinden memnun bakışların aldığını görüyorsunuz. Profesyonel bir el tarafından kesilmediği hemen anlaşılan kaküller yerini fönlü saçlara, makyajsız gözler ise rimelli kirpiklere bırakıyor yerini. İlk günlerde nereye koyacağını bilemediği elleri artık “Merkel dörtgeni” olarak anılacak kadar simgeleşen bir şekilde kenetleniyor önünde.
Zamanın onda değiştirmedikleri de var. Hâlâ Berlin’in merkezindeki mütevazı dairesinde oturuyor, alışverişini kendisi yapıyor, fırsat buldukça yemek pişiriyor, ikinci eşi Joachim Sauer ile birlikte klasik müzik konserlerine gidiyor.
İktidara geldiği dönem sadece Almanya için değil, Avrupa için de zordu. Ekonomik sallantılar bir türlü bitmiyordu. Kemer sıkma politikasını tüm çatışmalara rağmen savundu. Her seferinde bıçak sırtında girdiği seçimlerden, ülkesini Avrupa’nın lideri yaparak başarıyla çıktı.
Şunu da söylemek lazım. Merkel’in liderliği - orada “Ben koalisyonun bu ülkenin zararına olduğuna inanıyorum” diyen bir Cumhurbaşkanı bulunmadığından olsa gerek - hep koalisyon hükümetlerinde gerçekleşti.
Kriz anlarında, siyasi kararlarında referansı geçmiş tecrübeleriydi. Rusya’nın Ukrayna işgali sırasında ondan askeri müdahale talep edenlere Berlin Duvarı’nı örnek gösterdi. O zamanlar kimsenin Doğu Almanya vatandaşlarını korumak için böyle bir müdahaleye inanmadığını, çünkü bunun başarıya ulaşmayacağını bildiklerini söyledi.
Yunanistan iflasın eşiğine gelip üyesi olduğu Avrupa Birliği’ni zora sokunca da geçmişe dönmüştü, “Ekonomik çöküntüyü yaşamış bir ülkeden geliyorum” demişti, “Eğer uzun vadeli bir planla çözülmezse Avrupa artık müreffeh sıfatını taşıyamaz”.
Ortadoğu’daki savaş ona sonuçlarını geçmiş tecrübeleriyle ölçmesi zor bir sorun getirdi: Mülteciler. Hem ülkesinden hem de Batı’nın pek çok noktasından gelen “hain”, “aklını kaçırmış”, “bizi batıracak”, “terörü davet” etti suçlamaları arasında mültecilere kucak açacağını açıkladı ve Time dergisi tarafından “Özgür Dünyanın Şansölyesi” sıfatıyla Yılın Kişisi seçildi.
Gücü, kararları, hamleleri sınanıyor şimdi. Mülteci sorununu çözme yolunda kendine yeni bir sorun daha edindi: Recep Tayyip Erdoğan.
Erdoğan, Avrupa’ya mülteci akınını durdurmak isteyen Merkel’den taleplerini arttırdıkça arttırdı. Sonunda Alman komedyen Jan Böhmermann’ın Erdoğan için yazdığı şiir nedeniyle yargılanması talebi, Merkel’i köşeye sıkıştırdı. Avrupa; ahlak dışı AB-Türkiye Anlaşması yerine savunulacak bir yanı olmayan Böhmermann şiirini tartışmayı tercih etti.
Alman Cicero dergisinin yazarı Christoph Seils, Merkel’in sığınmacı krizi konusunda Türkiye ile anlaşma yapmak uğruna Avrupa’nın değerlerinden vazgeçebileceğini yazdı. The New York Times onu “fidyecilere taviz vermek”le suçladı. Tam da 1 Kasım seçimleri öncesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde ağırlandığı o altın varaklı koltuklarda otururken onu uyaranları dinlememiş, başına bunların geleceğini tahmin etmemişti.
Böhmermann ile ilgili “kasten yaralayıcı” şeklinde görüşünü açıklayarak hata yaptığını, ancak komedyen hakkında yargı yolunun açılmasına onay vermesinin doğru bir karar olduğunu söyledi. Ve ifade özgürlüğü sıralamasında bir anda kendini Erdoğan’ın yanına düşürüverdi. Şimdi bıçak sırtında yürüyor. Sadece ülkesindeki seçimlerde değil, tarihte yer alacağı sayfalarda da bir eşikte duruyor. Time’ın onun için kullandığı “Özgür Dünyanın Şansölyesi” sıfatı Demokles’in kılıcı gibi salınıyor başında.
Can Dündar’ın geçen hafta yaptığı Kilis ziyareti sırasında Merkel’e mektupla yönelttiği sorular sallıyor o kılıcı: “Yine sadece hükümet temsilcileri ile mi buluşacaksınız?”, “Yine bu ülkede hiç baskı yokmuş gibi mi davranacaksınız?” Merkel’in tarihin hangi tarafında duracağını görmek için onun kadar sabırlı olabilecek miyiz?