*Sibel Oral
Mezar taşında 1972-2015 yazıyor. Yanında Çekwar Aliş Çubuk. İleride Medeni Yıldırım, daha ileride yakın arkadaşı Tahir Elçi. Abdullah Erol’un mezar taşına, o 1972 ile 2015 rakamları arasındaki o kısacık boşluğa baktığınızda, Siirt’ten Ankara’ya dopdolu bir hayat görüyorsunuz. O boşlukta ağız dolusu bir hayat ve o hayatı mücadeleyle yaşamayı seçmiş bir adam var; bir oğul, bir kardeş, bir baba, bir eş... Davasına, diline, kimliğine, barışa inanmış bir adam ve tüm bunlar için hiç durmadan çalışmış, üretmiş, korkmamış bir Abdullah Erol.
Diyarbakır’da sıradan bir gün, Sur’da sokağa çıkma yasağının ise elli ikinci günü. Sabah bir ilköğretim okuluna bomba atıldı, birkaç mahalle daha boşaltıldı, barut kokusu ve yükselen kara dumanlar şehre hakimiyetinden ödün vermiyor.
Abdullah Erol’dan geriye kalanları konuşmak için kardeşi Fırat Erol’un evinin salonunda oturuyoruz; kahve, çay, iç çekişler, arada hangimiz nasıl bozsa diye çırpındığımız sessizlik, içeriden Berivan’la Nazdar’ın kıkırdamaları... Duvarda Abdullah Bey’in çerçeveletilmiş büyük fotoğrafı, altında “Seni Unutmayacağız” yazıyor. Fatiha okuyoruz. Kendimizi birbirimize, kendimizi hayata ve ölümü konuşmaya hazırlıyoruz. Evet, bir ölümün geride bıraktığı hayatı konuşacağız.
Ölümü değil hayatı konuşmak istiyorum. Mesela yüzünün sağ tarafından giren bilye parçalarını yahut cenazesine saatler sonra nasıl ulaşıldığını değil de hayallerini, sevinçlerini, geleceğe dair planlarını... İzin vermiyor ama yaşadıkları. Hayattayken de bir gün sanki tüm bunların olacağını seziyormuşcasına yaşamış Abdullah Erol. Ölümün böylesi ona yakışırmış gibi. Mezar yerinden cenazede fotoğrafını kimin taşıyacağına kadar her şeyi söylemiş, şehit olacağını, barış için öleceğini biliyormuşçasına. Eşi Necla Hanım, “Sanki bütün senaryoyu o yazmış gibi. Bize onun söylediklerini yaşamak düştü” diyor.
Ben yine de ısrar ediyorum; sevinçlerine, sevdiklerine, inandıklarına yürümek onları öğrenmek, onları yazmak istiyorum. Öğreniyorum da hayatı direnişin coğrafyasında başlamış, yumruğu havada, sesi hep gür, dört duvar arasında bile pes etmemiş o adamın hayatını.
Yıl 1972. Siirt’in Baykan ilçesinin Ormanpınar Köyü. Abdullah Erol, dokuz kardeşin sekizincisi olarak doğuyor ve belki de en farklısı. Naylon poşete koyduğu kitap defteriyle gittiği köy okulunun birincisi. Beline kadar kara bata çıka ilçeye gazyağı almaya giderken de aç kurtlardan yana korkusuz. Tarlada kendi işini bitirip kardeşi Fırat’a yardım ediyor. Okumayı seviyor, ilkokul ortaokul derken Dicle Üniversitesi MYO Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü, sonrasında yol ikinci üniversiteye kadar uzanıyor. Babası Selahattin imam. Kardeşler ya tarlada ya okulda, anne evde. Her şey normal devam ederken, bir kuşağın hiç unutmayacağı o yıllar tarihe yazılıyor.
Kardeşi Fırat Erol anlatıyor: “Doksanlı yıllar işte... Dağıldık. Baskılar vardı. Köy koruculuğu sistemi getirdiler, biz istemedik, kaçtık. Babamız imamdı, çok baskı vardı. Faili meçhul zamanları işte, Abdullah da hedefteydi. Babam İstanbul’a gitmişti. Abdullah İstanbul’da kaldı bir süre, 1994 yılında Diyarbakır’a döndü. Biz ticaret yapıyorduk, o da Bayramoğlu’nda bir dükkân açtı, ben Diyarbakır’a gelir gelmez dükkânı bana bıraktı, HADEP Merkez İlçe Yönetim Kurulu’na girdi.”
Anlatılanlara göre Abdullah Erol, babası Selahattin ve abisi Veysi Erol’un siyasi fikirlerinden etkilenmiş gençliğinde. Sık sık onlarla konuşurmuş, gerçi ait olduğu coğrafyanın çizdiği kader de bu elbette ama sanki Abdullah Erol'da başka bir şey var.
Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Diyarbakır Demokrasi Platformu, İnsan Hakları Derneği, GÖÇ-DER, KURDÎ-DER ve Uluslararası Af Örgütü Diyarbakır Şubesi gibi birçok sivil toplum kuruluşunda yıllarca çalışmış. Tahir Elçi'yle de İHD’de birlikte çalışmışlar. Patlamadan sonra Elçi, Erol ailesine hukuki süreci takip edeceğini, ne yapılması gerekiyorsa bizzat yapacağını söylemiş. Taziye evi ve cenazede varlığını esirgememiş, gözyaşı dökmüş, bir kürek de o atmış “Abdullah Arkadaş”ın mezarına...
Her şeye ve herkese yetişmeye çalışırken arada eşi, sağlık görevlisi Necla Hanım’la tanışıyor, evleniyor, dünya güzelleri sekiz yaşındaki Nazdar'la iki yaşındaki Dıldar’ı dünyaya getiriyor.
Necla Hanım anlatıyor: “Devlet hastanesinde tomografide çalışıyordum. Ortak arkadaşlarımız varmış, sormuş beni arkadaşlardan, beğenmiş. 2007’de nişan, 2008’de düğün yaptık. Severek evlendik, her şeyi kendimiz yaptık. Tatlı koşturmalardı. İlk evimizi Ofis’te tuttuk, birlikte temizledik, birlikte döşedik. Bildiği kadar ev işi yapardı, bana yardım ederdi ama daha çok çocuklarla ilgilenirdi. Nazdar’da benden çok onun emeği var. Çok hareketli bir insandı, çok kitap okurdu. O kadar enerjikti ki şaşırırdınız, herkese, her şeye yetişirdi... Kimseyle küs kalmazdı, haklı olsa bile.”
Abdullah Erol’un hayatı doksanlardan itibaren gözaltılarla dolu. Doksanların ilk yarısında Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi, 29. koğuşta yeni bir hayat başlıyor Erol için. Kardeşleri her ziyaret gününe gidiyor. Her seferinde de yeni kitaplar istiyor Erol. Koğuştaki arkadaşları için de birçok şey... Komünal yaşama alışıyor, orada daha çok okuduğu için de mutlu üstelik. Sesi de kısılmamış, hâlâ duvarların ardında barış ve eşitlik isteğini dile getiriyor. Vazgeçmiyor, korkmuyor. Birkaç yıl sonra uzun bir gözaltı daha, yıl 1998. Arkadaşlarıyla birlikte içeri alınıyor, hücrelere dağılmışlar. Abdullah Erol susmuyor, “faşistler” diye bağırıyor, slogan atıyor. O bağırdıkça şiddet artıyor. Arkadaşları ''Abdullah arkadaş sus, sen bağırdıkça biz dayak yiyoruz'' diyorlar ve yıllar sonra onun korkusuzluğunu o korkunç günün anısıyla bugüne taşıyorlar.
Selahattin Demirtaş’ın da şahit olup yıllar sonra anlattığı bir gün var, Fırat Erol aktarıyor bize: “Demirtaş da hep anlatır, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının yıldönümünde Diyarbakır’da insan hakları gözlemcisi olarak olan biteni takip ediyorduk. Şurada dört yol vardır, orada bir tek slogan sesi duyduk. Bir kişi bağırıyor. Polis çullandı o kişinin üzerine. Öyle bir hal var ki, öyle gergin bir ortam ki o an kimse kafasını pencereden bile çıkaramıyor. Ama işte bir kişi bağırdı, slogan attı. Abdullah’tı. 20-30 polis üzerine çullandı, bunun sesi daha da yükseldi, polisler daha da çoğaldı. Demirtaş hep söyler bunu, çok cesur, korkusuz biriydi Abdullah arkadaş...”
Bu başına gelen ilk değil, öncesi de sonrası da hep var; yıllara yayılan işkence odaları, tutsaklık, sayısız gözaltılar. Güzel şeyler de var tabii; kitapları mesela. Bugün ondan kalan Koestler, Kant, Freud, Chomsky, Descartes ciltleri... Bunların dışında 12 Eylül ve Kürt sorununa ilişkin çalışmalarla, insan hakları raporları doldurmuş raflarını.
Daha da güzel şeyler; ailesi, çocukları, gezmeyi sevdiği Mardinkapı, çok sevdiği yemekler olan balık, mercimek çorbası. Ve fırsat buldukça eline aldığı sazı, o sazın tellerine vururken söylediği ''Çeşmi Siyahım'' türküsü. Dinlemeyi çok sevdiği İlkay Akkaya, Ahmet Kaya...
Bir de Giresun var, tabii. Abdullah Erol 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP üçüncü sıra Giresun adayı. Kendi özellikle istemiş. “Kolay işi herkes yapar, kolay yere herkes gider” demiş. Herkes onu öyle anlatıyor: “Yaptığı işlerde ve yerlerde hep en zor yerleri, en güç işleri üstlenirdi.” Giresun serüveni de öyle başlamış.
“Karadeniz halkına Kürtlerin yaşadıklarını anlatmaya çalışacağım... Giresun’a kazanmak için değil, burayı anlatmak istediğim için gideceğim” demiş.
Yapmış da. Öğrenci evlerine, sivil toplum kuruluşlarına, esnaflara, kimseyi kimseden ayırmadan herkesin kapısını tek tek çalıp anlatmış. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin oyları Giresun’da yükselmiş. Kasım için de umutluymuş, Ankara’dan dönebilseymiş Giresun’a gidip seçim çalışmalarına devam edecekmiş.
Nazdar giriyor içeri. Göz göze gelmiyor benimle, biliyor babasını konuştuğumuzu. Gülümseyip yaklaşmaya çalışıyorum, olmuyor, yokmuşum gibi davranıyor. Annesinin telefonunu alıp duvarda asılı büyük fotoğrafın fotoğrafını çekiyor. Çünkü evde bu fotoğrafı yokmuş babasının, evdekinin altında “Seni unutmayacağız” yazmıyormuş. Gidiyor sonra. Necla Hanım “Bir gün Nazdar’a ‘Ölürsem fotoğrafımı sen taşırsın’ demişti. Kızmıştım. ‘Ne biçim konuşuyorsun’ demiştim. ‘Öleceksem şerefimle, onurumla ölürüm, kızım da gurur duyar’ dedi.''
“Nazdar ne yaptı cenazede” diye soruyorum. “Gelmedi” diyor. “Gelmek istemedi, ben de zorlayamadım. Üstüne varamadım Nazdar’ın, çok düşkündü babasına. Cenazeden üç gün sonra ''Anne beni babama götür'' dedi, gittik. Her şeyi biliyor, her şeyin farkında, zaten Abdullah her şeyi anlatırdı ona... O da böyle bir ölüm istiyordu. 'Ben ölürsem her Perşembe gel' diyordu, gidiyorum şimdi.”
19 Temmuz 2015 sabahı Suruç’tan geliyor Abdullah Erol. Bir gün sonra, 20 Temmuz’da Ankara’nın habercisi Suruç Katliamı oluyor. Yıkılıyor Abdullah Erol. Necla Hanım’a “Yazık, çok gençler. Anne babaları çok üzülecek. Bana bir şey olursa, çocuklar sana emanet. Sen her zaman güçlü ol. Gözyaşlarını kimse görmesin...” diyor.
Bunları anlatırken Necla Hanım’ın gözlerinden akan yaşları görmezden geliyorum. ''Neler kızdırıyordu'' onu diye soruyorum. “Medya” diyor Necla Hanım ve devam ediyor: “Medyayı sevmiyordu. Ama geceleri tartışma programlarını izlerdi, her tarafı takip ederdi. Med Nuçe’yi de CNN Türk’ü de, İMÇ’yi de NTV’yi de... Hepsini karşılaştırır, irdelerdi. Gazeteleri de öyle. Tek bir taraftan takip etmezdi, çok meraklı, çok çalışkandı. O enerjiyi, azmi nereden bulurdu şaşırırdınız. Çok üzülüyordu olanlara. ‘Abdullah ne olacak?’ diye soruyordum, ‘Böyle bitmez, elbet düzelir’ diyordu.”
Abdullah Erol’un yeğeni Ferhat Erol’a dönüp soruyorum, “Ne olacak” diye... Ferhat pencereye bakıp, “Tanklar Sur’u bombalıyor, sesler eve kadar geliyor. Ama her şeye alıştık, nasıl alıştık aklım almıyor. Her şey olağan gibiymiş davranıyor herkes ama orada insanlar yaşıyor. Kimse sesini çıkarmıyor. Ankara’ya giderken üç dört aramadan geçerdik. Bu insanlar bir tane aramadan geçmiyor. Ankara’nın göbeğinde bomba patlatacaklar ve devletin bundan haberi olmayacak.”
Fırat Bey: “Patlamadan beş dakika önce bütün polisler lavaboya gitmiş, dışarıda polis yokmuş. Nasıl oluyor?”
Ferhat hatırlatıyor: ''Ne Roboskî, ne Suruç, ne Ankara, Ne Tahir Elçi... Hiçbiri aydınlanmayacak, devlet kendi parmağı olduğu katliamı niye aydınlatsın?''
''Kimse aradı mı sizi'' diye soruyorum. “Kimse aramadı, hükümetten bir başsağlığı gelmedi. Bir Abdullah Gül, o da Selahattin Demirtaş aracılığıyla diledi... Bizim bir umudumuz yoktur.” Ve bir cümle dökülüyor Fırat Bey’in dudaklarından: “Hiçbiri bu ölümü hak etmedi.”
Sonra Necla Hanım konuşuyor son kez: “Gitme dedim, ‘Barış Mitingi, ne olacak Necla’ dedi. Burada olsaydı biz çoluk çocuk giderdik. Dünya Barış Günü’nde gidiyorduk hep. Barış Mitingi değildi, savaş mitingiydi. Onlar savaş başlattılar.”
Son: * Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.