Ankaralı Philippe eski dostlarla

Ankaralı Philippe eski dostlarla
Ankaralı Philippe olarak tanınan, eski Fransız Elçiliği Müsteşarı Philippe Baude'ye en anlamlı 80. yaş hediyesi 'Eski Dostlar' şarkısı oldu. Figen Batur, doğumgünü Türkiye'de geçirmek için 5 günlüğüne İstanbul'a gelen Ankaralı Philippe için dostlarıyla birlikte hazırladıkları sürprizi Hürriyet gazetesinde yazdı.  Figen Batur'un Gözden Kaçmasın'daki yazısı;Fikir aslında benim mutfakta pişti. Bir pazar öğle vakti, kare masanın etrafına oturmuş bir yandan yer bir yandan yarenlik ederken laf lafı açtı, biraz da ortaya karışık nostalji misali gelip Ankara günlerine dayandı. İçimizden biri, o günlerdeki hal-i pür melâlimizi yâd etti, diğeri uzun uzun içini çekti, bir diğeri başını sallamakla yetindi. Böyle geçmişe dönük sohbetler genizde buruk bir tat bırakır ve laf dönüp dolaşıp Kimler Geldi Kimler Geçti’ye dayanır ya... O gün de aynen öyle oldu. Şu otuz yıl içerisinde gerçekten de kimler gelip geçmemişti ki? Gelenler yeni bir renk, yeni bir ses, yeni bir heves olarak hoş gelmiş sefa getirmişlerdi. Geçenler bir tür parantezdiler. Kalacaklar sanmış, yanılmıştık. Açılmış, yaşanmış, kapanmış hikayeler. Peki ya bırakıp gidenler? Birinin bile adını anacak olsak genzimizdeki buruk tadın yerini acıya bırakacağı kesindi. Sohbetin devamında kalanlara sarılmamız da zaten bu yüzden. Farklı yerlere savrulan hayatlarımızda kimler kalmıştı sahi? Yüzlerce kez birlikte sofraya oturduğumuza göre birbirimize kaldığımız belliydi de... Ötekiler? Tatlıya geçtiğimizde kararımızı vermiştik. 16 Ocak’ta 80. yaş gününü kutlayacak Philippe’i buraya çağıracak ve ona çok sevdiği Eski Dostlar şarkısını dinletecektik. Philippe’ti o. Çengellimiz. Her birimizin hayatında olan, kalan, usulca yüreğe ilişenimiz. Öğle yemeğini izleyen günlerde Ertuğrul, Philippe’i, onun hayatımızdaki yerini ve aldığımız kararı anlatan sıcacık bir yazı yazdı. Ankara’daki o iki katlı evde geçirdiğimiz günleri, gölgesinde şakayıklar açan vişne ve elma ağaçlarıyla dolu bahçede sabahı ettiğimiz geceleri anlatan bir yazı. Philippe’in hayatımıza girmesi 1980 yılına rastlar. Kendisi göreve başlamak için Ankara’ya tam da 12 Eylül sabahı gelmiş, sokağa çıkma yasağı yüzünden havaalanında saatlerce bekledikten sonra askerler dışında sadece sokak kedileriyle köpeklerine rastlanan ıssız caddelerden geçip yorgun argın Gaziosmanpaşa’daki eve ulaşmış ki kapı duvar... O koşullarda kim, hangi ev sahibi, hangi emlakçı, hatta hangi elçilik görevlisi gelecek de kapıyı açacak? Bir süre kapının önünde oyalanmışlar, onlara hoş geldin dercesine eşikte bekleyen kara kediyle oynamışlar, sonunda da ailenin küçük kızının aralık bir pencereden süzülmesiyle dört yıl mesken tutacakları eve girmeyi başarmışlardı. Elbette Ankara adını verdikleri yavru kediyi de sahiplenerek. O yılllarda Ankara gerçekten de o kedi yavrusu gibiydi. Dünyayı doğup yaşadığı sokak belleyen, görenlerin uğursuz diye baş çevirdiği sıska, ürkek, sevimsiz mi sevimsiz bir kedi. Ama bize öyle gelmezdi. Gençtik. Serseriydik. Ümitliydik. Ne yapacağımızı bilmesek de ne yapmayacağımızdan emindik. Keskin çizgilerimiz vardı. Siyahla beyaz en sevdiğimiz renklerdi. Griye tahammül edemezdik. Gençlik insanın hem en keskin hem de ötekine en açık olduğu dönemdir ya biz de öyleydik. Sayımız da az sayılmazdı hani. Bayağı kalabalıktık. Arkadaşlarımızın arkadaşları arkadaşlarımızdı. Ne yapacaksak birlikte yapacaktık. Philippe bizi nasıl ve nereden buldu bilmiyorum. Ama elçiliklerde haleften selefe geçen davetli listelerinde yer alan küflü isimlerden hiç mi hiç hazzetmediğini biliyorum. Önce birimizi buldu herhalde, sonra da hepimizi. Evi büyüktü, açıktı, sıcaktı. Bol kahvesi ve nefis şarapları olan sıcacık bir ev. Duvarlarında on bine yakın kitabın dizildiği ve ulaşamadığımız her kitabı çıkarıp ödünç verdiği muazzam kütüphane de cabası. Israrlı davetlerini önce bu bolluktan yararlanmak için kabul ettik sanırım. O yıllarda piyasada zerresi bulunmayan kahveyi doya doya içebilmek, sirkeden farksız papazkarasından farklı bir şarap tadabilmek, en önemlisi de elimiz ayağımız donmadan rahatça sohbet edebilmek için. Sonra yavaş yavaş onu tanıdık. Çıkarcılığımız yerini hayranlığa bıraktı. Farklı kadınlardan altı çocuğu vardı. İçlerinde garip Uzakdoğu dilleri de olan yedi dili sullar seller gibi konuşuyordu. Gençliğini Bangkok’ta geçirmiş ve bu küçük ülkenin çocukluğunda ona öğretilen koyu Katolik ahlakına hiç mi hiç benzemeyen kültürüyle yoğrulmuş olduğundan, tanıdığımız hiçbir batılıya benzemiyor, nev’i şahsına münhasır her insan gibi suçlamadan, yargılamadan, her şeyden önemlisi de öğretmeye kalkışmadan değdiğini değiştiriyordu. Bizleri de değiştirdi. Siyah beyaz hayatımıza renkleri getirdi. Griyi sevmeyi bile öğretti Ve fark ettirmeden elimize hayat denilen maceranın inceliklerini verdi. O yüzden çengellimiz ya zaten. DAVET, HAYATININ SAĞLAMASI GİBİYDİ Beş gün. İstanbul’da beş gün kalacak. Hemen karşılama komitesi olarak çalışmaya koyuluyoruz. Ne sever ne sevmez, listeler yapılıyor. Oburdur hazret, mantı deyince gözü açılır, tandır deyince ağzı sulanır çünkü. İlk gece benim evde o çok sevdiği mantıyı yemeye, ertesi gece Aydın ve Canan Uğur’un davetlisi olarak Borsa’ya gitmeye, sonraki gece yaş gününü kutlamak için Ertuğrul ile Tansu’da toplanmaya karar veriyoruz. En son gece de evli evine köylü köyüne gitsin, şaka değil 80’ine basacak, yorulur diye düşünüyoruz. Yorulmak mı? Vehmetmişiz. Bu gece programı. Bir de gündüz faslı var elbet. Beş günün sonunda biz hafiften serildik ama yorulur dediğimiz Philippe dimdik geldi, dimdik gitti ne yalan. Müthiş heyecanlı ve müthiş keyifliydi. Bu davet hayatının sağlamasıydı sanki. O başından beri bu değerlerle yaşamamış mıydı? Sevecek, paylaşacak ve karşılık beklemeden vereceksin. Hayatını ancak o zaman ömre çevirebilirsin. BEŞ GÜN GÖZ AÇIP KAPAYANA KADAR GEÇTİ Çekirdek aile olarak her daim yanındaydık. Yedik, içtik, konuştuk, dinledik, anlattık, güldük, hatırladık. Türkiye’yi nasıl yakından izlediğini görüp şaşırdık. Havalanından şehre gelirken gördüğü yapılaşma, viyadüklerle birbirine bağlanan otoyollarıyla, pıtrak gibi biten ve eski mahallelerin yerini alan uydu kentleriyle İstanbul bıraktığı şehre benzemiyordu, değişmişti. Hem zenginleşmiş hem fakirleşmişti. Seyyar satıcıların ve ahşap evlerin azaldığını görüp hayıflandı. Köprüdeki balık ekmekçileri görüp rahatladı. Televizyonda Gazze’yle harmanlanmış Ergenekon haberlerini izledikten sonra Nobel ödüllü Jacques Monod’nun lafını hatırladı. Hani kendisine “Dünyadaki tek değişmez nedir” diye soran gazeteciyi “Amazon’daki en ilkel kabileden en kalabalık metropole varana dek her toplulukta rastlanan aptalların oranı” diye yanıtlayan adamı. Ve yaş günü gelip çattığında ve karşısında yirmi dört dost bulduğunda ve pırıl pırıl üç müzisyen Eski Dostlar şarkısına başladığında... Ağladı, ağladı, ağladı.