Bazen düşünüyorum. Acaba diyorum; Abdullah Öcalan, Mülkiye’den ayrıldıktan sonra dağa çıkmayıp Ankara’da kalsaydı bugün nerede olurdu? * * * Bir ihtimal, Mahir Çayan veya Deniz Gezmiş gibi bir yol kazasına uğrayabilirdi. Hadi diyelim hayatta kaldı. Mukadderat acaba onu bugün hangi cepheye, hangi mevziye götürürdü. Atak çocuktur! Bir ihtimal, alnına “dönek” yaftasının yapıştırılacağı bazı mahallelere sürüklenirdi.Dünün ayıplanan, ezilen; bugünün ise muktedir ve ezen; dünün mazlum, bugünün en zalim, “en mutena semtlerine”. Mesela, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar veya Şahin Alpay’ın komşusu olabilirdi. Sittinsene muhalefette, azınlıkta kalmanın hıncını alır, çoğunlukta olmanın keyfini çıkarır, tahakkümün karşı konulmaz hazzını sonuna kadar tadardı. Veya karşı mahalleye gidip, Doğu Perinçek gibi sittinsene muhalefette kalmanın, iktidara geçmeyi reddetmenin; “Ben mazlum doğar, mazlum ölürüm” nakaratlarıyla bu tercihin bedelini ödüyor olabilirdi. Kimbilir belki de yarım kan Türk olma kontenjanından bugün Silivri’nin sakinleri arasına katılıp suçunun ne olduğunu öğrenmenin 700’üncü gününü kutlardı.Ama yolu İmralı’ya çıktı. İmralı ile Silivri arası kaç kilometre? Siz deyin 50 ben diyeyim 75, bilemediniz 100. Kader güzergâhınızı 5 derecelik açıyla değiştirse, İmralı yerine Silivri’desiniz. Bir ihtimal daha var. Belki de benim gibi bir gün o mahallede, bir gün karşı tarafta biçare, avare dolaşır; bir gün o tarafta sille tokat dayak yer, ertesi gün karşı mahalleye geçince, bir meydan dayağı da orada yerdiniz. Bizim kuşağın ve bir ertesinin Ankara cenahından çıkanlarının güzergâhı genellikle iki mahalleye bir de mahallesizliğe çıkardı. Emin olun Abdullah Öcalan dağa çıkmasaydı, Ankara’da kalsaydı, hayat bugün onu bu saydığım insanlardan birine komşu yapardı. * * * Nereden biliyorsun derseniz, çünkü ben bu ülkede Öcalan’ın psikolojisini en iyi okuyan, onun konuşmalarını en iyi inceleyen insanlardan biriyim. Belki de en iyisiyim. Bu bilgim ve tecrübemle şunu söyleyebilirim. Abdullah Öcalan, Türk Devleti’nin Kürt kesiminde, “dilinden en iyi anlayabileceği” insandır. Çünkü bütün davranışları ile tipik bir “Ankara karakteridir”. 1990’lı yıllarda verdiği mülakatlarda en çok özlediği şeyin “Sakarya Caddesi’nde bira içmek” olduğunu söyledi. “Antalya’da limanın kirlenmesinden söz etti.” Siz hayatınızda Thames Nehri’nin kirlenmesinden söz eden IRA yöneticisi gördünüz mü? O nedenle eskiden beri hep şunu söyledim. Türkiye Öcalan’ı karşısına oturtup konuşmakta geç bile kaldı. Şunu da söyleyeyim. Ankara’da benim gibi düşünen siyasetçi ve güvenlik yetkilisinin sayısı hiç de az değil. * * * 12 Eylül referandumu artık Ankara’ya cesaret vermelidir. Türkiye’nin yüzde 58’i, “Habur sendromu”nu mesele etmedi. Öcalan’la görüşme iddialarını elinin tersiyle itti. Bütün bunlar “açılım politikalarında” daha cesur davranmamıza “vize” olarak yorumlanabilir. Dikkat edin “Davranmamıza” diyorum. Ben de bir köşe yazarı ve vatandaş olarak elimi taşın altına koyuyorum. Artık tanıdığımı sandığım ve tanıdıkça daha çok beğendiğim Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bunu, en azından istismar etmeyeceğine eminim.Korkmaya gerek yok. Hedef “tricolor”, üç renkli Türkiye’yi bir arada barış içinde yaşayan insanların ülkesi haline getirmek olmalıdır. Çetin Bey’i Ahmet öldürttü! AHMET Özal konuştukça zaman ve mekân kavramı kayboluyor. Dün bir yerde bana cevap vermiş.Gazete kâğıdına koyduğu fon nedeniyle Turgut Özal’a yazdığı ve üslubunu benim de tasvip etmediğim mektubu hatırlatıyor ve “O mektup yayınlandığında Ertuğrul Özkök Hürriyet’in genel yayın yönetmeni değil miydi” diyor. Söyleyeyim Ahmet’çiğim. Değildim. O tarihte ben Hürriyet’in Ankara temsilcisiydim. Genel yayın yönetmeni ise suikasta kurban giden Çetin Emeç’ti. Bahsettiğin mektubu da o kaleme almıştı. Şimdi bil bakalım o mektubun yayınlandığı akşam Başbakanlık Konutu’nda babanın yanında kim vardı? Ben... Evet baban beni çağırıp sıcak bir sohbet yapmıştı. Bak şimdi ne yapacağım. Sen komplo teorilerine çok düşkünsün değil mi. Al sana nur topu gibi bir komplo teorisi. “Çetin Emeç’i, babana yazdığı o mektubun intikamını almak için sen öldürttün.” Bu da sana manşet olsun Ahmet’çiğim... Hadi ispat et bakalım öldürtmediğini. (Ertuğrul Özkök/ Hürriyet/ 24 Eylül 2010)