Ardan Zentürk
Son sözü baştan söyleyeyim: Bu yazı, aralarında benim de bulunduğum “bir grup gazetecinin” Hizmet Hareketi’nin manevi önderi Fethullah Gülen ile yapmış olduğu görüşmeye dönük eleştirilere bir yanıt değildir. Bu “tartışma”(?) çerçevesinde gazetecilik mesleği ile ilgili dile getirilen görüşler, eğer genel kabul görürse mesleğe yeni başlamış veya mesleğinin henüz emekleme döneminde olan genç meslektaşların geleceklerine son derece olumsuz etki yapma gücüne sahiptir. Yazı, esas olarak genç meslektaşları bu “örnek olay” çerçevesinde bilgilendirme amaçlı yazılmıştır.
Bu yazıda benimle birlikte görüşmede yer alan meslektaşlarım adına konuşma gibi bir amaç yoktur, herkes kendi söylediği veya yazdığından sorumludur, bu nedenle, “birinci tekil şahıs” kullanılması tercih edilmiştir.
Tartışılan konunun gerçek yüzü…
Önce, Fatih Altaylı’nın HABERTÜRK Gazetesi’nde yönelttiği “Yazmayacaksanız niye gittiniz?” sorusunun değerlendirilmesi gerekiyor. İlk bakışta çok cazip bir soru bu ve gazetecilik mesleğinin kamuyu tarafsız aydınlatma ilkeleri çerçevesinde değerlendirildiğinde de “doğru” bir soru olarak değerlendirilmeli. Ama, eksik var, soru, belli ki, olayı yaratan karakterlerin hiç birine sorulmadan, gelişmenin nasıl ve hangi koşullarda yaşandığı değerlendirilmeden sorulmuş bir soru niteliği taşıyor.
Eksiği tamamlamakta yarar var: Amerika Birleşik Devletleri’ne BALKANSİAD’ın davetlisi olarak gittim. BALKANSİAD, Balkan kökenli işadamlarının kurduğu ve Türkiye’nin tarihi bağlar ile bağlı olduğu Avrupa’nın bu çok hassas bölgesinde çok güzel işler yapan, “evlad-ı fatihan” ile aramızda güçlü köprülerin kurulmasında büyük hizmetleri olan bir sivil toplum hareketidir. Ben de, yarım kan Rumelili, yarım kan da Çerkes’im, bu nedenle Balkanlar ve Kafkasya’ya dönük çalışan hemen tüm sivil toplum kuruluşu beni toplantılarına çağırır, konferanslar veririm, bölgedeki gelişmeleri bir gazeteci/yazar olarak bu dostlar sayesinde daha güvenilir bir şekilde takip etme şansını yakalarım. BALKANSİAD’ın New York’ta yapacağı toplantıya katılacağımı STAR Gazetesi yönetimine haber verdim ve gittim. Söz konusu davet, STAR yönetimine yapılmış “etkinliğimize katılım olursa iyi olur” yönünde bir davet değildir, şahsımadır. Nitekim, bir gazeteci olarak bu toplantıdan edindiğim izlenimleri, okurumla da paylaştım. (Amerika’da Balkanlı olmak, STAR, 25.Nisan.2013)
Yola çıkmadan hemen önce, Yazarlar ve Gazeteciler Vakfı Başkan Yardımcısı, meslektaşım, Erkam Tufan Aytav, bana geçtiği notta, Fetullah Gülen ile de bir görüşme olabileceğini, bunun, “Hocaefendi’nin sağlık durumu ve çalışma takvimine göre Amerika’da belli olacağını” bildirdi. Nitekim, görüşme, ABD’nin Pennsylvania eyaletinde yer alan Saylorsburg kasabası yakınında, Fetullah Gülen’in yaşamakta olduğu geniş arazili evin toplantı salonunda 22.Nisan. 2013 günü gerçekleşti. Görüşmeye katılan gazetecilerin bu “davet” ile ilgili bilgisi ise bir gün önce akşam 18.00 sularında oldu.
Erkam Tufan Aytav, New Jersey’den Pennsylvania’ya karayolu ile giderken, bunun, Hocaefendi’nin Hizmet Hareketi’nin Amerika’da gerçekleştirdiği bir etkinliğe gelmiş bir grup gazeteciye “sohbet daveti” olduğunu ve –büyük olasılıkla- görüşmenin “yazılmamak kaydıyla” (off-the record) olacağını söyledi. Görüşmenin off-the record olduğu da Pennsilyvania’ya vardığımızda kesinleşti.
Yani…
İstanbul’dan uçağa bindiğimizde bu tür bir görüşmenin olabileceğini (kesin değildi) biliyorduk ama, bu görüşmenin ne tür koşullar altında olacağını bilmiyorduk.
Ben, “okyanus ötesine” Amerika’daki Balkanlı dostlarımla kucaklaşma, onların bu ülkede gerçekleştirdikleri ve Türkiye’nin özellikle Amerikan Kongresi’ndeki lobicilik çalışmaları açısından hayati önem taşıyan çalışmalarını kamuoyuna aktarmak için gittim, bu nedenle “ne işin vardı” sorusu, benim açımdan havada kalan bir sorudur.
Genç meslektaşlarıma tavsiyem, meslek yaşamlarında bir soruyu ortaya koyarken, önce, muhataplarına ulaşmaları ve hazırladıkları sorunun “haber değeri taşıyan” zemininin olup olmadığını öğrenmeleridir.
İngilizce’den dilimize “off-the record” olarak geçen “yazılmamak koşuluyla bilgi edinme” kuralı, mesleğimizin “haber kaynağını açıklamama ilkesi” kadar önemli bir kurumudur ve “gazeteci” haber/bilgi kaynağına bu yönde bir söz vermişse bu sözünü sonuna kadar tutmak zorundadır.
“Haber kaynağını açıklamama ilkesine” sadakat, bizi, kamuoyunun bilmesi gereken yolsuzluk, rüşvet, yetkiyi kötüye kullanma, siyasi komplo, darbe teşebbüsü, uyuşturucu-silah-insan kaçakçılığı ve terörle mücadele, menkul kıymetler borsasında vurgun tezgahları gibi pek çok konuda bilgiye ulaşmamıza ve kamuoyunu sağlıklı bir şekilde aydınlatmamızı sağlar.
“Yazılmamak koşuluyla bilgi edinme ilkesine” sadakat, yalnız siyasi tartışmalarda değil, yukarıda belirttiğim konular dahil, bir gazetecinin ilgi alanına giren bütün konularda “perde arkası” bilgiye ulaşma, olayların içindeki insanların “gerçek görüşlerini” edinme, tartışılan/olayların içindeki karakterlerin “gerçek nabzını” ölçme şansını sağlar. Gazeteci, “yazılmamak koşuluyla” edindiği bilgiyi kendine saklamaz. Zaman içinde yaşanılacak muhtemel gelişmelerin analizinde, bu muhtemel gelişmelerin sonuçlarının ne olacağını tahmin etmekte bir pusula olarak kullanır, bu yolla, yazdığı analiz/haberlerde kamuoyunun sağlıklı bilgilenmesine önemli katkılarda bulunur.
Yalnız Ankara’da görev yapan meslektaşlarımız açısından değil, dünyanın bütün başkentlerinde görev yapan gazeteciler açısından mutlaka uyulması gereken bir “mesleki ahlak kuralıdır…” Uymazsa perde arkası bilgiye ulaşamaz, haber takipçiliğini sağlıklı yapamaz ve görevi olan kamuoyunu sağlıklı bilgilendirme sürecini eksik bırakmış olur.
Genç meslektaşlarıma önemle tavsiye ediyorum: Mesleğinizin “haber kaynağını açıklamama” ve “yazılmamak koşuluyla bilgi edinme” kurallarına saygı duyun ve “haber kaynaklarınızda” bu yönde endişelerin doğmasına izin vermeyin.
Aslında biraz uzun olacağını hissetmeye başladığım bu yazının ana amacı, yukarıdaki tavsiye paragrafıdır.
Pekiyi, Fethullah Gülen görüşmesinin başlangıçtan itibaren kesin ve “off-the record” olduğunu bilseydim, gider miydim?
Yukarıda belirttiğim nedenlerden…Evet… Giderdim...
Yürütülen “tartışmada”(?) meslekle ilgili bazı kavramların yanlış kullanılması dikkat çekici. Örneğin, söz konusu görüşmeyi, verdikleri sözü tutarak kamuyla paylaşmayan gazetecileri “misinformasyon” kaynağı olarak göstermek, bunun da “disinformasyon” ortamı yarattığı gibi bir sonuca varmak “kavramların gerçek kimlikleri” açısından tutarlılık taşımamaktadır.
“Misinformasyon”, yalan veya yanlış bir bilginin-haberin, herhangi bir zorlama olmadan, kendiliğinden kamuoyuna yansıması demektir. “Fısıltı gazetesi” olarak nitelediğimiz kavramla büyük benzerlik taşır. “Disinformasyon”, yalan ve yanlış bir bilginin/haberin, “maksatlı” olarak kamuoyuna yansıtılması, bu tür bir uygulamadan siyasi-ticari avantaj elde etmenin yolunun aranmasıdır.
Üzerinde konuştuğumuz konu, görüşmede yer alan gazetecilerin tutumu dikkate alındığında, bu iki kavramın da “kapsama alanına” girmemektedir.
Çünkü ortada bir haber yoktur.
Türkiye ilk kez, ortada olmayan bir haberin “misinformasyon” veya “disinformasyon” kapsamına girip girmediğini tartışır hale gelmiştir.
Eğer bu iki kavram açısından örnek vermek gerekirse, söz konusu görüşmede bulunmayan bir gazetecinin “mış gibi” davranarak “güvenilirliği şüpheli” kaynaklardan elde ettiği, önemli bir bölümü de yalanlanan haberi, esas olarak “disinformasyon” kavramı içinde değerlendirilmelidir.
Çünkü, haberin ortaya çıkmasında gayret gösteren kaynaklar, büyük bir olasılıkla, bunun sonucunda “siyasi avantajlar” elde etmenin yollarını aramaktadırlar.
Yanlış anlaşılmasın…
Haberi yazan gazeteciyi (Barış Yarkardaş) bu sözler ile hedefe oturtmuyorum. Bazı koşullarda gazeteci, haber kaynağının ana hedefini bilerek de haberini hazırlayıp kamuyla paylaşabilir. Bu tür durumlar için mesleğimizde yaratılmış olan “kullanılma” kavramı yanlıştır. Gazeteci, kamuoyunun bilmesi gereken haberi hazırlarken bazen bir ayıyla yatağa girmeyi göze alabilen cesarette insan olmalıdır. Verdiğim örnekteki “disinformasyon” gerçeği doğrudan “haber kaynağı” ile bağlantılıdır.
“Ambargolu haber” kavramı ise mesleğimiz açısından teknik bir konudur. Haber kaynağı, bir haberi önceden geçer ama sizden, haberin üzerinde yer alan notta yer alan tarihte yayınlamanızı rica eder. Fethullah Gülen görüşmesinin “ambargolu haber” kavramı ile ne ilişkisi var, anlayamadım.
Yayınladığı bir “itiraf kaseti” ile 28 Şubat sürecinde askerler tarafından kurulması sağlanmış hükümetin siyasi yaşamının sonlanmasına yol açmış, karşılığını da dört yıl işsiz kalarak almış bir gazeteci olarak görüşmeyi “hükümet veya cemaatten korktuğum için” yazmamış olduğuma ilişkin iddiaları gülerek karşılarım.
Ne hükümetlerden korktum bugüne kadar, ne de bir takım “güç odaklarından…”
Bir gazeteci için bu noktada “arşiv” konuşur bir göz atın:
“Bir gece önce orduevi bahçesinde bu tür bir sohbeti gerçekleştirip,- dönemin Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in 30 Ağustos nedeniyle verdiği resepsiyonda genç subaylar ile yaptığım sohbetten söz ediyorum (A.Z)- 24 saat sonra Gülen cemaatinin Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın “Renklerin Ortak Dili” temalı iftar yemeğinde A.Turan Alkan, Yağmur Atsız, Deniz Ülke Arıboğan, Bejan Matur, Mete Çubukçu gibi meslektaşlar ile masa paylaşmak farklı bir duygu kuşkusuz. Yurtdışındaki okullarıyla Türkiye’nin bayrağını çok uzak ve çok zor coğrafyalara taşımasından her zaman büyük sevinç duyduğum, dinler-kültürler arasındaki diyaloğun güçlenmesi yolunda Hz.Mevlana’nın rotasını izlemesiyle takdir ettiğim bir topluluk... Üstelik, son yıllarda, Türk ekonomisi, özellikle de KOBİ’lerin dış pazarlara açılmasında büyük bir görev de üstlenmiş durumda... “Milletin ortak gücü” açısından çok önemli işler bunlar... Ama... Son dönemlerde “günlük siyaset tartışmalarının” içinde fazlaca yer almaları... Sanki, “günlük kavganın bir cephesi” görüntüsünün doğmasına neden olacak çıkışlar... Endişeliyim... “Renklerin Ortak Dili” bana bir kez daha umut verdi. Bütün kültürleri kucaklayan, sadece insana yönelen, dinde (ve tabii ki ortak yaşam kültüründe) hoşgörünün hakim olmasını hedefleyen bir iftar yaşadık... Eğer, ana hedefimiz insansa, “sert siyasi iklimler”den uzak durmakta yarar vardır. (Genç subaylar… Cemaat…STAR, 2.Eylül.2010)
Yazının STAR’da ne zaman yayınlandığı belli. AK Parti ile Hizmet Hareketi’nin birlikte hareket ettiği kanısının yaygın olduğu bir dönem. Yazıda geçen “sert siyasi iklimler” kavramı, “cemaatin” adının Özel Yetkili Mahkemeler nezdinde çok geçmesinden kaynaklanan rahatsızlığı hedefliyor. “Hükümet yanlısı” diye etiketlenin bir gazetenin yönetimi müdahale etmiyor, aynen kullanıyor. (Bu arada, STAR yönetimine bir teşekkür borçluyum. Olayın tartışılmaya başlamasından bu yana, “abi nedir bu iş” diye ne bir telefon ne bir e-mail…Bu tutumları, gazetenin meslek ilkelerini çok iyi özümsemiş gazeteciler tarafından çıkarıldığını bana bir kez daha gösterdi.)
2010 yılındaki yazıyı yazarken, “yahu bu hükümetin Cemaatle bir yol arkadaşlığı var, acaba Ankara’da bir rahatsızlık yaratır mı?” diye düşünen var mı, yok. Aynı şekilde, yazımdan dolayı “acaba cemaat bana gönül koyar mı” diye bir endişe var mı, yok. Şimdi niye olsun?..
Genç meslektaşlarıma tavsiyem, “rızk Allah’tandır” diyerek yola çıkmaları ve bu mesleği cesaretle yapmalarıdır. En fazla işsiz kalırsınız. Bildiğiniz gerçekleri ve gerçek haberleri korku nedeniyle yazamamaktansa bir süre babanızdan harçlık almanız daha doğru bir davranıştır. Gazetecilik ve korku yan yana gelmeyecek iki kavramdır.
Gazetecilikte “haber kaynağının” ve “haberdeki muhatabın” sağlıklı analizi büyük önem taşır. Bu analizi yapamazsanız, hata oranı yüksek bir mesleki iklime adım atmış olursunuz.
Fethullah Gülen’in, hükümet ile ilgili görüşlerini kamuoyuna aktarmak için ben dahil, kendisiyle görüşen gazetecilere ihtiyacı var mıdır? Bu örnek olayda “haber kaynağıyla” ilgili analiz bu soruyla başlamaktadır.
Yanıt: Hayır yoktur.
Hizmet Hareketi’yle doğrudan bağlantılı güçlü yayın organları bulunmaktadır. Kaldı ki, söz konusu görüşmede, ZAMAN Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da bulunuyordu. Fethullah Gülen, herhangi bir görüşünü kamuoyuyla paylaşmak istediğinde yöntem olarak seçeceği en son yol, Amerika’ya kadar gazeteci çağırmaktır.
ZAMAN Gazetesi’nde yer alacak bir manşet, Samanyolu TV anahaber bülteninde birinci sıradan verilecek bir haber veya Hüseyin Gülerce üstadın yazısında yer alacak bir paragraf bu iş için yeterlidir.
Zaten, meslektaşlarımın “omerta” olarak niteledikleri off-the record kuralına sıkı bağlılığımın ve ketumluğumun “analize dayanan nedenlerinden” biri de budur.
“Haber kaynağı”, okulunda tacize uğramış bir bayan öğretmen değil, belediye tarafından hakları gasp edilmiş bir esnaf değil, üniversitede okuyan oğlu bir pankart açtı diye üç yıl hapse mahküm edilmiş bir emekli baba değil, şehit evladından aldığı maaşa haciz gelmiş bir ana değil…
Düşüncelerini istediği dakika kamuoyuyla paylaşabilecek bir portre…
O, kendisine gönülden bağlı yayın organlarında görüşlerini kendi bildiği çerçevede paylaşan bir isim…
“Off-the record” dediyse, “acaba dolaylı yoldan görüş sızdırmak istiyor da, böyle mi diyor” şeklinde değerlendireceğiniz bir muhatap değil.
Yine genç meslektaşlarıma minik bir not: Böyle bir güçlü haber kaynağının söz konusu olduğu bir olayda “yazılmamak koşulu” kuralını çiğneseydim, beni meslek adına çok sert eleştirmeniz , kendisine emanet edilen bilgileri, kurallara aykırı olarak kamuya sızdırarak “siyasi-ekonomik-sosyal” güç grupları veya siyasi kurumlar tarafından “kolay kullanılabilen” bir gazeteci olmakla suçlamanız gerekirdi.