Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, açlık grevinde 67’nci gününe giren tutuklu ve hükümlülerin, sağlık durumları tehlikeye girdiğinde ne olacağını, “Bırakın ölsünler diyemeyiz, iradelerine bakılmaksızın müdahale edilir. Eylemi bırakıp bizi sevindirsinler, üzmekten vazgeçsinler” diye açıkladı.
Arınç’a dün makam odasında Taraf gazetesinden Lale Kemal ve Ümit Aslanbay’ın sorularını yanıtladı. Taraf gazetesinde “Bırakın ölsünler diyemeyiz” başlığıyla yayımlanan (17 Kasım 2012) söyleşi şöyle:
Açlık grevlerinin sonlandırılması yönünde daha ileri adımlar atılacak mı?
Bu kişilerin, kendi iradelerinden ziyade örgütün talebiyle açlık grevine gittiklerini düşünüyorum zira cezaevlerinde özgürlüklerinden daha yoksun oldukları için telkine açıktırlar. Bireysel karar veremeyebilirler. Açlık grevlerini sona erdirmeleri lazım. “Ne halleri var” diyemeyiz. Ortaya koydukları talepler ifade edildi, açlık grevini sürdürmeleri doğru değil. Şiddet, silah olmadıkça bunun dışındaki tüm talepleri karşılamak, dinlemek ve bunun üzerinde konuşmak mümkün.
BDP ve parlamento da görevini yapıyor mu?
Biz açlık grevcilerine şunu söyledik: “Ne olursunuz grevden vazgeçin, kullanılmayın, bu taleplerin karşılanması hükümetin olduğu kadar parlamentonun da görevidir. Dolayısıyla bunu sadece hükümetten bekleyemezsiniz, bu taleplerinizin, hiçbir zaman karşılanamayacak kısımları da olabilir, zaman içersinde karşılanabilecek kısımları da olabilir. Dolayısıyla siz bu açlık grevlerini bitirin, ailelerinizi ve bizi üzmeyin.” Bunlar, açlık grevlerine devam ettiklerini ifade ediyorlar. Tahmin ettiğimiz kadarıyla bu, talepler karşılansın karşılanmasın beklentisi değil; yine örgütün propaganda amacıyla sürdürdüğü bir faaliyet olarak görünüyor. Biz bunları söylerken, BDP milletvekilleri de “Bizim talimatımızla bunlar açlık grevine başlamadı ama biz bunları bitirme noktasında etkin olabiliriz” diye yola çıktılar. Ama daha kötüsü oldu bu sefer kendileri de (BDP’li vekiller) açlık grevine başladılar. Dolayısıyla, ben hükümet kanadı olarak veya bir politikacı olarak söylenmesi, yapılması gereken her şeyi yapmış bir insanın huzuru içerisindeyim. Bu benim siyasi sorumluluğum. Ama BDP’liler yapılması gerekenleri yapmadılar, greve devam edenler de maalesef hiçbir dayanağı kalmamasına rağmen devam ediyorlar. Umarım ki bir gün bunu bitirmeleri gerekir. Hükümet adına bu kadar angajmanı taahhüt ettikten sonra grevde olanların kendilerine hitap ediyoruz, ben vicdanlarına hitap ediyorum; talepleri dinlendi, bunların zaman içersinde karşılanması mümkün olanlar konusunda da adımlar atıldı. Bir insanın çok iyi bildiği dilde savunma yapabileceği komisyondan da geçti. Bunu sürdürmenin hiçbir dayanağı kalmadı. Bizi sevindirsinler, insanları üzmekten vazgeçsinler. “Biz gereken mesaji verdik, grevimize son verdik” sözünü bir an evvel duymak istiyorum. Eğer şunu söylemek istiyorlarsa,“Bırakın ölsünler” hayır biz o noktada değiliz. “Ama ne yapalım, bizim propagandamız olsun, bizim ideolojimiz olsun, Türkiye’de şiddet devam etsin, gözyaşı aksın, ölürlerse ölsünler” diyen başta örgüt olmak üzere bunların hiçbirini dikkate almak doğru değil.
Bitirmezlerse müdahale olur mu?
İnsan hayatı tehlikeye girdiğinde buna müdahale edilir ve edilmelidir. Yaşam hakkı kutsaldır. B1 vitamini aldıklarını bugüne kadar biliyoruz, bu fonksiyonlarını tamamen yitirmemeleri açısından, zaten kendi rızalarıyla bu vitamini alıyorlar. Hepsi aynı konumda mıdır, onu bilmem ama diyelim ki bu vitamin de işe yaramaz hale geldi, daha başka bir tedaviye ihtiyaç var, bunun (müdahalenin) kişinin iradesine bağlı olmaksızın yapılması gerektiğini düşünüyorum...
PKK’nın talepleri diye bakılmaksızın Kürtlere bazı haklarının bir an önce verilmesi gerekmiyor mu?
2005’ten bu yana yaptıklarımızın hepsinin görülmesi lazım. 1987’de başlayan olağanüstü hal (OHAL) 15 yıl devam etti. 2002 Kasım ayı sonunda bu iş sona erdi. Bu kadar uzun süren OHAL uygulamasını, daha 10 günlük hükümetken kaldırdık. OHAL, felaket getirmiş, gözyaşı getirmiş, binlerce insan göç etmiş, faili meçhuller, siyasi suikastler... O kadar geniş yetkiler kullanmışlar ki o yetkilerin içinde sadece gözyaşı olmuş. Şimdi eğer 2002’nin 30 kasımından başlayarak AK Parti’nin, bugüne kadar yaptıklarına bakarsanız pek çok şeyin yapıldığını, mesafe alındığını göreceksiniz. TRT ’de hem Arapça hem Kürtçe yayına başladık. Doğu ve Güneydoğu bölgesinde 24 saat 29 yerel radyo istediği dilde yayın yapıyor.
Anadilde eğitim hakkı tanınır mı?
Şimdi sadece anadili, bir eğitim dili olarak konuşmaya gerek yok. Kürtçe seçmeli ders, şimdi haftada iki gün okutuluyor, bu dilde eğitim için müracaat edenlerin sayısı 18 bin. Biz bunlara öğretmen buluyoruz, ders kitaplarını hazırladık ve çocuklarımızın bu dili öğrenmesi konusunda katkıyı sağlıyoruz. Ama öğretmen, ders kitabı bulma ve dershane konularında sıkıntı çekiyoruz. Eğer anadilde eğitim, bu dil üzerinden olacaksa, bunun altyapısının da –anayasa değişikliği mutlaka gerekli– ama en azından altyapısının da hazır olması lazım ve gerçekten de buna talebin ne ölçüde olacağını da bilmemiz lazım. Dolayısıyla bunu (anadilde eğitim) şimdilik gündemimize almış değiliz, fiiliyata dökmek üzere anadilde eğitim konusu hükümet olarak da bizim hiçbir zaman gündemimizde değil ama konuşulduğu zaman bunu bir hak olarak dile getirenleri dinliyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Anadilde eğitim olsun diye bir insan ölüm orucuna yatacak olsa bence hiçbir haklı tarafı olamaz, çünkü dil konusu önemlidir, bunun fiilayata dökülmesi konusu karşılanamaz bir talep olarak önümüze gelirse, bu hiçbir zaman gerçekçi, adil bir yaklaşım olmaz.
İsrail’in, Gazze’ye yönelik saldırısını, facia ve insanlık dışı bir olay olarak nitelendiren Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkiye’nin büyük bir güç olarak bu saldırıların sona erdirilmesi konusunda, etkileyebilecekse eğer İsrail ile doğrudan veya dolaylı görüşmek için çaba göstermesi gerektiğini ama bunun, en alt düzeye indirilen ilişkilerin hemen başlaması gerektiği anlamına gelmediğini belirtti. Arınç, Taraf ’ın bu konudaki sorularına cevaben şöyle dedi: “Türkiye ve İsrail arasında malum (Mavi Marmara gemisine İsrailli komandoların saldırısı sonucu 9 Türkün ölümü) meseleden dolayı diplomatik ilişkiler en alt düzeye indi. Şu anda da o ilişkiler, bu seviyede devam ediyor. Ancak Gazze saldırıları devam edecek olursa... İnsanların hayati tehlike içersinde olmaları, masum insanların bombalamalar altında eziyet görmeleri, işkence görmeleri, hayatlarına son verilmesi vahim. Dolayısıyla, Türkiye büyük bir güç olarak bu saldırıların sona erdirilmesi konusunda İsrail ile doğrudan veya dolaylı bu çabayı göstermelidir. Yoksa doğrudan ilişkiler hemen başlasın şeklinde bir şey söylemedim. Çünkü Türkiye’nin ne dediği önemlidir ama temasları Amerika üzerinden yapacaksa Amerika üzerinden, Mısır üzerinden yapacaksa Mısır üzerinden, veya bir mesaj verecekse bu mesajları göndermesi bakımından önemli olan Gazze’deki saldırıların durmasıdır. Bu bence doğru bir davranıştır.”