Elif Ural
Yerel dilde onlara Burneşa deniyor. Tam tercümesi “ Kadın-Adam”. Neredeyse 500 yıllık bir geleneğin son temsilcileri onlar. Arnavutluk’ta bugün sadece 46 tane “kadın-adam” var. Yeni neslin artık böyle bir tercih yapmayacağı konusunda hepsi hemfikir… Hepsinin hikâyesi ayrı bir dram aslında… Kendi tercihleriyle “erkek” olarak yaşamayı seçmiş bu kadınların bu yolu seçmelerinin tamamının tek nedeni toplum içinde rahat yaşayabilmek…
Burneşa olmanın bir ritüeli var. Karar veren kadın yaşadığı köyün ileri gelen 12 adamının önünde hayatına artık bir erkek olarak devam edeceğine yemin etmek zorunda. Bu yeminin sonunda eğer bir gün bu kararından cayarsa öldürülmeyi kabul etmek de var. Hem de köy meydanında herkesin gözü önünde…
Burneşa olduktan sonra bu kadınlar ilk önce saçlarından vazgeçiyorlar, uzun saç yok. Sonrasında kıyafetlerden vazgeçiliyor. Hayatın içindeki tüm erkek mekânları kapılarını açıyor onlara, kahvehaneler, meyhaneler…
Bu bir tür lezbiyenlik değil. Sakın yanlış anlamayın. Bu kadın-adamların hayatında seks de yok. Zira Burneşa’lar Arnavutluk'ta Demir Bakireler olarak da biliniyorlar. Kendi deyimleri ile de yüreklerini soğutuyorlar.
Bir hafta boyunca üç Burneşa ile görüştüğümü yazmıştım. İnanılmaz hayat hikâyelerinin yanı sıra gözlemlediğim en önemli şey ise toplumun bu kadın-adamlara duyduğu saygıydı. Sokakta bir Burneşa ile yürürken yanınıza onlarca insan geliyor. Tanısın tanımasın Burneşa ile konuşmak, onunla tokalaşmak gurur kaynağı. Bunu yapan Arnavutların gözlerine baktım hep o bir hafta boyunca, en ufak bir acıma belirtisi görmedim. Olan tek şey saygıydı…
Arnavutluk’un Burneşa’larından üçünün hikâyesini anlatacağım size, biri aşk, biri nefret, bir diğeri de çaresizlik hikayesi olan üç hayatı anlatacağım.
* * *
Dila Sefgjini…
Neredeyse 90 yaşında. Tiran’a 2 saatlik mesafede bir köyde bir sedir, bir masa ve iki sandalyeden oluşan evinde yalnız yaşıyor.
Ne zaman erkek olmaya karar verdiğini söylemek istemiyor, sadece “Çok gençtim” diyor.
Dila dediği gibi çok gençken köyden bir delikanlıya âşık oluyor. Nişanlanıyorlar. Başlarda her şey iyi güzel… Ama köyde delikanlının peşinde olan başka kızlar da var. Dila memnun değil bu durumdan ama ses çıkarmıyor, ta ki bir gün nişanlısını o kızlardan biriyle çeşme başında çok samimi bir şekilde sohbet ederken görene kadar.
İçi burkuluyor. Aldatılmanın acısıyla nişanlısına haber yollayıp “Bitti” diyor.
Ama kendi ailesine de durumu açıklaması gerek. Aile büyükleri, abileri saatlerce soruyorlar Dila’ya neden ayrılmak istediğini, “Aldatıldım” diyemiyor. Zira Arnavutluk’ta o dönemlerde bu cinayet sebebi. (Hoş bugünlerde de Arnavutluk’ta kırsal kesimde bu hala böyle). Yani Dila ailesine "beni aldattı" derse birileri çekip vuracak sevdiği adamı.
İstemiyorum, diyerek kestirip atıyor. Burada bitmiyor sorun; bu sefer de oğlanın ailesi ortalığı ayağa kaldırıyor. Dila’nın ailesine “Sizin kız bizim oğlanı istemezse bu aile onurumuzu zedeler” diyorlar. Dila şaşkın ve de âşık. Hem sevdiği adamı korumak, hem de ailelerin bu sebeple bir kan davasına sürüklenmesini engellemek için aklına gelen tek yola başvuruyor; erkek olmaya…
Dila, Burneşa geleneklerine göre köyün ileri gelen 12 erkeği karşısında asla evlenmeyeceğine, asla bir erkekle beraber olmayacağına ve kadınlığı reddettiğine dair yemin ediyor. Bu yeminle beraber de eğer aksi tavır gösterirse köy meydanında öldürülmeyi kabul etmiş oluyor.
O gün bugündür bir erkek gibi yaşıyor. Kısacık saçları, giydiği erkek kıyafetleriyle içindeki kadını öldürmüş gibi görünse de bana bu hikâyeyi anlatırken o "âşık kadın” hala orda bir yerlerdeydi… Eski nişanlıya ne mi olmuş? Başkasıyla evlenmiş. Bundan 20 yıl önce karşılaşmışlar. Sadece erkeklerin gidebildiği mekânlardan olan köy lokalinde oturup rakı içmişler karşılıklı. Eski nişanlı “Yapmasaydın keşke, başkasıyla evlenebilirdin, ben benimkilerin bu işi namus meselesi haline getirip sizden birini vurmasına izin vermezdim” demiş...
Dila "Kısa cevap verdimé diyor, "benimkileri engellemenin tek yolu buydu…”
* * *
Diana Rakipi…
70'lerinde Diana. Arnavutluk’un ikinci büyük kenti Burrel’de yaşıyor. Onunla sokakta yürümek çok zor, zira adım başı biri önümüzü kesip Diana’ya saygısını belirtmek için yerlere kadar eğilip selam veriyor veya elini sıkıp onu kucaklıyor.
Arnavutluk yüzyıllardır kan davası denen illetle uğraşıyor. Ülkede tarlanın çitini yanlışlıkla kırmış bir koyun, eksik tartılan mal veya bozulan evlilikler yüzünden başlamış o kadar çok kan davası var ki, bu konuda yetkililer bile nerdeyse çaresiz.
Diana’nın ailesindeki erkekler de, artık kendisinin de hatırlamadığı bir nedenle başlayan bir kan davasına birer birer kurban gitmişler.
Ailede öldürülecek erkek kalmayınca ailenin kadınları hem intikam alacak, hem de ailenin başına geçecek kişi olarak Diana’yı seçmişler.
O da bu tercihin tamamen kendisine ait olduğunu söylüyor. Ama abilerinin cenazelerinde yaşadıklarını anlatırken halen gözleri doluyor.
“Öfkemi anlatamam, hala içimi yakıyor” diyor. 18 yaşındaymış Burneşa olduğunda. Hayatında kimseyi sevmemiş, kimseye dokunmamış. Ama ailesine sahip çıkmış.
“İntikam" diyorum, "alındı mı?”
“Boşver” diyor. Gözüme bakmadan eğiyor kafasını, hafif kıvrıldığını görüyorum dudaklarının. Acıdan mı, keyiften mi anlamıyorum.
Bazı soruların cevabı söylenmese de olur…
* * *
Rahime Rama.
Şimdi herkes Rahman olarak biliyor onu. Abilerinden birinin eşi, onların kızları ve yeğeniyle yaşıyor. Evin dominant nüfusu kadınlardan oluşuyor. Ailenin reisi ise yıllardır Rahman.
Onu ilk gördüğümde inanamadım kadın olduğuna. Bıyıkları, elleri, sesi…
Ona göre bu değişimin nedeni vücudunun aklına uymuş olması. Erkek olmaya beyninde karar verdiğinde vücudunun da bu kararı aldığını düşünüyor.
Dört çocuklu bir ailenin en küçüğüymüş Rahime. Üç büyük abinin korumasındaki küçük prenses. Ta ki kendisi 16 yaşındayken yaşanan bir trafik kazasına kadar. Anlatırken hala ağlıyor.
Abilerini kaybettiği gün dünya başına yıkılmış. Abilerinin geride bıraktığı ailelerine birinin sahip çıkması gerektiğini fark ettiği an kararını vermiş.
“Bunu onlara borçluydum” diyor. Abilerinin ailelerine bakmaya. Ve Burneşa olmaya karar veriyor. Yemin edeli 50 yıldan fazla olmuş.
Ailedeki kadınlar ona hizmet ediyor şimdi. Odun kırmaktan geldiğinde yeğeni hemen rakısını getiriyor önüne. Sonra kahvesini. "Yemekte ne istersin" diye ona soruluyor.
Kararından asla pişman değil, ama süreçte acı çektiğini inkâr etmiyor. Erkek olmanın en zor şeyinin “içindeki kadını öldürmek “ olduğunu söylüyor. "İçindeki kadın nasıldı” diyorum. “Yumuşak ve hassastı” diyor. “Kırılgandı. Acılarını saklayamıyordu.”
“Ne yani" diyorum, "ağlamamayı mı öğrettin kendine?”
“Hayır" diyor, "hâlâ ağlıyorum, erkekler de ağlar!”