'Aşk doktoru değilim'

Nobelli yazar Orhan Pamuk Star'a verdiği röportajda romanı Masumiyet Müzesi’ni anlatırken okurlarına yeni bir romana başladığı müjdesini veriyor...***Masumiyet Müzesi, Nobelli yazarımız Orhan Pamuk’un son romanı. Bir aşk romanı. Fakir Füsun ile zengin Kemal’in aşkını, bir araya gelemeyişini anlatıyor. Yeşilçam filmlerinden çıkma bir konu bu, diyebilirsiniz. Evet öyle ama Pamuk, bu klişeden gerçek, incelikli, oylumlu bir roman çıkarıyor. Üstelik bir buçuk yıl sonra kahramanların aşkına işaret olsun diye, romanla aynı adı taşıyan, romanda bahsi geçen bir müze kuracak. Orhan Pamuk ile romanını, aşkı, mutluluğu konuştuk. Ve elbette Nobel’i de... 10 yıl önce zihninize düşen fikir üstüne 6 yıl bilfiil çalıştınız ve Masumiyet Müzesi nihayet çıktı. Rahatladınız mı? Rahatladım tabi. Özellikle son yıl olağanüstü yoğundu. Günde 10 saat roman yazıyor sonra da Frankfurt’ta Masumiyet Müzesi sergisini açabilmek için toplantılar yapıyordum. Uyku hapıyla uyuyordum ki sabah erkenden kalkıp romanımı güzel güzel yazayım. Yorucu bir süreçti, bitti rahatladım. Memnun musunuz romandan, okurun geri dönüşlerinden? Çok memnunum. Herkes okumakla meşgul. Ya okuyup beğeniyorlar ya da ‘daldım gidiyorum’ diyorlar. Bir de tabi ‘Orhan bey siz bunları yaşadınız mı’ (gülerek taklit ediyor) diye soruyorlar. Anlatıcı birinci tekil şahıs olunca konumlamak kolay oluyordur herhalde. (Gülümseyerek susuyor). Cevdet Bey ve Oğulları’ndan Cevdet Bey, Kara Kitap’tan Celal Salik, Kar’dan Ka, İstanbul’dan Pamuk ailesi ve siz varsınız Masumiyet Müzesinde. Kahramanlarınızı çok sevmenizle mi ilgili bu, küçük bir oyunla mı? Oyun yanı da var, romana düşünsel bir derinlik katma yanı da. Abartmamak lazım ama. Bunlar diğer kitaplarımı okuyanlar için, benim kendi dünyama inancımı gösteren küçük sevimlilikler. Bu tür küçük göndermeler Balzac’ın bulduğu bir şey zaten. Okur bunu sever. Ben de başka yazarlarda seviyorum. Gayet makul bir aşk buRomanın yapısı melodramatik... Roman melodramatik temaları ele alıyor ama melodramatik bir yapısı yok. Elbette. Bizler zengin erkek-fakir kız klişesini işleyen filmleri hafif alaysı bir hoşgörülüyle izler severiz ama inandırıcı da bulmayız. Bugünün okurunu, melodramlarda işlenen bu tür bir aşkın gerçek olduğuna inandırmak baştan göze aldığınız bir şey miydi? Evet. Kitabın ‘iddiası’ böyle uzun sürmüş bir aşkı ‘aman ne büyük bir aşk’ söylemi içinde değil, günlük hayatın sıradan ayrıntıları ve bu aşktaki tarafların makul davranışlarıyla izlemek. Efsane aşk peşinde değilim ben. Kitap, böyle bir aşkın aslında makul olduğunu, hayatın hepimizi böyle bir yere getirebileceğini ima ediyor. Romanda Kemal Füsun’u 8 yıl boyunca umutsuzca seviyor. Bu çağ ise ‘anı yaşa ve unut’ diyor. Bu buyurganlık aşk ilişkilerine de yansıyor... Kitabıma bakan insanlardan böyle bir şikayet duyuyorum ama bence böyle bir şey ancak medyada var. Hayatta yok. Belki bazı insanlar -yukarı orta sınıflarda- evlenene kadar daha serbest birkaç ilişki yaşıyordur ama genelde Batıdakinin aksine ilişkiler aşklarla, evliliklerle yürüyor. Kitapta da anlattım, eskiden ‘Nişantaşı’nda kızlar varmış, herkesle tavşanlar gibi yatıyorlarmış’ gibi bir inanış vardı. Erkekler arabalarla arardı ama böyle bir kız yoktu etrafta. (gülüyor) O günden beri belki mahcup, küçük bir cinsel devrim oldu Türkiye’de. Yine de Batıya göre kadın ve erkeklerin birbirleriyle kolay yakınlık kuramadığı, kuranların da ‘vay reziller, ruhsuzlar’ diye ayıplandığı bir ülkede yaşıyoruz. 'Ha ha eğlendim seninle...'Kemal’in tensel çekimle başlayan ilişkisi önce saplantılı bir aşka, sonra tatminkar bir tür ilahi aşka dönüşüyor! Bunlar sizin kelimeleriniz ama katılırım. Katılmadığım ise aşkın tenselliği ile ruhsallığı arasındaki fark. Ama toplum bunu gelenekler, töreler, şarkılar, önyargılarla belirginleştirmiş. ‘Ha ha, gönül eğlendirdim seninle’ (taklit ediyor) demeler Yeşilçam temasıdır ama bu da kültürün aşk söylemini taşıyış şeklidir. Ben buna inanmasam da kahramanlar inanıyor, toplum inanıyor. Kahramanlar bir araya gelemeyip acı çektikçe, yaşadıkları yeni durumun toplum tarafından yüceltilmiş halini benimsiyorlar. Kemal de, yükselen arabesk ve Gencebay çilekeşliğiyle ‘kaybetmenin bilgeliği’ne varıyor... Güzel bir konu bu. Başta Kemal de, Füsun da, toplum yokmuş gibi davranıyor sonra cezasını çekiyor. Öyle bir söylem var ve o söyleme uyuyor ama bunun ne kadarı bilgelik ne kadarı mecburiyet? O çizgiyi göstermiyorum romanda. Mutluluk görülmek isterAşk mutluluğa mı yoksa mutsuzluğa mı daha yakındır? Bence aşktaki gerilimler, kalbimizin pat pat etmesi, elde edememe, güvenme ihtiyacı, kaybetme endişesi aşk denilen duygunun yarısı. Diğer yarısı da onun verdiği mutluluk, kendini o insana çok yakın ve onun yanında rahat hissetmek. Ama ben bir aşk doktoru değilim. En fazla bir aşk romancısıyım. Bunları kabaca düşünüyorum tabi ama bu düşüncelerimi bir hikáyeyle, hiç bu kelimeleri kullanmadan ifade etmeye çalıştım. Masumiyet Müzesi ‘Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum’ cümlesiyle başlıyor ve ‘Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım’ cümlesiyle bitiyor. Bilinmeyen, görünmeyen mutluluk eksik midir? Mutluluk ve bilme ilişkisi önemli. Bence bu ikisi birbirine yakın şeyler. Mutluluğu derin yapan şey bu bilgidir. Zihin özürlü birinin mutluluğundan söz edemeyiz, değil mi? Benim bir eniştem vardı. Çok katılmasam da bazen söylediği şu sözde gerçek payı olduğunu da düşünüyorum: ‘Mutlu olman yetmez, komşunun da mutsuz olması gerekir’. (gülüyor) Mutluluk yaşadığımız hayatın filmini çekip bir de o filme bakarak ne kadar mutlu olduğumuzu görmemizdir. Bilincin devreye girmesi, ‘mutluyum çünkü..’ şeklinde gerekçeler üretmek mutluluğun saf halini bozmaz mı? Ee, zaten mutluyum demek de biraz yapay bir şey. En büyük mutluluk, mutlu olup olmadığımızı düşünmemek belki de ama derin mutluluklar bu bilmelerle, cemaatle ilgili bir şey sonuçta. Rüya kıkır kıkır gülüyorRomanı kızınız Rüya’ya ithaf etmişsiniz. Beğendi mi Rüya romanı? Evet. Rüya ilk kez bir romanımı hemen yayınlandıktan sonra okuyor. Okurken de kıkır kıkır gülüyor. Bu da benim çok hoşuma gidiyor. Yeni romana başladınız değil mi? Başladım, müjdesini de vereyim. Olaylar yine günümüzde geçiyor. Kitaplarımın hepsi de toplum baskısıyla çıktı Masumiyet Müzesi için ‘en şefkatli romanım’ diyorsunuz. Yaşın getirdiği bir durum mu bu? Yaşlanmakla tek tek insanlarla uğraşmamamın terbiyesini aldım. Öyle polemikçi bir ruha da sahip değilim. Belki hayatta birine kızar, içimden geleni söyler, takıntı yaparım ama romanda hiçbir karakterimi aşağılamak istemem. İnsanların niyetlerinin saf ve iyi olduğuna inanıyorum. Sonradan ilgisizlikten çaresizlikten kötü oluyorlar. En büyük siyasal düşmanımı bile romanda insan olarak inandırıcı ve aslında iyi biri olarak göstermek isterim. Romancı olarak görevim de bu diye düşünürüm. Ee, yavaş yavaş yaşlanmak da buna elverişli. Modern roman ve Atatürkİyiler ve kötüler yok yani.. Zaten modern roman insanları iyiler ve kötüler diye ayırmaz. ‘İyiler tamamen iyidir’ anlayışıyla Batılılar biyografiler yazar, bizler menkıbeler dizeriz. Atatürk şöyle büyük, böyle büyük deriz. Onun bir insan olduğunu bile görmek istemeyiz. Ne yazık ki Atatürk konusundaki tavrımız budur. Ama modern roman bizim Atatürk’e baktığımız gibi yazılamıyor. Onu bir insan olarak anlamak ve anlatmak gerekiyor. Masumiyet Müzesi’ne tam 6 yıl boyunca çalıştınız; yeniden yeniden yazdınız, düzelttiniz... Diğerlerini de öyle yazmıştınız. Ne oluyor, nasıl bir duygu geliyor da ‘artık tamam, oldu bu kitap’ diyebiliyorsunuz? O duygu hiçbir zaman gelmez. En sonunda yayıncınız ‘Ee, ne zaman basacağız kitabı’ der ve siz de bir tarih verirsiniz. O tarih gelince yine bitirmek istemezsiniz ama artık ayıp olacaktır. Toplumsal baskıyla bitirirsiniz aslında kitabı, benim bütün kitaplarım böyle çıkmıştır. Benim Adım Kırmızı’da, yayınevini tam bir yıl sükûtu hayale uğrattım. Bu ertelemeler hem beni çok üzdü hem de hiç pişman olmadım. Daha ince ince işliyorsunuz çünkü. Ama sizi biraz daha rahat bıraksalar, romanın bir yerlerini daha değiştirecek, bir şeyler daha ekleyeceksiniz belki. Okurda değilse de sizde, yayınlanmış romana ilişkin bir noksanlık ya da kusur hissi kalıyor mu geride? Kitap bittiğinde olur belki o, ‘Ah iki ayım daha olsaydı ben bunu ne yapardım’ diye. Ama kitap yayınevine tarih verdikten sonra kafamdaki hamursu halini kaybeder. Katılaşır, bir şey ekleyemem. Ama içinde yüzerken durmadan orasını burasını değiştiririm. Çok keyifli bir dönemdir. Müze ölü medeniyetlerin, geride kalanın teşhir mekanı. Masumiyet ise her zaman yaşanabilecek bir hal. Müze ve masumiyet kelimelerinin yan yana gelişinde masum aşkın geride kalmışlığı mı vurgulanıyor? Hayır. Kitap adının büyük simgesel değeri de yok. Ama yaşayan kültürlerin müzeleri var artık. İnsanlar yaşarken evlerini müzeye çeviriyor. Masumiyet Müzesi en şefkatli romanım. Yaşlandıkça insanlarla tek tek uğraşmamanın terbiyesini aldım. Zaten polemikçi biri de değilim ***İlgili haberler:'Masumiyet Müzesi' kitapçılardaPamuk: Özgür aşk için özgür düşünce şartBekaretin dinle alakası yok Orhan Pamuk’a iki eleştiri‘Devlet beni hapse atmasın, başka şey istemem’Masumiyet Müzesi'ne özel muamele