Aşk, rastlantının çevirdiği bir dolap olabilir mi?
Cebinizdeki cevabı, birazdan okuyacaklarınızla karşılaştırmanız gerekecek!
Aslında uzun söze gerek yok gibi görünüyor, üstelik mevzu üzerine yazılmış devasa bir külliyat varsa.
Elbette Sezen Aksu'ların, Cemal Süreya’ların, Aragon'ların, Tolstoy'ların temsil ettiği bir külliyattan değil, “aşk piyasası külliyatı”ndan söz ediyoruz. Mağaza vitrinlerinden “Onu kendinize âşık etmenin 9 yolu” tüyolu dergi kupürlerine, gazetelerin soslu haberlerinden şarlatan “uzman”lara varan uzun yolda aşk, 12’den vuran reklam spotlarına dönüşüyor. İçine doğru da bulaştırılmış yanlışlarla dolu metinler eşliğinde “Artık âşık olmak istiyorum” koroları kuruluyor. Ama bir de bakıyoruz, “bir daha aşk maşk yok” durağına gelinmiş!
Peki, bu iki durak arasında neler yaşanıyor? Kim, kime, neden “âşık” oluyor? “Aşk”ı cinsellik mi tayin ediyor? İçinizdeki hangi düğme sizi yönetiyor? İnsanlar neden yanlış duraklarda bekliyor? Ve insan parantezinde hangi arızalar yazıyor?
Cevapları bulabilmek için Prof. Dr. Doğan Şahin’in kapısını çaldık.
Prof. Şahin, insanın içindeki uzun yollarda dolaşıyor, herkesin şu ya da bu ölçüde menziline girebileceği kişilik bozuklukları üzerinde çalışıyor.
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliği yapan Şahin, aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği İstanbul Şube Başkanı ve Cinsel Eğitim ve Araştırma Derneği (CETAD) Genel Sekreteri.
Aşka dair görüşlerinin çoğu psikiyatr ile örtüşmediğinin ve anlattıklarının şahsi fikirleri olduğunun altını çizen Prof. Doğan Şahin, zaman konusunda cömert davranarak Türkiye’de cinselliği, kıskançlığın ne demek olduğunu, aşkı, aşk acısını ve tedavisini, detayları atlamadan aktardı.
Kendimizle biraz daha tanışmak üzere okuyalım; işte Prof. Doğan Şahin’in T24’e verdiği yaklaşık 20 sayfa ağırlığındaki söyleşinin ilk bölümü:
- Bir psikiyatrla, özellikle de aşk ve cinselliğe kafa yormuş bir psikiyatr ile ilişki yaşamak kolay olmasa gerek, değil mi?
Bunu karşı tarafa sormak lazım. Sadece sevgililik bağlamında değil, sosyal bir ortama gittiğimiz zaman da dinlenme hakkımız yokmuş gibi hep insanları gözlemlediğimiz düşünülür. Hâlbuki, terapist ruh hali bambaşka bir ruh halidir. Kendinle, kendi duyguların, isteklerin, beklentilerinle değil karşındaki ile ilgilenme halidir.
- Hiç mi mesleki dezenformasyon yaşamıyorsunuz?
Çok, çok az olur. Hastayla görüşürken başka bir insan olursun; bir çeşit trans halidir. Dikkatini, konsantrasyonunu hastanın dışındaki uyaranlardan uzaklaştırırsın. Bir cerrah birileri ile otururken nasıl “Şunun dalağını şuradan keseyim” diye düşünmüyorsa biz de günlük hayatımızda insanlara hastaymış gibi davranmayız, aksi çok yorucu olur. Bize de yazık. Ama tabii yakın ilişkilerde herkes karşısındaki insan hakkında düşünür. Neyi neden yapmış olacağına ilişkin kafa yorar. Biz yapınca itiraz etmesi belki karşı taraf için daha zor olur. Öte yandan avantajları da olabilir mesela, her şeyin daha hızlı anlaşılma ihtimali olabilir. Yani, eksiler artılara denk olabilir.
- İtiraz edilmesini zorlaştırmak şikâyete neden olmuyor mu?
Psikiyatrlar da farklı farklıdır. Neyin mesleğimden, neyin benden kaynaklandığını söylemem zor olur çünkü ben zaten fazla sorgulayan biriyimdir. O yüzden sosyolog da olsam aynı durum yaşanabilirdi. Dolayısıyla, bilinmez. Çekene sormak lazım.
- Aşk ne demektir’le başlamadan...
Başlamayalım, çünkü her şeyi tüketen bir tanım yapmak zor. İnsanlar bir sürü ruh haline aşk diyorlar. Bu konuda uğraşan 4-5 kişi bir araya gelsek çok anlaşamayabiliriz. Psikiyatrlar arasında bir kabul var ama ben o ortalama görüşe çok katılmıyorum.
- Nedir genel kabul?
İçinde cinsel bir arzuyu da barındırarak bir insana çok yoğun bir şekilde yakın hissetmek, onu özlemek, önemsemek gibi duyguların bütününe aşk diyorlar. Bana göreyse bu tanım, aşk için bir zemin oluşturabilir ama aşkın kendisi değildir. Aşk, zamanla gelişen bir şeydir. İnsan tutku, heves duyabilir ve bu duygular çok da güçlü olabilir, ama bunların gerçek bir aşka dönüşmesi epeyce zaman ve emek gerektirir.
- Sizin "aşk" dediğiniz, “sevgi” tanımına daha mı yakın?
Benim aşk dediğim şey yoğun bir sevgi halidir. Çok güçlü bir şekilde sevmeye ve tutku hissetmeye aşk diyorum. Başka birileri ise, aşk denilen şey geçtikten sonra kalan sıcaklık, yakınlık, şefkat gibi duygulara sevgi diyorlar. Ben buna sevgi demiyorum.
- Ayşe Arman’la söyleşinizde asıl aşkın 3 seneden sonra başladığını söylediniz. İnsanların aşk dediği bu 3 senede olanları siz nasıl tarif ediyorsunuz?
Başlayıp bir süre sonra geçen bu şey günümüzde artık aslında 3 seneden de az. Günümüzde bir, iki ay; hadi diyelim 6 ay.
- Ne oluyor bu 6 ayda?
Tutku, heves...
- Peki, kim, kimin hangi düğmelerini tetikliyor da kişi, şuna buna değil; ona “âşık” oluyor?
Bir çeşit insan yok ve herkesin düğmeleri farklı farklıdır. Azımsanmayacak kadar insanın da tek bir düğmesi yoktur. Dolayısıyla, düğmeler kombinasyonu vardır. Bir kişinin girdi, çıktıları sizin oyuklarınıza ne kadar uyuyorsa, sizde o kadar büyük bir arzu uyandırabilir.
Aşkı hava, su olarak tarif ederler ya, hakikaten öyledir. İnsan susuz kalamaz, temel ihtiyaçları vardır. Çöldeki insanın suya arzusu ne kadar güçlüyse, psikolojik olarak karşısındaki insana duyduğu arzu da o kadar güçlüdür. Yalnız, bu bir sevişme arzusu değil, tamamlanma arzusudur. Kişinin kendi yaralarının, açlığının giderilmesi arzusudur. Bu nedenle karşıdaki bu kadar kıymetli olur. Bu açlık ve yaraların da binlerce örneği var. Mesela, bir kız çocuğu babası tarafından yeterince sevilmemiştir ve bunun özlemi içindedir. Bu da onun yarasıdır.
-O zaman filmi en başa sararak soralım; ilk aşkı kime duyarız?
Erkek olsun, kız olsun, herkes önce annesine âşık olur. Ama bu, bizim bildiğimiz aşktan biraz farklıdır. İlginin mahiyetinde şefkat, korunma, kollama ve değer verme hissi var. Çocuk annesini kendisinin uzantısı olarak algılar ve büyük bir birliktelik duygusu yaşar. Erişkinlikteki anlamıyla cinsel bir tarafı yoktur. Kendisiyle anne aynı şeymiş gibi hissetme, hemhâl olma ile ilgili bir ruh halidir. Bu erişkin aşkında da olması gereken ayaklardan bir tanesidir.
Âşıklar arasındaki "Aynıyız”, “Nasıl da aynı şeyleri hissediyoruz”, "Bak, ben de tam onu diyecektim" gibi cümleler de aslında annemizle kurduğumuz temel ilişkinin yeniden kurulmasıdır. Her cins için durum böyledir. Ancak çocuklar bir süre sonra annenin ayrı bir varlık olduğunu hisseder ve kızlar da babalarına ilgi duymaya başlarlar. Bunda pek çok neden var, öncelikli olan cinsiyetler arası farkı fark etmeleri.
- Eşcinsel olamayan kızların aşkı babaya ne zaman kayar?
36 ay dolunca şakkadanak olmaz ama ortalama 3 yaşında gerçekleşir. Muhtemelen biyolojik dayanaklarla, çocuğun daha cinsel organlarla ilintili erotik arzuları başladığı zaman, aşkı karşı cinse yöneliyor.
- Nedir bu arzular?
Organların da belli uyarılma ve doyum biçimleri vardır. Bir penis sarılmak, kavranmak ister. Uyarılmış bir penis sarıldığında, kavrandığında, kendisini saran bir şeyin içine girdiğinde tatmin olunur. Oğlanlar mesela bu dönemde, penislerini ya da penislerini temsilen parmaklarını nerede bir delik görseler sokmaya çalışırlar. Kadın cinsel organının da sarılma, kavranma ya da vajinanın içine bir şey alma arzusu vardır.
- Çocuk, ailesine meydan okuyarak ilk ihaneti de ilk aşk nesnelerine karşı gerçekleştiriliyor. Buradaki ihanet, sonraki aşklar için çuvalın ağzını açmak mı demek?
Hayır. Çocuklar başkasına ilgi duyduğu zaman anneye veya babaya duydukları bu bağ büyük ölçüde çözümlenmiş oluyor. O bittikten sonra başka bir ilişki mümkün oluyor. Devam ediyorsa bu bir problem.
- Hangi durumlarda bu aşk çözülmüyor?
İki durumda: 1- Eksik yaşanırsa, yani yakınlık aşırı bir şekilde engellenirse, 2- Yakınlığa uzun süre aşırı izin verilirse. Yani bir babanın, karısını aşağılayıp, kızını “aşkım”, “sevgilim” diyerek sevmesi ve onunla fiziksel ve duygusal sınırlara dikkat etmemesi gibi.
- Anne ve babaya aşkları çözümlenmeyen kişilerin düğmeleri nedir, bu düğmelerine kimler basar?
Karşı cinsten ebeveyne çocuksu aşkı devam edenlere histerik deriz. Bu kişiler ödipal aşk nesnelerine, yani kızsa babasına, oğlansa annesine benzeyen kişilere âşık olurlar. Bu kişilerin düğmesi çocukluk aşkına benzeyen figürlerdir... Bu özelliği gösteren kişilere âşık olurlar. Ama âşık oldukları insanlara cinsel yakınlık gösteremezler çünkü derin bir suçluluk hissederler.
- Ne suçluluğu?
Ensest suçluluğu! "Babanla yatıyorsun, rezil", "Aman Tanrım, ben ne yaptım" suçluluğu! Genellikle kişileri idealize ederler ve büyük bir romantizm gösterirler, ama cinsel yakınlıktan kaçınırlar.
- Cinsel yakınlık kurabilen histerikler yok mu?
Eğer ebeveyne yönelik kısmen de çözülmüş, duygu zayıflamışsa cinsel ilişki bir süreliğine de olsa mümkün olabilir. Ebeveyne olan aşkın çözülme derecelerine göre farklı olasılıklar söz konusu olur. Bu aşkın olduğu gibi kaldığı durumlarda sevgi ve şehvet bir araya gelmez, âşık oldukları kişilere cinsel yakınlık duyamazlar. Ebeveyne yönelik aşk kısmi olarak çözümlenmişse cinsel yakınlık kurabilirler ama bir sürü sorun yaşarlar. Örneğin, yeteri kadar uyarılmaz, orgazm olmazlar. Üçüncü grup ise bir çare olarak böler.
- Neyi?
İnsanları böler. Bir grup insana âşık olurlar, bir grup insanla yatarlar. Yani insanları, tapılacak insanlar, yatılacak insanlar diye bölerler.
- Türkiye'de sıklıkla zikredilen “evlenilecek ve eğlenilecek insanlar” ayrımı ödipal çatışmadan mı kaynaklanıyor?
Evet, bunları yayanlar çoğunlukla histeriklerdir. Çünkü bu insanlar sevgi ile cinsel arzuyu bir araya getiremezler. Cinsel arzu duyduğuna sevgi besleyemez, sevgi beslediği kişiye de cinsel arzu besleyemez. Eğer bir erkekten bahsediyorsak, bunun nedeni annesine duyduğu arzunun hâlâ devam etmesidir. Bu erkek sevgi duyduğu kişiye cinsel olarak bakamaz. Örneğin, evlendi; karısına saygıda kusur etmez ama başkalarıyla yatar. Türkiye'de ödipal çatışmasını çözememiş insan bayağı fazladır. Bu "Orospu-Madonna Sendromu" olarak da nitelendiriliyor: Bir tarafta kutsal bakire Meryem var ve ona el sürülmez; öbür tarafta ise saygı duyulmadan sevişilecek “orospular” vardır.
- Bir makalenizde de Türkiye’de erkeklere öğretilen geleneksel cinsellikte sevgi ve seksi birleştirememekten bahsediyorsunuz.
Tabii, böyle bir gelenek var ama önemli ölçüde kırılmış durumda. Bugün çoğunluğu kapsamadığını düşünüyorum.
- Sizce, bu gelenek ne zaman kırıldı?
Son yüzyıl içerisinde ciddi ölçüde kırıldı. Öncelikli sebep, ailelerin çocuklarına verdikleri eğitimin etkilerinin ciddi olarak azalmasından kaynaklanıyor. Çocuk artık kendi değer sistemini sadece ailesinden almıyor. Eskiden aile tek başına, kapalı bir bütünlüktü. Çocuk değerlerini, fikirlerini, düşüncelerini ve kişiliğini aileden alır o ortamda ki verilerle kişiliğini geliştirirdi. Artık sosyal etkileşim çocuğun karakterini çok daha fazla etkiliyor. Çocuklar daha erken sosyalleşiyor; televizyonla, bakıcılar ve insanlarla karşılaşıyor. Kreşe, anaokuluna gidiyorlar; şimdi 5 yaşında ilkokula başlayacaklar.
Çocuğun 3 ila 5 yaşında karşı cinsten ebeveyne cinsel arzu duymasının sebeplerinden bir tanesi de kapalılıktı. Cinsel arzular uyanırken, çocuk çevresine “Kim var” diye bakıyor ve anne, baba dışında birini göremiyordu. Ama artık bir sürü çocuk, 3-5 yaşında o kızdan hoşlanıyor, bu çocuğa âşık. Ayrıca, ailelerin iç etkileşiminde de azalma var, daha açık ve gevşek duygusal etkileşim içine girdiler. Dolayısıyla bu gelenek biraz da olsa kırıldı.
- Peki, diğer temel karakterler ve düğmeleri neler?
Bağımlı karakterler için düğme güvenliktir. Temel özellikleri kendilerini aciz hissetmeleridir, hayatla başa çıkamayacaklarını varsayarlar ve ellerinden tutan biri olsun isterler. Her işte onlara yardım eden birine ihtiyaç duyarlar. Onların aşk nesneleri de bu ihtiyacı karşılayanlardır. Birisinin kendisine yardım etmek istediğini hisseder ve bunu yapabileceğine inanırlarsa o kişiye kolayca âşık olabilirler.
Üçüncüsü, anal karakterler veya obsesiflerdir. Obsesifler çok ahlakçı insanlardır, kuralcıdırlar, düzenli, tertipli, titiz ve mükemmeliyetçi kimselerdir. Her şeyin bir doğrusu olduğunu zannederler. Sürekli "Gerekiyor”, “Lazım”, “Şöyle olmalı”, “Böyle olmalı" diye konuşurlar. Her konuda doğrusunu öğrenip ona göre davranmaya çalışırlar. Yani ne hissettiklerine, ne istediklerine göre değil, olması gerektiğini düşündükleri şeylere göre davranırlar. Başlıca özelliklerinden bir tanesi de, gece başını yastığa koyduğu zaman kendilerini mahkemeye çeken bir süperegolarının olmasıdır. “Orada niye öyle konuştun”, “Keşke öyle yapmasaydın da şöyle yapsaydın” diyerek burunlarından getirirler. Sürekli kendilerini eleştiren, sorgulayan ve kabahat bulan bir süperegoları vardır. Dolayısıyla kendi doğrularını onaylayan, süperegolarının bir tasdikçisini, kendisi gibi düşünen insanları bulurlar. Ancak gerçek anlamda âşık olamazlar, çünkü ne hissettiklerini çok bilemezler. Hep “mantık” çerçevesinde hareket eder, “akıllarıyla” seçim yapmaya çalışırlar.
- “Tasdikçi” yerine "serseri" birine de takılabilirler mi?
Olabilir. Bazen kendilerinin tam zıddı, yani nerede akşam, orada sabah insanlarla beraber olurlar. Çünkü artık onlar da yılmıştır. Ama bu ilişkiler sürdürmeleri bayağı zordur.
- Dördüncü karakterler kimlerdir?
Her insanın kendisini beğenmeye ihtiyacı vardır. Bunun için de dış desteğe belli oranda ihtiyaç duyar. Bir insan kendisine saygı duyabilmesi, kendisini beğenebilmesi için ne kadar çok dış desteğe, başkalarının övgü, onay ve hayranlığına ihtiyaç duyuyorsa o ölçüde narsisistiktir. Bu kişiler, kendilerine saygı duyabilmek için çaba harcamak, başkalarının övgü ve takdirini toplamak zorundadırlar.
Dolayısıyla, narsisistlerin düğmelerini tetikleyenler de kendisine hayranlıkla bakan gözler ve hayranlıktan açık kalmış ağızlardır. Karşısındaki insanın kendisine duyduğu ve duyacağını varsaydığı hayranlık, kendisini o kadar iyi hissettirir ki, varlığında mutluluk ve coşku, yokluğunda özlem ve acı hisseder. Bu da aslında aşk filan değil; ihtiyacı karşılayan bir şeye duyulan istektir. Çikolatayı sevmek gibi bir şeydir. Sadece iyi bir his uyandırdığı için duyulan hoşnutluk, aşk değildir. Gerçek anlamda aşk o kişinin niteliklerine duyulan bir hayranlık üzerinde inşa edilir. Ama bir narsist için karşı tarafa hissettiği şey, karşı tarafın kendisine duyduğu hayranlığa duyulan ihtiyaçtır.
- Narsiste âşık olan kim? Köleliğe hazır olan mı?
Şöyle efendim, narsistler çoğunlukla birbirlerine “âşık” olurlar. Kendilerinde olan, kendilerinde olmasını istediklerini ya da kendilerinde olduğunu varsaydıkları nitelikleri taşıyan dolayısıyla bir şekilde kendilerine benzeyen kişileri beğenebilir ve onlarla olmak isterler.
Narsisistler birkaç çeşit olur. Birinci grup, başka insanlarda hayranlık uyandırmak için çırpınan, atan tutan, böbürlenenler. İkinci grup da, aslında aynı beklentiler içerisinde olan ama bunları bastırmış kişilerdir. Dağarcıklarında hayranlık uyandırmak için piyasa sürecek fazla şeyleri olmadığını düşünürler. Bunun yerine hayranlık uyandıran, kolaylıkla övülebilecek bir insanla yakınlık kurarak, onunla yakınlığı üzerinden saygınlık elde etmeye çalışırlar. İşte bu iki tip narsisitiğin bir aradalıklarına ister sevgili ya da eş olarak ister arkadaş olarak sık rastlanır. Çiftin bir üyesi tanınan bilinen, popüler biri, açık bir narsisitikken, diğeri onun sağ kolu, destekçisi, arkasındaki şahıstır.
Ancak başka versiyonları da vardır. Mesela, bağımlı karakterler de narsisitlere âşık olurlar. “Ben acizim, elimden bir şey gelmiyor" diyen bağımlı, "Ben her şeyi yaparım" diyen narsiste kolaylıkla âşık olabilir. Bilinçdışı bir anlaşmaları var gibidir: Bağımlı narsisiste hayranlık duyarak onun hayran olunma ihtiyacını karşılarken, narsisist de bağımlının güven ihtiyacını karşılar.
- Beşinci karakterler kimler?
Öncesinde iki tane kavramı tanıtmak gerekiyor. Bir tanesi “kişilik örgütlenmesi”, diğeri “kişilik bozukluğu”. Kişilik örgütlenmesi dediğimiz şey, ruhsal yapının temel yapılanışını anlatıyor. 3 ana kişilik örgütlenmesi var: Nevrotik, borderline ve psikotik. Normal dediğimiz insanlar nevrotik kişilik örgütlenmesi içerisindeki bir gruptur. Nevrotikler, kişilik örgütlenmesi açısından herhangi bir sorunu olmayan insanlardır. Psikotikler ise kişilik örgütlenmesi açısından çok ciddi yapısal sorunlar içerisindedirler. Borderline da bu ikisinin arasında yer alır. Temel özellikleri bütünlüklü bir kimlik duygusunun olmaması ve duygularının, düşüncelerinin çok kolay bir uçtan diğer uca savrulabilmesidir. Toplumda psikotikler yüzde 1, nevrotikler yüzde 80 civarında, borderline kişilik örgütlenmesi gösteren insanların sayısı da yüzde 15 ila 20 arasındadır.
Şimdiye kadar yüzde 2 olarak bilinen borderline kişilik bozukluğu, borderline kişilik örgütlenmesi içerisindeki kişilik bozukluklarından biridir; diğerleri de şizoid, şizotipal, paranoid, antisosyal, narsistik, histriyonik kişilik bozukluklarıdır. Son yıllarda hem bunların toplamı hem de borderline kişilik bozuklukları giderek artıyor. Amerika'da, üniversite öğrencileri arasında yapılan araştırmalarda bu oran yüzde 20'lerden yüksek çıktı. Bu grubun bütünlüklü bir kendilikleri yoktur. Ruhsal yapıları tamamen iyi ve tamamen kötü olmak üzere iki ayrı parçadan oluşur. Bazen çok iyi, bazen de çok kötü hissederler.
- Nasıl hissedeceğini dış etkenler mi belirler?
Evet, bu nedenle de kendisine değer veren, anlamaya çalışan ve eleştirmeyen insanlar onların düğmelerine basar. Bu insanlara çok büyük bir tutku ile bağlanırlar. O kişi uyuşturucu ticareti yapabilir, mafya olabilir ama bunların hiçbir önemi yoktur. Eleştirilmemesi yeter.
Ama en ufak kötü hissettirmede nesneyi değersizleştirirler. Bu insanlar acayip hızlı âşık olur ve bir o kadar hızlı o kişiden uzaklaşır, nefret eder, düşmanlık beslerler. Bir haftada her şeyin nasıl değişebildiğini sorduğunuzda "Yanılmışım işte" derler. Bunlar için aşkta toslama kaçınılmazlıktır.
- Başka düğmeler de var mı?
Bundan sonrası ince düğmeler. Mesela histriyonik dediğimiz, oyuncu karakterler vardır. Düğmelerine çok çabuk basılır. Gelene geçene açıktırlar. Herkes onları beğensin, arzulasın isterler. Daha çok cinsellikleriyle beğenilmek peşindedirler ama asıl ihtiyaçları sevgi, şefkattir. Bir insanı bilgisi, karakteri, kişilik özellikleri ile hayran bırakmaya uğraşmaktansa bunu cinsellikle yapmanın daha kolay olduğunu deneyimlemişlerdir. Bu kişiler çok çabuk cinsel etkileşime girerler. Kılık kıyafetleri de kendisine bakılmasını temin için seçilmiştir.
- Seks düşkünlüğü tablonun bu kısmında mı?
Hayır. İşin ilginci, histriyonikler önlerine gelenle yatar ama cinsellikten pek bir şey anlamazlar; orgazm olmazlar, uyarılmazlar. Çünkü aslında peşinde olduğu şey cinsel doyum değil, bir insanın ona ilgi göstermesidir. Cinsellik, ilgi almak için verdikleri bir nevi rüşvet gibidir.
- Normal insanların aşk düğmeleri nerede?
Normal insanların düğmeleri yavaş çalışır. Geç ısınırlar. Bu insan, kendi başına huzurlu ve memnundur. Mesela, burada oturuyoruz ve keyfimiz yerinde, bir de meyve salatası olsa hoşumuza gider. Ama meyve salatası yok diye kendimizi perişan etmeyiz. Aşk da meyve salatası gibi, ekstradan güzelliktir.
Bu ekstradan güzelliği yaşadıklarında normal kişiler, karşısındaki insanın bütünlüğüne yönelik bir idealizasyon duyarlar. Süper egosundan tutun, ahlaki değerlerine, ne yapıp ne ettiğine, hayatı nasıl algıladığına, kaşına, gözüne, şefkatine, insanlığına, yani her şeyine tam bir hayranlık söz konusudur. Gerçek ve sağlıklı olan kalıcı aşk, eşi bulunmaz bir insana denk gelindiği hissiyle gelişir. “Âşık olduğumu nasıl anlarım” diye soranlar, tereddüt etmesin. Âşık değillerdir. Bir insanı seviyorsan böyle soru olmaz. İkinci sık gelen soru da: “Başkasıyla daha mutlu olur muydum?” Aşkta karşındaki insanın olmadığı bir hayat düşleyemezsin. Onunla problemlerin varsa çözmeye çalışırsın ama onsuz bir hayat kurgulamazsın.
- Peki, aşkta olmazsa olmaz dediğiniz hayranlık zamanla azalmaz mı?
Neden azalsın?
- Tüm çıplaklığıyla gördüğünüz, bildiğiniz birine hayranlık azalmadan devam edebilir mi?
Eğer kişinin öğrenilmesi ve bilinmesi hayranlığı azaltıyorsa, o kişinin çok az özelliğine ya da bir sırrına ilgi duyulmuş demektir. Gerçek sevgi ve aşk tanıdıkça artan gelişen bir şeydir.
- Fazla iyimser olabilir misiniz? Pek çok ilişkide arzunun zamanla azaldığına tanık oluyoruz.
Bahsettiğiniz primitif (ilkel) idealizasyonla ilgili. Bu, her zaman tüketicidir. Mesela bazı kimseler bir şeye sahip olduklarında çok mutlu olacaklarını zannederler. Sanırlar ki sahip olacakları o şey, bir araba, ev, ya da filan kişi kendisini çok özel, bambaşka bir insan yapacaktır. Sahip olduklarında böyle bir şey olmadığını görürler ve o şeyi değersizleştirirler. "Şu kadınla bir çıksam başka bir şey istemem " dediği kişiyle çıktığı zaman, bambaşka, acayip mutlu biri olmadığını fark eder. “İyiymiş, güzelmiş” der, geçer. İlkel idealizasyonda yüceltilen şey çok az kalemlerdir "Kim bilir nasıl sevişiyor" dersin ama seviştiğin zaman görürsün ki, normal.
- Hayranlığı azalmayan kaç çift gördünüz?
Az değil, epeyce gördüm.
- Kayda değer bir kitle mi?
Fena sayılmaz. Eskiden daha çoktu, giderek azalıyor.
- Cinsel arzusu körelen insanın arzuyu tazelemesinin çaresi ne?
Bunun çaresi, nedenine göre değişir. Azımsanmayacak sayıda çift, zaman içerisinde birbirini anne ve baba olarak gördükleri için cinsel arzuları körelir. Gene epeyce çift için temel neden tekrarlayan, doyum ve haz vermekten uzak, kötü sevişmelerdir. Çare de bunu yaratan nedenleri ortadan kaldırmak, yani ebeveyn algısını yaratan koşulları bulup çözümlemek ve doğru düzgün sevişmeyi öğrenmeleridir.
- Aşk tanımızda çok eşlilik yok, değil mi?
Aşk tüm duygularınızı içine çeker, alır. İlginizi, dikkatiniz, sevinciniz, coşkunuzu, heyecanınızı, isteklerinizi, arzularınızı bir kara delik gibi yutar, kendi içinde yoğurup ona kendi biçimlerini verir. Başka bir insana aktaracak duygunuz kalmaz.
- Psikanalist Adam Philips, "Tekeşliliği tanımı gereği tamamlayanın sadakatsizlik olduğunu” söylüyor. Buna ihtimal vermiyor musunuz?
Katılmıyorum. Freud'u en klasik ve en ham, en ortodoks şekliyle anlayanlar her şeyde sadece ödipal olanı görmek istiyorlar. Aşkta ödipalite ve ödipal aşk yani çocukluğumuzda ebeveynimizle yaşadığımız aşkın bir izi, hatta kısmi bir tekrarı vardır. O zaman ermediğimiz mutluluğu şimdi yakalama şansımız vardır. Ama aşk sadece ödipal olandan ibaret değildir.
- Kişi âşık olduğunu söylüyor ama gözü dışarıda dolanmaya başladı?
Geçmiş olsun.
- Üçüncü kişi hikâyeye dâhil olduğunda, aşkın hiç yaşanmamış olduğunu mu söylüyorsunuz?
Evet. Aşk bir olasılıktır. İnsan bunu geliştirebilir, ne çok zor ne de çok kolaydır. Biraz daha olgunluğa ihtiyaç var sanırım. Mesela, çok aç olmamak önemli bir nokta.
- Sizin aşk tanımızda da saçmalama özgürlüğü yok, desek?
Öyle şey olur mu? Aşk her şeyden önce bir heyecandır. “Belli bir düzlemde hareket eden, belli bir vektörü ve belli sınırlarda dengeli bir salınım gösteren heyecanların bileşkesine aşk diyoruz" demiyoruz.
- Tek eşli olmak hayatı kolaylaştırabilecekken, kişi neden çok eşlilikte ısrar etsin?
Bir sürü karakter için tek eşlilik ciddi bir sıkıntı kaynağıdır. Histriyonik ve narsistler, ne kadar çok insan tarafından beğenilirlerse o ölçüde kendilerinden memnun olurlar. Dolayısıyla her zaman insanların beğeni ve hayranlığını isterler. Bu kişilere sadece bir insandan hayranlık ve beğeni alacaksın, sadece bir insan seni arzulayarak demek bir nevi işkence gibi olur.
- Tek eşliliğin mal, mülk ve çocuk ekseninde icat edilmiş olduğu teorisini yok mu sayıyorsunuz?
İnsanın sevilmek, bağlanmak, düzenli yakınlıklar kurmak, sevişmek gibi duygusal gereksinimleri vardır. Toplumsal ve ekonomik etkenler, ideolojiler, din, üretim ilişkileri bunların nasıl yaşanacağı üzerine etkilerde bulunuyordur elbet. Şimdi bahsettiğimiz aşk ilişkilerine dair şeyleri mevcut koşullar için söylüyoruz. Yarın aile yapıları, çocuğun büyütüldüğü koşullarda radikal değişimler olursa bunlarda da değişiklikler olacaktır. Ancak aşk ve birini çok sevip ona bağlanma pek değişmeyecektir.
- Peki, çocuk istemeyen âşık bir çift neden evlenir?
Aşk her şeyden evvel, çocuktan bağımsız bir şeydir. İnsan sadece çocuk yapınca âşık olmaz ki. Âşıklar beraber bir hayat sürdürmeye karar verir, sonradan da o birlikteliği çocukla taçlandırmak isteyebilirler de istemeyebilirler de. Çocuk istemiyorlarsa âşık değillerdir, diye bir şey söylenemez.
- Ancak soru şuydu; çocuk istemeyen çift neden evlenir?
Nikâh kısmı tamamen kültürel. İki insanın beraber yaşaması ayrı bir şey, bunu götürüp nikâh memuru karşısında millete ilan etmeleri başka bir şey. Toplumsal baskıları azaltmak için "Ey ahali, bundan sonra beraber yaşayacağız, cinsel hayatımız olacak. Hepinize de ilan ediyoruz, itirazı olan var mı" derler.
- Peki, bazı kişilerin geleceğe dair plan yapma süratleri yalnız kalma korkusundan mı kaynaklanıyor?
Temelinde yatan şey, kaybetme duygusu. Bu korkuyu duyanlar, kendilerini yeterince cazip bulmazlar. Hasbelkader biri, kendisini sevmişse her an kendisini terk edecek korkusuyla ona yapışmak, kontrol etmek ister.
- Kaybetme korkusunun kadına atfedilmesinin sebebi, erkeğin 60'ında birilerine farklı sebeplerle hâlâ cazip gelirken, 40 yaş ertesindeki kadınların seçeneklerinin azalmasında mı yatıyor?
Sadece yaşla da ilgili bir şey değil, toplumsal açıdan da birçok fark var. Bir adam kendisinden sosyal, kültürel ve ekonomik olarak daha zayıf biriyle rahatlıkla evlenebilir. Kimse de gidip ona, "Niye evlendin?" demez. Bir kadından ise toplum, sosyo-ekonomik olarak kendinden daha iyi durumda olan, en azından kendisiyle denk biriyle evlenmesini bekler. Dolayısıyla mesela üniversite mezunu, iyi eğitimli bir kadının çok az seçeneği vardır. Ayrıca, biriyle tanışma olasılıklarını da düşünürseniz, liste iyice kısalıyor. Dolayısıyla, bir ilişkiyi kaybetmekten daha çok korkuyorlar.
- Erkeklerin seçeneklerinin tükenmemesi, tutkunun ana dinamik olduğu ilk 6 aylarda takılıp kalmalarına neden oluyor mu?
Olabilir ama başka sebepler de var. Artık insanlar sevgilileriyle yaşadıkları ilk sorunda "Ne uğraşacağım" deyip vazgeçiyorlar. Ayrıca, ayrılıklar da toplumsal olarak daha hoş karşılanıyor. Dolayısıyla, insanlar vazgeçilmez olmaktan çıkıyor. Bunun en önemli nedeni çağımızda kendilik patolojileri dediğimiz bir hâlin giderek yaygınlaşmasıdır. İnsanların kimlik bütünlükleri çok iyi gelişmiyor ve kendilerine saygı duymaları zorlaşıyor. Hep dışarıdan gelen yansımalarla kendilerini iyi hissediyorlar. Bilindikleri, onaylandıkları oranda rahat ediyorlar. İnsanlar bu yüzden dış görünümleriyle aşırı ilgili olmaya başladılar. Renkten renge, şekilden şekle giriyoruz. Çünkü bu, fark edilme, tanınma sağlıyor. Tabii bu ilişkiye de yansıyor ve hayranlık neredeyse aşkın tek ayağı haline geliyor. Yeterli sevgi, şefkat, gerçek kapsamlı bir idealizasyon ve sevgi olmadığı için sadece yüzeysel hayranlığa dayalı bir ilişki de uzun süreli olamıyor. Öte yandan hayranlık ihtiyacının fazlalığı tek kişiden alınan hayranlığı yetersiz hale getirdiğinden, hep yeni birilerinin, daha başkalarının hayranlığına koşuluyor.
- O zaman bağlanma korkusu nerden çıkıyor?
Bağlanma korkusu birkaç durumda ortaya çıkıyor. Bağımlı karakterler, bunlardan bir tanesi. Karşı tarafın bizi çok sevmesi ve hiç bırakmaması için tamamen onun arzularına uygun hareket etmeye başlıyoruz. Bağlanma korkusu olduğunda da kişi, tamamen karşı tarafın arzularına göre hareket ediyor. Bu da bir süre sonra cendereye dönüşüyor. Kişi de sevilebilmek için köleye dönüşmektense kaçıyor. Bazı karakterler de nesneyi bırakmamaktan korkarlar. Mesela, hiç yakın arkadaşları yoktur, duygusal olarak fazla bir şey paylaşmazlar çünkü herhangi bir yakınlıktan korkarlar. "Kayısı ister misin?" gibi bir şey ikram etme teklifi, onlarda "Ne oluyor?" endişesi uyandırır. Aslında o kadar büyük bir ilgi ve sevgi açlığı içerisindedirler ki onun azalmasına, karşılarındaki kişinin bir an için bile gitmesine izin vermemekten korkarlar. Kayısı veren kişiyi ya bir daha vermezse diye yutmaktan korkarlar. Böyle bir arzu duyacaklarını bildikleri için de mesafesini hep korumak ister ve hiçbir duygusal yakınlığa izin vermezler.
- Peki, kıskançlığın yeri ne? Neden bazı insanlar kıskançlıktan kafayı çizerken, bazıları için ara başlık bile olmaz?
En yaygın bilinen hata, "Seven kıskanır" cümlesindedir. Kıskançlık ve sevgi ters orantılıdır. Belli başlı 3 ana kıskançlık biçimi vardır: 1- Paranoid tipteki kıskançlıklar, bu projeksiyondan kaynaklanır. Kişi, kendisi flört etmeye eğilimlidir. Kendi isteklerini bastırıp, karşısındakini böyle olmakla suçlayarak rahatlamaya çalışır. Bu tip kıskançlıkta kişi karşısındakini her an sadakatsizlik yapabileceği varsayımı üzerinden suçlayarak, sürekli denetlemeye, kısıtlamaya çalışır, hayatı ona zehir eder.
Bazıları "Peki hocam, kıskanmayacak mıyız" diyorlar. Bir gün eşiyle birlikte bir adam geldi. "Ben karımı çok kıskanıyorum" dedi. "Hangi durumlarda kıskanıyorsunuz" diye sorunca "Benim karım masaj salonu çalıştırıyor, kendisi de çalışıyor" dedi. "Ne yapıyor?" diye sorunca, "Gelen adamlara masaj filan yapıyor" dedi. "Masaj mı" diye sordum, "Yok, hocam bir tek masaj değil, başka şeyler de yapıyor. Oral seks gibi şeylerle adamları boşaltıyorlar" dedi. "Siz o esnada ne yapıyorsunuz?" diye sorunca da "Ben de arkada çay yapıyorum" dedi. "Kıskanmamak, normal karşılamak mı istiyorsunuz" dedim. Adam da "Bilmiyorum valla hocam, ben de çıkamadım işin içinden" dedi. Paranoid tipteki kıskançlıklarda tabii ki böyle bir durumdan bahsetmiyoruz.
Diğer kıskançlık biçimi de narsisistlerinkidir. Narsissistikler sevgililerinin kendilerinden başka herhangi bir şeyle ilgilenmesinden rahatsız olur ve her şeyi kıskanırlar. Diyelim ki, çiçekleri seviyorsun. "Ne var ki yani bu çiçeklerde" der. Aslında "Benim kadar ilgilenilmesi gereken, enteresan bir şey varken neden bunlarla uğraşıyorsun” diyordur. Üçüncüsü de bağımlıların kıskançlıkları. Bağımlılar kendilerini yeteri kadar çekici, sevilebilecek biri olarak görmezler. Bu yetersizlik duyguları nedeniyle her an eşlerini başkası kapacak korkusu içinde yaşarlar.
- Kıskançlığın çaresi ne?
Gerçekten seven bir insan böyle saçma sapan şeyleri kıskanmaz. Dolaysıyla kıskançlığın çaresi sevgidir. Bu arada başka bir tip kıskançlığı unuttuk, o da aslında eşcinsel eğilimleri olup bunu dolaylı yoldan yaşamaya çalışan insanların kıskançlıklarıdır. Bu vakalarda gerçek anlamda bir kıskançlıktan bahsedemeyiz. Daha çok kabul edemedikleri kendi arzuları dolayısıyla yaşadıkları kızgınlıklar söz konusudur. Şöyle ki, bir önceki hikâyeden yaklaşık iki hafta sonra baş ağrısı yakınması olan bir adam eşi ile birlikte geldi. Bir tarikattalar, karısı da şeyhin kızı. “Karımın yakın bir çocukluk arkadaşıma ilgisi var diye şüpheleniyordum. Ben de bunu ortaya çıkarmaya karar verdim, hocam” dedi. “Ne yaptınız” diye sorunca anlattı:“Karıma ‘Biz niye hiç fantezi yapmıyoruz’ dedim. ‘Ben bilmem’ dedi. Sonra kabul etti ama ‘Ne istersin’ diyince yine ‘Bilmem’ dedi. Ben de ‘Mesela başka bir adam çağırsak, ister misin’ diye sordum. ‘Ne yapacağım başka adamı, ben istemem’ diyince ‘Yok, yok sen düşün’ dedim. O da ‘Olabilir’ dedi. Kim olsun diye konuşurken ‘Arkadaşımın adını vererek O olsun mu’ dedim. Önce ‘Yok’ dedi ama ısrar edince kabul etti. Sonra arkadaşıma gittim dedim: ‘Biz düşündük, seni bir akşam davet etmeye karar verdik.’ O da kabul etti. O gece çocukları uyuttuk, sofrayı hazırladık, yemeği yedikten sonra yatak odasına geçtik. Hocam bunlar, bir güzel sevişmeye başladılar. Gözümün önünde seviştiler hocam! Acayip sinirlendim. Sinirden zaten bir şey yapamadım. Bunlar seviştiler, boşaldılar; sonra da yattılar, uyudular. Beni sabaha kadar uyku tutmadı! İçeri gidiyorum, bıçağı alıp doğrayayım ikisini de, diyorum. Sonra çocuklar aklıma geliyor, vazgeçiyorum."
- Bu adamın motivasyonu ne?
Yukarıda söylediğim gibi aslında kendisi adamla beraber olmak istiyor ama bu arzusu tamamen yasak olduğu için, böyle bir arzuyu fark etmesi dahi imkânsız olduğu için bu arzuyu karısına yansıtıyor. Adamı isteyen kendisi değil de karısı imiş gibi. Adam bu olay olduktan 10 gün sonra baş ağrısı ile geliyor çünkü bu 10 gün boyunca karısıyla her gün 4-5 kez cinsel ilişki kuruyor. Adam 5 kilo vermiş, perişan olmuş sevişmekten. Karısına sürekli o geceyi anlattırıyor. “Dilini ağzına soktu, ne hissettin" gibi sorularına cevap aldıkça adam, kendini karısının yerine koyuyor ve arkadaşıyla seviştiğini hayal ediyor. Bastırılmış, yasaklanmış eşcinsel arzuların bu şekilde tatmin bulma çabaları sık görülen bir durumdur. Kadınlarda da bu örneklere sık rastlıyoruz. Mesela eşine ya da partnerine diyor ki: "Kendini başka bir kadınla hayal et ve bana anlat." Kadın, adam "Şimdi Ayşe'yi öpüyorum" derse uyarılıyor. Yani, adam bir köprü, aracı vazifesi görüyor.
YARIN: Prof. Dr. Doğan Şahin cinselliği ve aşk acısını anlatıyor…