Aşksız bir hayat tehlikelerle dolu

Aşksız bir hayat tehlikelerle dolu

Julia Vergin

Her an, her yerde aşka rastlamak mümkün. Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, aşkı bilmeyen ve tanımayan hiçbir kültür, hiçbir topluluk mevcut değil. Peki, bu kadar yaygın olan ve hemen hemen herkesin hayatında en az bir kez kapıldığı bu duygu tam olarak nedir? Nasıl tarif edilebilir? Neden aşık oluruz? Bilim insanları, ancak 1980'li yıllardan itibaren bu soruların yanıtını aramayı akıl edebilmiş. Psikologlar, nörologlar ve sosyologlar farklı açılardan inceledikleri aşka dair ilginç cevaplara ulaşmış.

Her şey hormonal kaosla başlıyor

Hintli bilim insanı Krishna Seshadri'ye göre aşk, nöropeptit ve nörotransmitterlerin karışımından oluşan bir "kokteyl” niteliğinde. Seshadri, bu kokteylin farklı aşmalar katederek beynin pek çok bölgesini aktif hale getirdiğini, bu esnada vücudun adeta bir hormon seline kapıldığını savunuyor.

Her şey, bir insanın bizim için birden bire son derece önemli hale gelmesiyle başlıyor. Bizim için eşi benzeri olmayan bu kişinin gülüşü harika, dünyaya bakış açısı çok özel, espiritüel ve elbette çok güzel ya da yakışıklıdır. Onunla sohbet etmek bizi rahatlatır. Kısacası, o mükemmel biridir!

Bu safhada gözümüz o kişiden başkasını görmez. Onun yaptığı her şeyi büyük bir dikkatle izleriz. Olumlu yönlerini büyütür; olumsuz özelliklerini de ya tümüyle görmezden gelir ya önemsiz olarak algılarız. Etrafımızdaki diğer insanların, bu uçarı ruh halimizden ne kadar rahatsız olduğunu ise çoğu kez farketmeyiz.

Aşk stresi artırıyor!

Oysa bu durum karşısında genelde elimiz kolumuz bağlıdır. Zira nörobiyolojik açıdan bakıldığında vücudumuzda tam bir "olağanüstü hâl" hâkimdir. Buna bir nevi "olumlu stres durumu" da diyebiliriz. Krishna Seshadri'ye göre "stres hormonu” olarak da bilinen kortizol seviyesi, aşıklar için büyük öneme sahip. Kortizol seviyesi arttıkça çiftler arasındaki tutku yüklü etkileşim de artıyor. Aynı zamanda özlem duygusu da güçleniyor.

Aşık olmak, beynimizde uyuşturucu madde etkisinde kalmakla eş değer bir reaksiyona neden oluyor. Zira her iki durumda da beynin ödüllendirme sistemi etkin hale geliyor. Korkular azalıyor, haz alma duygusu artıyor ve depresif duygular tümüyle yok oluyor. Buna karşın muhakeme yeteneğimiz ise neredeyse tümüyle devre dışı kalıyor.

Çoğu kez yoğun duygusal etkileşim, cinsel güdüleri de tetikliyor. Çünkü aşkla birlikte erkeklerde testosteron ve kadınlarda östrojen hormonlarının salınımı bariz şekilde artıyor.

Aşktan sevgiye geçişin şifresi: Oksitosin

Psikologlar, aşkın ne kadar sürdüğü konusunda hemfikir değil. Ancak kesin olan şu ki, er ya da geç aşkın da sonu geliyor. Bu sürecin sonunda bazıları "aşk biter, ben gider" felsefesini hayata geçirirken, bazıları içinse tutku dolu duygusal yoğunluk, yerini daha sakin ve derin bir duyguya bırakıyor: Sevgi.

Bilimsel açıdan bakıldığında, aşkın sevgiye evrilmesinin baş sorumlusu oksitosin hormonu. "Bağlılık hormonu" olarak da adlandırılan oksitosin, aşkın neden olduğu yüksek dozdaki geçici keyif durumuna son verip, çiftlerin birbirine daha sağlam ve kalıcı bir şekilde bağlanmasını sağlıyor. İyice kenetlenen çiftler, inişli çıkışlı hayat yolculuğunda birbirlerine destek olmaya başlıyor.

Aşk mantığı yeniyor

Evrim psikoloğu David Buss, aşkın temel işlevinin de zaten bu olduğunu belirtiyor: "Karşılıklı sorumlulukları yerine getirmeye, çocuk sahibi olmaya ve tavizler vererek partneriyle ortak bir yaşam kurmaya karar veren iki insanı birbirine bağlıyor."

Eğer çiftler, duygusal etkileşim yerine mantıklarıyla hareket edip hayatlarını birleştirmeye karar verirse, bu ilişki potansiyel bir tehlikenin gölgesi altında kalıyor. Zira her an için çiftlerden birinin karşısına daha iyi, daha güzel, daha güçlü; kısaca mevcut partnerine göre çok daha cazip bir insanın çıkma ihtimali mevcut. Sevgi bağı, böyle durumlarda koruyucu bir kalkan işlevi görüyor. Eğer çiftler arasında güçlü bir duygusal bağ yoksa, o zaman bu tür cazibelere karşı koyma ihtimali de büyük oranda azalıyor.

David Buss, bu durumu "aşk, mantığı yeniyor" şeklinde özetliyor ve ekliyor:

"Koşulsuz aşk, sadece romantik bir tasavvurdan ibaret değil. Ailenin varlığını sürdürebilmesinde hayatî öneme sahip bir yapı taşı. Her iki partnerin, sürekli olarak aldatılma endişesi taşıyıp teyakkuz durumunda kalmasını engelleyen koruyucu bir unsur."

Tek eşlilik, gerek ilişki gerekse aileye istikrar ve güç kazandırıyor. Hem partnerlerin hem de çocukların yaşamını güvence altına almak amacıyla mevcut tüm kaynaklar seferber ediliyor. Ayrıca cinsel ilişki sırasında salınan oksitosin hormonu, çiftler arasındaki bağı daha da güçlendiriyor.

Aşksız hayat çok bayat!

Tüm bu güzelliklere rağmen yine de mutlu başlayan bazı ilişkiler yürümüyor ve günün birinde sona eriyor. "Bu, çok sert ve acı veren bir düşüş olabilir" diyen evrim psikoloğu David Buss, sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Aşk acısı, bir insanın yaşayabileceği en kötü deneyimlerin başında geliyor. Bundan daha büyük bir kedere, ancak çocuğunu kaybetmek gibi trajik bir olay neden olabiliyor."

İlişkinin bitmesinin neden olduğu hüsran ve yalnızlığın neden olduğu mutsuzluğun yanı sıra aşk duygusunun aniden yok olması ve büyük bir boşluğun içine düşülmesi de acıyı derinleştiriyor. David Buss'a göre aşk, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Bu nedenle de aşk acısı yaşayan pek çok insan, aynı şeylerin tekerrür etmesini göze alarak, yeni aşklara yelken açıyor. Zira aşksız bir hayatta hep bir şeyler eksik kalıyor.