Aslı Aydıntaşbaş: Türkiye'deki baskı cesaretimi ve sağlığımı yok ediyor

Aslı Aydıntaşbaş: Türkiye'deki baskı cesaretimi ve sağlığımı yok ediyor

Aslı Aydıntaşbaş *

Ağustos başında gittiğim doktorum hastalığımı anlattığında “Sub... ne?” diye sordum.

“Subakut tiroidit deniyor. Ateşinin olmasının nedeni boğazındaki iltihaplanma. Virütik olduğunu düşünüyoruz. Ama son dönemde o kadar çok insanda gördüm ki, sadece bu ülkede olan bitenle ilgili olabilir diye düşünüyorum.”

Harika. Televizyon kariyerim yıkıldı, gazeteciliğim engellendi, zihin alanım parçalara ayrıldı, şimdi de Türkiye'nin uyguladığı psikolojik baskı vücudumu tahrip ediyor.

Doğu’daki Kürt ayaklanmaları ve İstanbul’daki IŞİD saldırıları yetmezmiş gibi 15 Temmuz’da – alçak – uçan F-16’ların, sonik patlamaların, silah sesleri ve isyana karşı çıkmak için minarelerden kesintisiz yapılan çağrıların Boğaz’daki küçük dairemizde korkunç bir darbe girişimini atlattık.

Başarısız darbe girişiminden sonraki birkaç hafta ve birkaç uykusuz gecenin ardından tam anlamıyla bir enkaz halindeydim. Kaygılı. Uykusuz. Ateş ve ağrılarla uğraştım.

Alternatif tıpla uğraşan bir arkadaşım “Stresle başa çıkmayı öğrenmelisin” tavsiyesinde bulundu. Tiroidle ilgili hastalıkların tamamının aklındakileri söyleyememekle ilgili olduğunu söyledi.

Aha. Türkiye’de gazeteci olarak aklından geçenleri hele bir söyle.

Yurt dışına çıktığım zaman, Türkiye’de bir yazar olarak nasıl kalabildiğimi, eziyet çekme riskimin olup olmadığını soruyorlar. Açıkça itiraf edemediğim şey, dilimi ısırarak dayanabildiğim.

Otoriter sistemlerde yaşayanlara olanlardan biri de kademeli – ve öğrenilmiş – bir hissizleşme. 2011’de birkaç muhalif gazeteci uydurma suçlamalarla tutuklandığında, karşıt yazılar yazıyor, öfkeyle tweet atıyor ve ifade özgürlüğü için yapılan gösterilere katılıyordum. O tarihten itibaren televizyondaki programım yayından kaldırıldı. Gazetemin sahibi 7 yıldır yazdığım köşemi kapatmaya karar verdi, başbakanı rahatsız etmekten korktuğunu itiraf etti. Başka bir yüksek profilli iş teklifi de AKP geçen kasım seçim zaferi elde ettikten sonra geri çekildi. Patronum olacak gazeteci, “Üzgünüm” dedi; “Bunu anlayacağına eminim.”

Darbe sonrası süreç Türkiye’de bir kabûsa dönüşüyor. Başarısız girişim Türkiye’de muhaliflere ve ifade özgürlüğüne yönelik baskının uygulandığı, görülmemiş seviyede bir otoriterizm seviyesini açığa çıkardı.

Hükümet parlamentoyu baypas edildiği, ülkenin kanun hükmünde kararnamelerle yönetildiği ve gözaltı süresinin 30 güne çıkarıldığı bir OHAL ilan etti. – Çoğu Kürtlere ya da hükümetin darbe girişiminden sorumlu tuttuğu Gülen hareketine yakın olan gazetelerle bağlantılı – 100’den fazla gazeteci hapiste. Twitter’ın kendi şeffaflık raporlarına göre sitedeki içeriklere erişimi engelletmek için en çok başvuruyu Türkiye yaptı – Hükümet yaklaşık 15 bin hesap için 2493 başvuruda bulundu. İmtiyaz sahiplerinin çoğu AKP’yle ‘ahbap çavuş’ ilişkisi içinde olduğundan ya da can alıcı eleştiriler yapmamanın yapmaktan daha iyi olduğunu bildiğinden,  yayın organları ve anaakım gazeteler ‘temizlenmişti.’ Hakaret ve terörle mücadele yasaları eleştirel sesleri susturmak için kullanılıyordu.

Son 1 yılda, kendimi Türkiye’de yazı yazmaya devam edebilmek için bazı teknikler geliştirirken buldum. Örneğin, cumhurbaşkanı ve ailesi yasak – Asla doğrudan onun hakkında yazmadım. Yaptığı bir açıklamadan bahsedebilirim, “Ankara”yı ya da “hükümet kararı”nı eleştirerek.

Ama öznenin kim olduğunu asla bilemezsiniz. Yolsuzluk konusuna dokunmadım. Hiçbir zaman. Mümkün olduğunda Türkiye’de duruma karşılık bir dış politika konusunu yazmayı tercih ettim. Gülencilerle haşır neşir olmam, televizyon programlarına çıkmam. Artık hepsi kapandığı için bu daha kolay. Sağduyulu tweetler atıyorum. İfade özgürlüğü için bile olsa gösterilere nadiren gidiyorum.

Tüm bunları itiraf etmek acı verici derece utandırıcı – ama soracak olursanız böyle başardım.

Darbe girişiminden beri, birkaç açık sözlü gazeteci ya ülkeyi terk etti, ya da hapse girdi – aralarında tanıdıklarım da var. İnternet sansürleri arttı, bağımsız seslerin yazacağı çok çok az yayın kuruluşu var.  İfade özgürlüğü öldü.

Böyle baskıcı zamanlarda cesaretsizliği meşrulaştırmanın sonsuz yolları var. Geçen gün, çok sayıda Kürt yanlısı televizyon kanalı kapatıldı. Bu kanalların malları devlet televizyonuna devredildi. Birkaç yıl önce, dayanışmaya ilk giden ben olurdum. Ama bu kez kendimi “Ne anlamı var? Ne değişecek?” diye sorarken buldum.

Kapanmalara itiraz için protestolara katılan birkaç yüz kişinin cesaretine hayran kaldım. Genç, idealist ve cesurca.

Ama onlara katılmak için kendimi çok yorgun ve çok umutsuz hissettim. Ne de olsa, tiroid enfeksiyonum var.

* Bu yazı Washington Post'tan çevrilmiştir.