Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanan ve 136 gün cezaevinde kalmasının ardından tahliye edilen Yazar Aslı Erdoğan, içeride geçirdiği günleri anlattı.
Hapise girdikten sonra "hiç çıkamayacağım" hissine kapıldığını söyleyen Aslı Erdoğan, "Neredeyse emindim hiç çıkamayacağımdan. İstediğim şey de neydi biliyor musun? Bir falcı. 'Şu şu tarihte çıkacaksın' dese inanacaktım ama öyle bir falcı da imkânsızdı" diyor. “Her an tekrar alabilirler” korkusu yaşadığını belirten Erdoğan, "Şimdi annemin evinde kalıyorum. Kapı çalıyor, 'Polis mi?' diye fırlıyorum" ifadesini kullandı.
"Koğuşa ilk geldiğim günlerde moralim çok kötüydü, 'Ben çok dayanamayacağım, intihar edeceğim!' gibi şeyler söylüyordum" diyen Aslı Erdoğan, "İçeride bazen de bale yapıyordum. Avluda bale yapayım derken az kalsın zatürre oluyordum. İçeride hastalanmak büyük sorun" diye konuştu.
Hürriyet'ten Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlayan (8 Ocak 2016) Aslı Erdoğan'ın açıklamalarından bazı bölümler şöyle:
Aramıza hoşgeldin. Nasıl hissediyorsun kendini?
- Sudan çıkmış balık gibi! Girmenin şoku ayrı, çıkmanın ayrı. Hiç beklemiyordum çıkmayı. Bir günde seni alıyorlar, bildiğin tanıdığın yaşamdan koparıyorlar, sonra yine, “Hadi hayata dön!” diye tekmeyi basıyorlar. Koğuş kapısı açılıyor, sen dışarıda kalıyorsun, sonra ‘şak’ diye üzerine kapanıyor. Böyle oldu yani. Ama ben, ruhen yüzde 70 hâlâ içerideyim.
İnsan içeride en çok neyi özlüyor?
- Ah her şeyi. Ağacı mesela. “Bir ağaç görebilsem” diyorsun. Avluda gözlerim filan yaşarıyordu. Bir dakika bile duramayacağın bir mekânda, çirkin, renksiz bir betonun içinde 4 buçuk ay kalıyorsun. Sonra çıkıyorsun, birdenbire, bir tane değil, binlerce ağaç görüyorsun.
Ve fazla mı geliyor? Kalabalık mı geliyor?
- Evet. İçeride 20 kişi, aylarca birliktesin, birbirinin yüzündeki en ufak kıpırtıyı bile hissedecek bir alanda, o kadar yakındık. Şimdi binlerce milyonlarca kişiyle birlikteyim, ama bir o kadar uzağım. Telefonlar, akan bilgi, karmaşa, kaos, enformasyon... Fazla geldi. Bir körün, gözlerinin açılması gibi. Alışmaya çalışıyorum. Denize bile, üçüncü bakışta, “Deniz!” diyebildim. Bir de yavaş hazmeden biriyim.
Peki tahliye edilmeyi bekliyor muydun?
- Hayır hiç.
Tahliye kararını duyduğunda aklından geçenler...
- İnanmak istemedim. Daha önce bir tahliye sevinci yaşadığım, sonrasında hayal kırıklığı hissettiğim için, “Kanma bunlara!” dedim. Ama hâkim, gerçekten de “Tahliye!” dedi. Topluluk önünde kendimi tutmam lazımdı, tuttum. Sonra jandarmaların arasına çöküp, hıçkırarak ağladım.
Şimdi de ağlıyor musun evde yalnızken?
- Ağlıyorum. Koğuş arkadaşlarıma ağlıyorum. Onların hikâyelerine ağlıyorum. Kendime ağlıyorum. Ülkeme ağlıyorum. Ağlıyorum yani.
Tahliye edilince, cezaevine eşyalarını toplamaya gittin değil mi?
- Evet.
Koğuş arkadaşlarınla vedalaşabildin mi?
- İşte o tam istediğim gibi olamadı! Her şey çok hızlı gelişti. Alıştığın bir yerden, bir mekândan, bir evden taşınırken bile vedalaşırsın. Bir ritüelin vardır kendince, bir durursun, anılarını paketlersin. Ama benim 4 buçuk ay kaldığım yerden toparlanmak ve birlikte yaşadığım insanlarla vedalaşmak için sadece yarım saatim vardı. Gardiyanlar sürekli “Hadi hadi!” diyordu. Adam gibi vedalaşamadım.
“Hiç çıkmayacağım buradan” diye düşündüğün oldu mu?
- Olmaz mı? O his herkese geliyor. Bana da geldi. İntiharlar da, en çok ilk haftalarda olurmuş cezaevinde. Neredeyse emindim hiç çıkamayacağımdan. İstediğim şey de neydi biliyor musun? Bir falcı. “Şu şu tarihte çıkacaksın” dese inanacaktım ama öyle bir falcı da imkânsızdı.
Astrolojiyle ilgilenen birileri de yok muydu, yıldız haritana filan baksalardı...
- Yıldız haritam felaket! Kâbus!
Nerden biliyorsun?
- Yıldız haritamı kendim çıkardım. Hiç inanmazdım astrolojiye. Elime bir kitap geçti. Yıldız haritamı çıkardım ne de olsa fizikçilik de var.
Eeee?
- E’si yıldız haritamda cezaevine gireceğim yazıyordu.
Hadi canım...
- Gerçekten öyle. Yıldızlarım mükemmel bir şekilde dağılmış ama bir yıldız haritasında olabilecek en korkunç çelişki de vardı haritamda. Plüton, yani ölüm yıldızı, ölümün evindeydi. Susan Miller’a yazdım, “Ölüm, ölümün evinde. Bunu nasıl yorumlarsınız?” Kadın sağ olsun cevap yazdı. “Bütün sevdiklerinizi kaybedeceğiniz anlamına geliyor, cezaevi, intihar, travma üstüne travma” diye yorumladı. Hatta, “God bless you” (Tanrı sizi korusun) diye bitirmiş mektubu. O kadar acıklı yani.
Ay çok fena...
- Evet, o da yetmezmiş gibi, yıldız haritamda Plütonum, Güneş’le, yani yaşam gezegenimle, 180 derece ters açı yapıyor. Bunu da sordum. Bu, bir yıldız haritasında olabilecek en sert açılardan biriymiş. Hayatla ölüm, 180 derece birbiriyle zıt. Bu çelişki de kimde varmış biliyor musun?
Kimde?
- Nietzsche’de varmış! Yorumu: “Ya intihar ya delilik.” Hiçbir insan, ölümle hayatın bu kadar birbiriyle savaştığı bir kişiliği bu kadar uzun süre taşıyamazmış.
Belki ‘deha’ olarak da yorumlanabilir...
- Erkeklerde ‘deha’ olarak yorumlanabiliyor, ama kadınlarda ‘delilik’ diye genelde! Diyeceğim, cezaevi de vardı yıldız haritamda ve gerçek oldu.
“Her an tekrar alabilirler” hissi var mı?
- Ne yazık ki evet! İster istemez bir korku oluyor. Şimdi annemin evinde kalıyorum. Kapı çalıyor, “Polis mi?” diye fırlıyorum.
Nasıl geçiyordu hayat?
- Her gün, birbirinin tekrarıydı. Komünal bir düzen olduğu için, her gün sırayla biri nöbetçi oluyordu. Hem komünün parçası olmadığım için hem de yaşa saygıdan galiba beni nöbetçi yapmadılar. Nöbetçi 7’de kalkıyor, 20 kişiye kahvaltı hazırlıyor, ekmek gelirse ekmeği alıyor. Saat 8’de, “Arkadaşlar çay hazır!” diye bağırıyor. Aynı zamanda cezaevinde, “Bayanlar, sayım başlamıştır!” komutu anons ediliyor. Kahvaltıya iniyoruz, tir tir titriyoruz bu arada, buz gibi çünkü. “Günaydın” diyecek hali yok kimsenin. Kahvaltı zamanı gardiyanlar geliyor çatkapı. Sonra günün diğer rutinleri. Bütün gün televizyon açık oluyor. Dışarıyı çok iyi izliyor mahkûmlar. Haberler hiç kaçmaz mesela. 9 buçukta sessizlik saati... Herkes çalışmalarına gidiyor.
Sen peki, yazıp çizebildin mi?
- Pek değil. İç dünyam bana ait değil gibiydi. Okuyordum bazen. Bazen de bale yapıyordum. Avluda bale yapayım derken az kalsın zatürre oluyordum. İçeride hastalanmak büyük sorun.
Dışarıya çıkar çıkmaz yapmak istediğin şey neydi?
- Pek çok şey var. Ama kendime bir söz verdim, önce onu tutacağım. Acilen bir dövmeci bulacağım. Hani Yahudi mahkûmların kollarının sol üst tarafına numaralarını damgalarlardı ya, benim tutuklanmam da o kadar keyfi ki, kendimi bir toplama kampı mahkûmu gibi hissettim, gidip koluma, tutuklandığım tarihi 16.08.2016’yı yazdıracağım. Belki bir de “Görüldü” diye yazdırırım. Neyi özlediğime gelince; denizin sesini özledim. Yazın tam “Yüzmeye gideyim” derken tutuklandım. Kafeye gidip kahve içmeyi çok özlemiştim. Sonra klasik müziği. Cezaevinde müzik yok.
- Kış günü plastik sandalyelerde otur diye! Yarım saat otur, karın ağrısından ölüyorsun. Ortak alanda sadece sandalye ve beyaz masalar var. Ben bütün gün de yataktan çıkmayabilirdim ama tecrübeli mahkûmlar uyardı, “Sakın yapma. Hareket et. Kalk spor yap. Temizliğe katıl. Yoksa depresyona girdin mi çıkamazsın! Kedi gibi büzülür kalırsın” dediler. Zaten yatağın da sıcak değil ki. Son haftalarda hava çok soğuduğu için, çamaşır suyu şişelerine kaynar su koyup, onları yatağa alıyordum.
- Kızlar onu yapıyordu. Ben, iki litrelik domestosları tercih ediyordum. Plastiği daha kalın. Ama ne yaparsan yap, 2-3 kullanımda akıtmaya başlıyor kapaktan. Mahkemeden iki gece önce yine yattım kaynar sularımla, Allah’tan patlamamış ama damla damla akmış. Ve ben hissetmemişim. Sabah uyandım, titriyorum. Çünkü bütün su yatağa akmış, yatak, yorgan hepsi çekmiş suyu.
Felaket!
- Evet. Dişlerim birbirine vuruyordu. Moralim de bozuldu. Ama işte koğuşun kadınları arasında müthiş bir dayanışma var. Hemen biri fark etti, “Aslı Hoca, ne oldu? Suratın beş karış” dedi. Durumu anlattım, “Yatak sırılsıklam, nasıl kuruyacak bilmiyorum!” dedim. “Amaan, o da sorun mu!” dediler. Biri, yatağı sırtladı, dışarı attı. Diğeri, yorganı dışarı çıkardı. Öbürü, çarşafları kuruttu. Sonra işi gırgıra vurdular, “Mahkeme heyecanından altına kaçırdın değil mi Aslı Hoca?” filan. Ben de gevşedim, gülmeye başladım. Tarifi olmayan bir dostluk var içeride...
Bütün bu anlattıkların çok acayip! Kurguya bile gerek yok, doğrudan roman.
- Koğuşa ilk geldiğim günlerde moralim çok kötüydü, “Ben çok dayanamayacağım, intihar edeceğim!” gibi şeyler söylüyordum. Ve bunu da ilke olarak savunuyordum. Tabii kızlar dehşet içinde kalıyorlardı. “Nasıl yani?” diyorlardı. Akılları almıyordu. Ben de, “Felsefi açıdan bakarsak, bu benim temel hakkım!” diyordum. Uzun uzun tartışmalara girdik böyle. Çıkmamdan birkaç gün önce onlardan özür diledim. Dedim ki, “Ben sizden çok önemli bir şey öğrendim. Sizin, bir çiçek yetiştirmek için 4 ay nasıl uğraştığınızı gördüm. Ve ben intihar derken nasıl bir şımarıklık yaptığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum! Sayenizde...”
İçeride olmak sana en çok ne öğretti?
- Küçücük bir çiçeği yaşatmak için aylarca verilen mücadele beni çok etkiledi. Hayata bir başka saygı. O kızlardan çok şey öğrendim, en çok da direnmeyi.
İçeri girenle çıkan aynı Aslı mı?
- Kendimde bunu tespit etmem zor ama sanırım iki ayrı kadın söz konusu. Çok farklı bir Aslı’yım şimdi. Bazı travmalar var ki, onu yaşayanla, yaşamayan sanki sonsuza dek birbirinden ayrılıyor. Yani cezaevine girenler birbirini tanıyorlar bir şekilde.
Hayatına ne kattı bu korkunç deneyim?
- Ben daha sinik bir insandım. “Direnmek, dayanmak, şudur budur” gibi sözcükleri hiç sevmezdim. Tamam yazılarda filan dayanışırsın, direnirsin ama gerçek hayatta böyle şeylere çok mesafeli bakardım. Yalnızlığım, en kutsal şeydi. Birdenbire yaşayabilmek için dayanışmayı, direnmeyi, biri gelip de çiçeğini aldığında hemen ertesi gün yenisini ekebilmeyi, yıkılmamayı öğrendim. Ki ihtiyacım vardı. Ben çabuk pes ederdim. Biraz daha cesur oldum sanki. Elimde olsa bu deneyimi yaşamak istemezdim. Yaşamayı da ben seçmedim. Yapabileceğim tek şey, bunu zarifçe taşımak. Ama itiraf etmem gerekiyor ki, yaşadıklarım derin bir tortu bıraktı bende. 20 kadın tanıdım. Başka hangi koşullarda 20 kadın tanıyıp hayat hikâyelerini dinleyecektim. Özlüyorum onları. Bu kadar özleyeceğimi de tahmin etmiyordum.
Baban yurt dışında yanılmıyorsam, haberleştin mi hiç?
- Babamla görüşmüyoruz.
Annen inanılmaz dik durdu. Aranızdaki ilişkide boyut farkı oldu mu?
- Olmaz mı? Biz öyle çok tipik bir anne-kız ilişkisi kuramamıştık. Ailem, ben 18’ken parçalandı. Sonrasında pek çok travma yaşadım. Değer verdiğim bir sürü insan öldü. Ama cezaevinde bir şey daha öğrendim: Şu hayatta, dostluğu kadınlardan beklemek gerekiyor. Erkekler kusura bakmasın, mangalda kül bırakmazlar ama böyle zamanlarda yaya kalıyorlar. Sadece sevgili olarak kastetmiyorum. Profesyonel ilişki içinde olduğum bazı erkekler de, “Aman bizi de PKK’lı diye alırlar!” diye ortadan kayboldular. Kadınlardan da hayal kırıklığına uğradıklarım oldu ama tek tüktür. Kadınlar bu olayda da sağlam durdular, en başta annem. Anne-kız olmayı bu süreçte öğrendik.
İçerideyken üç ödül aldın, nasıl bir duygu?
- Güzel bir his ama n’apabilirsin ki? Plastik masada oturup, 20 kız çekirdek çitleyip, masalara vura vura şarkı söyleyerek kutladık. O hafta kolalar çekirdekler bendendi. Çikolata da alacaktım, kızlara söz vermiştim ama param bitti. Edebiyatıma değer veriyorlar ama benden daha iyi eserler de çıkabilir. Hakikaten Paris’te bir kadın yazar olamamanın getirdiği şanssızlık bu. Bu topraklar böyle. Bu toplum beni ilk kez aşağılamıyor. E ben ekonomik nedenler olmasa, bu köşe yazarlığına hiç girmezdim ki. Öyle çok okurum olsun derdinde değilim. Bu süreçte, bir yandan da tuhaftır ki köşe yazılarım, edebiyatımı öne çıkardı.