Atatürk dinleseydi ‘Aferin İlker’ derdi

Atatürk dinleseydi ‘Aferin İlker’ derdi
Genelkurmay Başkanı’nın 14 Nisan günü yaptığı geniş kapsamlı konuşmasında referans gösterdiği Prof. Metin Heper, Başbuğ’un konuşmasını değerlendirdi. Prof. Metin Heper Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan günü Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı geniş kapsamlı konuşmasını değerlendirdi. Başbuğ konuşmasının Kürtlerle ilgili bir bölümünde Heper’in “Devlet ve Kürtler” adlı kitabına atıfta bulunmuştu. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un konuşması çok yorumlandı fakat referans aldığı akademisyen olarak sizin yorumunuz ne? Konuşmayı ben, Türkiye’de sivil toplum ilişkilerinde, Hilmi Özkök ile başlayan sürecin biraz daha açılımı olarak görüyorum. Özkök, ‘askerin sivil hayata müdahalesi artık sonuç vermiyor, bunu yapmamalıyız. Ordunun böyle bir tutum içine girmemesi için kendimizi yenilememiz, askeri okullardaki ders programını değiştirmemiz, Atatürkçülüğü yeniden tanımlamamız lazım’ dedi. Sayın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un konuşması ise bu açılımı yapan bir konuşmaydı. Atatürkçülük, din ve sivil-asker ilişkilerini açıklığa kavuşturdu. Düşünerek konuştu. Bu, Hilmi Özkök ile başlayan bir süreçse birkaç genelkurmay başkanı sonrasında, asker sivil ilişkisi normale dönecek diyebiliriz miyiz? Önemli sorunlarımızı hallettiğimizde, ordu da daha çok kendi işine bakacaktır. Hükümetler bu meselelerle ilgilenebilecek, çözebilecek olduklarında ordu bu işe girmeyecektir. Zaten ordu, hiçbir zaman müdahale yapmak istemedi, yapmak zorunda kaldığında da uzun süre kalmak istemedi. Türkiye’de ordu, Güney Amerika’daki ya da Ortadoğu’daki gibi değil. ‘Bildiri yerine brifing veriyor’ Ama ordu, bir gelenek oluşturacak kadar da darbe yaptı. 3 hakiki, 1 post modern darbeden sonra halen yargı süreci devam eden, kuvvet komutanlarının da yer aldığı, yakın tarihli bir darbe girişimi var, herkesin bildiği. Bunu Başbuğ da biliyor. ‘Biz asker olarak fikrimizi söyleriz, son karar sivil otoritenindir’ diyerek Harbiyelilere demokrasi dersi mi verdi? Elbette. Zaman zaman yapılan bazı açıklamaların çoğu içeriye dönük zaten. ‘Siz merak etmeyin, biz buradayız’ diyerek ordunun çeşitli kademelerinde ülkenin gidişatından rahatsızlık duyan subaylara güven telkin ediyor. Asker sivil ilişkilerinin eskiye göre demokratikleşmesini, askerin evvelki pratiklerle elde ettiği alandan adım adım geri çekilişini, Türk siyasilerinin eskilere oranla daha etkin, donanımlı ve ülke meselelerini kavrayıcı olmaya başlamasıyla bağdaştırmalı mıyız peki? Tabi. Siyasetçilerimiz daha fazla donanımlı olsa, Türkiye’nin ekonomik sosyal gerçek sorunlarına eğilse, partilerimiz bu alanlarda yarışsa, elbette. Genelkurmay Başkanımız Sayın Başbuğ artık kendi inisiyatifiyle her hafta Başbakan ile görüşüyor. Bakanlar kuruluna brifing veriyor. Bu, o, ast üst ilişkisini kabul etmiş demek oluyor. ‘Genelkurmaydan bir bildiri yayınlarım’ demek yerine gidiyor bilgi veriyor. İyi bir noktadayız galiba. ‘Atatürk Türkiye halkı dedi’ Konuşmada devrim olarak nitelenen, Atatürk’ün ‘Türkiye halkı’ ifadesi oldu. Atatürk bunu ilk nerede, ne zaman kullandı? 1920’lerin başında enteresan bir konuşma yaptı. Dedi ki ‘Biz Osmanlı’dan din temelli bir ümmet aldık. Fakat şimdi Türk milleti diyoruz. Çünkü millet, belli bir türdeşliğe kavuşmuş kişilerin oluşturduğu bir antite (varlık). Asırlar boyunca bu coğrafyada değişik dinlere, etnik kökenlere sahip unsurlar yaşadı, giderek belli idealleri paylaştılar. Bugün, paylaştıkları şeyler, ayrıldıklarından fazla. O yüzden Türk milleti diyoruz, Türk kelimesi bu millete verilebilecek en yaygın, en bilinen kelimedir’ dedi. O yüzden ben kitapta ‘Atatürk Türk kelimesini isim olarak kullandı, sıfat olarak değil’ diyorum. Başbuğ da bunu aynen böyle kullandı. Evet, bu ayrım önemli. Atatürk ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ diyor, ‘ne mutlu Türk olana’ demiyor. Türk kelimesi, Kürt kökenli Türk vatandaşları, Türk kökenli Türk vatandaşları, Boşnak kökenli Türk vatandaşlarına... verilen genel bir isimdir. Türk olmak, milletin vatandaşı olmak birincil kimliktir. Onun için ‘Türkiye halkı’ diyor. ‘Türk halkı’ der, onu da etnik anlamda kullanırsanız ikinci kimliği tanımamış ‘hepiniz Türksünüz’ demiş olursunuz. Dinleyenlerin bir kısmı etnik anlamda anlar diye ‘Türk halkı’ demekten kaçınıyor Atatürk. Türk dersem bu iş sarpa sarar, diye düşünüyor. Kuşkusuz öngörülü, kuşatıcı, bugün de çok ihtiyacımız olan bir yaklaşım. Atatürk bunu 1920’lerde söylüyor fakat başından beri ‘Atam izindeyiz’ diyen bir devlet, bu yönde güdülenen bir millet olmamıza rağmen ‘Türkiye halkı’ ifadesiyle 2009’da karşılaşıyoruz! Bu ifade, bu kadar zaman nasıl göz ardı ediliyor? Şöyle: Bir devlet var ve siz o devletin vatandaşısınız. Ama aynı zamanda Kürtsünüz. Nevrozu kutlamak, Kürtçe konuşmak istiyorsunuz. Bunlar kültürel yanınız, haklarınız. Ama Kürt isyanları başlıyor. 1925-1938 arasında 17 isyan var. İsyanlar çıktığında devlet, ikincil kimliklerin birincil kimliğe yükselmesinden, Kürt kökenli vatandaşımızın ‘ben bu devletin vatandaşı değilim. Kendi devletim olmalı’ demesinden korkuyor. Tedbirler alınıyor. Kürtçe ad koymak yasaklanıyor, umumi müfettişlikler kuruluyor, yer isimleri değiştiriliyor. Deniyor ki, asimilasyon başladı, Kürt olgusu inkár edildi. Ben de diyorum ki; yanlış. Kürtlerin Kürt olduğu inkár edilmedi, bir süre için göz ardı edildi. Onlara Kürt olduklarını hatırlatacak şeyleri ortadan kaldırıyorsunuz. Bu asimilasyon değildir. ‘Yapılan asimilasyon değil’ Asimilasyon değilse nedir? Devlet bunu asimilasyon olarak görmüyor. İki farklı şeyden birinin diğerini zorla kendine benzetmesidir asimilasyon. Devlet Kürtleri büyük ölçüde kendisine benzer görüyor, ama farklılaşmasını, uzaklaşmasını önlemeye çalışıyor. Böyle olduğu için de 1938’de isyanlar bittince bazı tedbirleri kaldırıyor. Ağaların, şeyhlerin zorunlu iskanına son veriliyor. Umumi müfettişlikler 1945’ten sonra işlemiyor, 1952’de kalkıyor. E, bu insanları asimile ediyorsanız 1938’de Türk olmadılar ki, tedbirleri niye kaldırıyorsunuz? Asimilasyon tezi buna cevap vermiyor. Devletin politikası inkar ve asimilasyon değil, diyorsunuz. Bir bilim adamı olarak objektif bir gözle olup bitene baktığınızda siz ne görüyorsunuz; bu bir asimilasyon mudur? Benim ne gördüğüm önemli değil. Türkiye’de ne olduğunu inceliyorsak devletin ne yaptığı önemli. O dönemde Nihal Atsız gibi meseleye etnik gözle yaklaşılmasını isteyenler vardı. Okul kitaplarına giriyor bu ama devlet üzerinde etkili olmuyor, devlet politikası değil çünkü. ‘Asker ve hükümet görüş birliğine vardı’ Erbil’de Mayıs’ta Kürt konferansı yapılacak, Kürtler geleceklerini konuşacaklar. Öte yanda PKK’ya silah bıraktırma çabaları var. Bölge halkı ise belediyeleri silme DTP’ye verdi. Bu tablo üzerinden geleceği nasıl okuyorsunuz? Hükümetle asker meseleye yaklaşım konusunda görüş birliğine varmış görünüyor. Şunları yapacaklar: 1) Teröre son vermek için her şey yapılacak. 2) Şimdiye kadar verilmemiş kültürel haklar verilecek 3) Bölgenin sosyo-ekonomik kalkınması hızlandırılacak 4) Bölge halkı kucaklanacak, kötü muamele edilmeyecek. Ve dağdakileri indirmek için çalışılacak. İnsanlara iş aş verir, iyi muamele ederseniz kışkırtma olsa da giderek sistemle barışık hale geleceklerdir, mantıken. Eskiden terör mü, kültürel hak mı, kalkınma mı diye tartışırdık. Hepsinin aynı anda olması için artık hemfikir Ankara. ‘DTP Kürtleri temsil etmiyor’ Bu süreçte DTP’nin tutumu nasıl? Hiç anlamıyorum. TBMM’de Kürtçe konuşarak işleri halledemezsiniz ki, bilakis. Güneydoğuya da hizmet etmiyor bu parti. Temsil ediyor mu? Temsil de etmiyor. Çünkü şu sürecin işlemesine engel oluyor. Onları sırf Kürt olarak değil insan olarak temsil edeceksin. Sorun çözeceksin. Geldiğimiz demokrasi anlayışında parti kapatmak istemiyoruz. Ama DTP de kimliği siyasileştirirse olmaz. Kimliği siyasileştirmek bu ülkeyi bölmeye çalışmak demek. Kimliği siyasallaştırırsan Ankara da ‘peki kardeşim’ demez ki sana. DTP Kürt kimliği üzerinden siyaset yaptı ve bölge halkı da oy verdi ama? Bölgenin neye oy verdiğini bilmiyoruz. Sandık başlarından diğer parti temsilcilerini kovalamışlar, sandığa ne girdiğini bilmiyoruz. Ayrıca PKK da ‘şuradan başka parti çıkarsa cezalandırırız’ da diyebilir. Önceki dönemlerde muhaliflerini öldürdü de. ‘Kitabımı okuması hoşuma gitti tabii’ Kitabın yazımı 13 yıl sürmüş! Bir kafa karışıklığı falan mı yaşadınız? Hayır. 13 yıl içinde iki kez ABD’ye gittim. İsmet İnönü kitabını yazdım. 5 sene sürdü. Acele etmedim, her şeyi ispatladım. En çok neye üzüldüm biliyor musunuz? Hasan Cemal, Şahin Alpay gibi konuyla da ilgili bazı arkadaşlar, sanki hiç böyle bir kitap yokmuş gibi davrandı. Tuhaf. Belki okur, ikna olurlarsa ‘yıllardır buna inandık ama yanlışımız ortaya çıktı’ demekten kaçıyorlar, bilmiyorum. Peki, kitabınızı çok soft, gerçeklerden uzak, belki eksik ve bazı şeyler kasıtla atlanmış bulanlara cevabınız ne olur? Atlanmışsa, buyursunlar söylesinler. Ben her şeyi ince şekilde ele aldığımı düşünüyorum. Bu böyledir deyip geçmiyorum, dünya kadar kaynak gösteriyorum. Eleştiri de aldınız ama sonunda Genelkurmay düzeyinde sahiplenildi kitap. Bir akademisyen olarak ‘tamam misyonumu yerine getirdim’ diyor musunuz? Her zaman böyle düşündüm. Ülkenin bu kadar önemli bir meselesi üzerine bu kadar çalışmışsınız, bir insan okumuş, üzerine düşünmüş, hoşuma gitti tabi. ‘Başbuğ gerginlik istemiyor’ Konuşmanın içeriğinin Başbuğ’un karakteriyle nasıl bir ilişkisi vardır? Sayın Başbuğ, her konuda bu böyledir demekle yetinmiyor, üzerine düşünüyor, bir sonuca varıyor. Belli konular belli şekilde yorumlandıkça gerginlik çıktığını, bunun Türkiye’yi güçsüz kıldığını görüyor ve böyle olmasın diye gayret ediyor. Başbuğ, asker Atatürk’ün dev portresinin önünde konuştu. Atatürk dinliyor olsaydı, paşasına ne derdi? (Duvardaki Atatürk resmine bakıp gülümseyerek) Bazıları Atatürkçülüğü modernleşme ideolojisi olarak görür. Atatürk şunu şöyle yapın dedi, ebediyete kadar böyle yapalım, diye anlıyor. Bazıları da diyor ki, Atatürk bize aklınızı kullanın, dedi. Atatürk Sayın Başbuğ’u dinliyor olsaydı, ‘Aferin İlker’ derdi. ‘Artık bunun zamanı geldi, Kürt meselesinin gerçek adını koyalım, onlar sadece Kürt değil, aynı zamanda Türk. Ona göre düşünelim taşınalım. Sonra bu din meselesinde halk ikiye ayrılmasın. Ordu bunun bir tarafında görülmesin. Ordu İslam’a karşı görünmesin. Hiçbir kurum çok önemli şeylerin karşısında görünmesin. Herkes bir araya gelebilsin. Meseleleri konuşsun ve çözsün. Aferin İlker’ derdi. Atatürk askerin siyasete karışmasını da istemezdi. Bu konuda da ‘aferin’ der miydi Başbuğ Paşaya? Atatürk demokrasi istemiyordu aslında. 1920 ve 30’larda Türkiye’nin demokrasiye hazır olmadığını düşünüyordu ama demokrasinin yapı taşlarını kurdu. Laikliği getirdi, kadınların haklarını verdi... Bunlar olmasaydı demokrasi gelmezdi. Atatürk döneminde din ikinci plana itildi ama şöyle, iki şeye karşıydı; hurafelere inanmayın, dini dogmatik şekilde yorumlamayın diyordu. Bunları başardığınızda demokrasi yaşar zaten. Biz de bir noktaya geldik. İnsanlar bir partiye oy veriyor. Parti yöneticileri dine uyuyorlar ama yalnız özel hayatlarında.