Nüfus mühendisliğinden Gezi Parkı direnişine

Nüfus mühendisliğinden Gezi Parkı direnişine

Prof. Dr. M. Asım Karaömerlioğlu Boğaziçi Üniversitesi   Her türlü sosyal bilimin temelini oluşturan ve birçok siyasi rejimin toplum mühendisliğinin alamet-i farikası olan demografinin (nüfus bilim) AKP’nin de “ustalık” döneminin en favori araçlarından biri haline geldiği aşikar. Pek çok komplo teorisine konu olan Gezi direnişi, aslında tarih boyunca yaygın olarak kullanılmasına rağmen oldukça hassas ve özel alanlara müdahale öngördüğü için sonuçları kestirilemeyen “nüfus siyasetinin” iktidar tarafından öngörülemeyen cilvelerinden biri olarak karşımızda durmakta. NTV Tarih’in “basılamayan” sayısında Gezi direnişinin altında yatan en önemli tarihsel dinamiğin “iktidarın nüfus meselesini merkeze alarak uygulamak istediği özel hayata yönelik dayatmacı, muhafazakar çabalara verilen tepkiler” olduğunu iddia etmiş, “Gezi sürecinin temel direklerin hayatlarından, hayatın temellerinin sorgulanmasına bir geçiş diye de tarihe geçebileceğini” not düşmüştüm. Nüfus meselesinin böylesine büyük bir direnişte oynadığı merkezi rol ilk bakışta biraz tuhaf gözükebilir. Malum neoliberalizmin 30 yıllık yıkıcı tesirleri, “ezilenlerin” başkaldırışı, dış mihraklar, faiz lobisi, darbeye ortam hazırlama gibi açıklamalar çok daha yaygın. Lakin, 19 yüzyıldan beri gündemimizde olan nüfus politikaları, örneğin Mussolini’nin “sayıların gücü” (strength in numbers) sloganında en açık ifadesini bulan İtalyan faşizminin en temel ve merkezi politikaları, üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli tecrübeler. AKP’nin “üç çocuk” söylemiyle ete kemiğe bürünen bu politikaların nesnesi olan kadın ve gençlerin dinamizminin incelenmesi 21. yüzyıl Türkiye’sinde bu tarz toplum mühendisliği girişimlerinin havai fişek fabrikasına elde meşale ile girmekten farksız olduğunu göstermekte.   Burada nüfus siyaseti diye bahsedilen devletin artış hızı yavaşlayan ve giderek yaşlanacağı, azalacağı düşünülen nüfusun çeşitli sosyal ve siyasal politikalarla artırılma amacına odaklanmasıdır. Bu söylemin bazı kilit vurguları nüfusun bir ülkenin en büyük hazinesi olduğu, rakip ülkelerin nüfuslarının artmasının ulusal güvenliği tehdit ettiği, ülke içinde “tehlikeli” görülen unsurların doğurganlığına dikkat çekilmesi, nüfusun yaşlanmasıyla ekonomik ve askeri bir çöküntü yaşanacağıdır. Sözkonusu olan “milli” bir varoluş kaygısından az birşey değildir. Hal böyle olunca da devlet çeşitli yöntem ve politikalarla bu “milli” meseleyi halletme vazifesini üzerine alıp her vesileyle dillendirmeye başlar. Bu basit bir komplo teorisi de değildir üstelik, eldeki sahici istatistiklerin öngördüğü bir beklentidir de.   Sorun böylesi bir milli mesele olarak vazedilmeye başlanınca elbette gündeme alınması gereken ilk iş doğurganlığın artırılmasıdır. Doğurganlık ise doğrudan doğruya cinsellik ve kadın bedeniyle ilgili olduğu için devlet giderek artan dozda bu alanlara müdahale etmelidir. O nedenle kaç çocuk yapılacağı, kürtajın bir “cinayet olduğu,” ertesi gün hapının reçeteye bağlanması, hamileliğin telefonla ailelelere “duyurulması,” doğumun nasıl yapılması gerektiği, neslin genlerinin alkol gibi zararlı şeylerden esirgenmesi ve en nihayet arzu edilen yeni (dindar) nesiller yetiştirilmesi gibi bir dizi dayatmayı devlet hayata geçirmeye başlar. Ancak buradaki en temel sorun giderek eğitim seviyesi yükselen, geç evlenen ve kentleşme nedeniyle az çocuk yapmaya başlayan kadınların da siyasal olarak buna “ikna” edilmeleri gereğidir. Kadınlara yönelik istihdam politikalarında bile bu pronatalist (doğumları özendiren) kaygının izleri göze çarpar. O nedenle de ailenin ve kadınların dejenere olmaya başladığı, annelik görevine yeterince özen gösterilmediği, ülkede ahlasızlığa karşı uyanık olunması gibi “ahlaki” söylemler artan dozda kamusal söylemin parçası haline getirilir. Bir dönem kadınlara “milli vazife” olarak pazarlanan söylem artık “dini ve milli” vazife olarak yeniden formüle edilir, kadınlardan beklentiler haliyle artırılır. Ayrıca ahlak eksenli bir söylemsel vurguya özellikle özen gösterilir.   AKP iktidarı için böylesi bir söylemden daha iyisini bulmak zordu. Üstelik Türkiye nüfusunun genel eğilimleri de demografi biliminin verileri ışığında epey bir zamandan beri tehlike sinyalleri vermekteydi. (Kadın başına çocuk sayısının yenilenebilirlik değeri olan 2.1’in ilk kez altına inmesi gibi). İslami vurgularla bezenmiş bir muhafazakar siyasetin özel alana müdahaleciliğinin gerekçelendirilmesi için bunlardan daha güzel bir fırsat olamazdı. Ekstra getirilerini de unutmamak lazım: Doğurganlığın düşüşüyle bir milli korku böylece temellendirilir. Korku olmadan insanların yönetilmesinin zorluğu zaten siyaset teorisinin abc’sindendir. Ayrıca askeri vesayet ve darbe korkusu, Kemalizmin hataları ve mazlumu oynama gibi siyasal söylemlerin son kullanma tarihleri dolduğu için de yeni bir siyasal, toplumsal “ideal” böylece bulunmuş olur. Bu “ideal” kitlelerin mobilizasyonu için yeni fırsatlar, yeni potansiyeller sunar. Üstelik hele hele de dini bir takım hassasiyetleriniz varsa bir “dava adamı” olarak bu tür konulardan daha iyisini bulmak sahrada vahaya ulaşmayı beklerken ırmağın kaynağında kendini bulmak gibi birşeydir. Dinlerin özel hayata yönelik bu tür repertuvarlarının “zenginliği” de düşünüldüğünde bundan iyisi can sağlığı olsa gerek.   Ancak bu projelerin hayata gecirilmesi için AKP’nin başarısında zamanında son derece ciddi bir rol oynamış olan liberal aydınlarla köprülerin atılması da kaçınılmazdır. Bir dönem askeri vesayetin geriletilmesinde, AKP için seküler kesimlerin desteğininin alınmasında ve “akıllıca” politikalar uygulanmasında “danışmanlık” ve “vitrin” rolü oynamış liberal aydınların bu türden bir özel hayata müdahaleye sıcak bakmayacaklarını kestirmek için ise kahin olmaya gerek yok. Yüzde 10 barajının bile liberal bir eleştirisi önemli ve gerekliyken, insanların özel hayatlarına dayatma yönündeki kuvvetli eğilimler liberal bir insan için herhalde daha da düşündürücü olsa gerek. Dolayısıyla bunların hayata geçirilmesi için “çıraklık” döneminden kurtulup, “ustalık” dönemine geçişin beklenmesi akıllıcaydı. Ancak hayatın en önemli ironilerinden biri insanların en büyük hatalarını genellikle en güçlü olduklarını düşündükleri “ustalık” döneminde yapmalarıdır (Steve Jobs, “her zaman aç kalın” diyordu bir Stanford konuşmasında, benzer şekilde biz de “çırak olmak her zaman daha iyidir” diyebiliriz). Toplumsal kutuplaşma dönemlerinde yumuşatıcı bir “arabulucu” rolü de oynayabilen liberal aydınlarla kopuşun AKP’nin son yıllardaki tarihi hatalarını yazacak tarihçiler için oldukça kritik bir dönemeç olarak algılanacağı da geçerken not edilmeli.   Görüldüğü gibi nüfus siyasetinin inşa süreci ve zamanlaması son derece uygun bir şekilde gelişiyor gibiydi. AKP’nin bu yeni vurgusu ve vizyonu zaman zaman ABD’deki “değerler” üzeriden yapılan siyaseti andırıp dini ve muhazakar hassasiyetlerle de tam bir paralellik arzediyordu. Medeni ülkelerde de bu tür uygulamaların olduğunun altı çiziliyor, başka dinlerde de benzer kaygıların varlığı vurgulanıyor, bol bol bilimden de “destek” bulunuyor gibiydi. Amaçlanan bir taşla birden fazla kuş vurmaktı. Böylesi bir siyasette devlet “babacan” tavrını gösteriyor, özellikle kadınlar ve gençlere bol bol devletlü mesajlarıyla seslenerek onları yönlendirmeye çalışıyordu. “Makbul ahlak” anlayışının devlet tarafından belirlenmesi, ahlaken neyin doğru, neyin yanlış olduğunun devlet tarafından kitlelere benimsetilmesi bu noktada son derece kritikti. Kaldı ki eğer ahlağın temeli din ise, ki seküler bir ahlak anlayışının varolabileceğine Türkiye’de sekülerlerin bile çoğu inanmaz, o zaman dinsel söylemlerin gücünün sorgusuz sualsiz ve “mantıklı” bir şekilde kabul edilebilmesinin yolu da açık gibi görünüyordu. Yüzde 50’lik güçlü bir tabanı ve karizmatik bir lideri olan AKP için toplumu topyekün yönlendirme projesi çok fazla zorluk çıkmadan hayata geçebilecek zannediliyordu.   Ancak bu mükemmel gibi görünen “mühendislik” projesinin en güçlü yönü, aynı zamanda en zayıf yönünü de tetikledi. Çünkü bu projenin en doğrudan toplumsal “nesneleri” olan gençler ve kadınların böylesi bir kültürel “taarruza” karşı yavaş yavaş bir öfke biriktirme süreci yaşamaları yüksek ihtimaldi (elbette ekonomik zorluklar gibi bir sürü başka şey de bu birikime katkıda bulunmamıştır demek değil bunu söylemek). Devletin kamusal alandaki yoğun iktidarının aynı zamanda doğrudan doğruya özel hayata da dayatıldığı algısının giderek güçlenmesi, ve meselenin İslami hassasiyetlerle de gündeme getirildiği endişesi son yıllarda giderek artan kaygılara zaten yol açmaktaydı. Kaldı ki “geleneksel” zannedilen Türkiye’deki aile yapısında da belirgin değişimler sessiz ama derinden bir dalgayla sosyal hayatı hızla dönüştürüyordu. Örneğin az sayıda çocuklu kentli ailelerde genç kuşakların babalarıyla kurduğu ilişki daha “arkadaşça” olduğu için gençlerin babalarından duymadıkları ölçüde sert ve kibirli söylemlerle, “baba” edasıyla üstten azarlanmaları sonucunda ciddi tepkilerin birikmesi çok da sürpriz bir beklenti değildi. Kaldı ki gençlerin yeni ve hızlı bir dünyada uğradıkları dönüşüm ve genç kuşağın çeşitli başka özellikleri de bu nüfus siyasetinden türeyen özel hayata dayatmacı söylemle kolay kolay uzlaşabilir değildi. Üstelik kendisi yeni, itaatkar, dindar nesiller yaratmaya çalışan AKP iktidarının hayata bakış açısıyla, yenilikleriyle, bilime merakıyla, yaşam tarzlarıyla, aile ilişkileriyle yepyeni ve tasavvur bile edemedikleri bir nesille karşılaşması da hayatın ironilerden oldu günün sonunda.   Öte yandan Gezi direnişindeki aktif kadın katılımının nüfus siyasetiyle alakalı yönlerini görmek de hiç de zor olmasa gerek. Özel hayata bu denli ciddi bir dayatma her sınıftan, her dinden, her etnik kökenden velhasılı herkesi doğrudan doğruya etkileme potansiyeli içeriyordu. Örneğin Kürt meselesi gibi Türkiye’nin bir numaralı sorununun yarattığı sosyal ve siyasal meseleleri günlük hayatında hissetmeyebilecek milyonlarca kadın, ister Türk, ister Kürt, Ermeni, Arap, Yahudi, Çerkes, Rum, ister Sunni, ister Alevi kim olursa olsun bu tür bir nüfus siyasetinin doğrudan etki alanına giriyordu. Kürtaj tartışmasının sıradan bir tartışma olduğunu düşünmek için sahiden saf olmak gerek. “Telekinesis” uzmanları yerine eskiden “bilimsel anket çalışmalarını” kullanan AKP iktidarının kürtaj meselesi karşısında kendi partisinin tabanındaki kadınlardan gördüğü tepkiyi ciddiye alması lazımdı oysa. Bu tür özel hayata ilişkin ve dini, dili, milliyeti, toplumsal sınıfı hangi gruptan olursa olsun toplumun hemen hemen istisnasız hepsini direk etkileyen meselelerin getirisi kadar çok ciddi bir götürüsünün de olabilecegi öngörülemedi. Böyle bakıldığında Gezi direnişinin ardındaki geniş ve farklı sosyal ittifakların biraradalığı da açıklanabilir belki. Havai fişek fabrikasına meşale ile girilmesi binbir rengin ve çeşninin gökyüzünde beraber patlaması gibiydi.   Doğrudan doğruya özel hayata müdahalede bulunan İslami bir muhafazakarlıktan esinlenmenin yaratacağı tepkiler bir yana, AKP aynı zamanda son yıllarda Türkiye toplumunun geçirdiği derin dönüşümleri de pek dikkate almadı. Türkiye’de kırdan kente göçün ulaştığı müthiş hız ve yüzde 77’si ile artık “kentli”bir seçmenin bireysel davranış kalıplarının değişmiş olabileceğine dair zihin cimnastiği yapılmış mıdır? Sanmıyorum. Varolduğuna inanılan mistik bir “geleneksel aile değerleri” söylemi Türkiye kadınlarının geçirdiği evrimi es geçti. Eski Türkiye’nin eski kalıplarının sürdürülebilirliği büyük bir özgüvenle adeta inanç haline dönüşmüştü. Oysa nüfus siyasetine soyunanlar ülkedeki nüfus hareketleri açısından dönüşümün doğası üzerine kafa yorsalardı farklı açılımları gündeme getirebilirlerdi. Türkiye’nin demografik bir analizi artık niceliksel ihtiyaçlardan niteliksel sıçramalara geçilmesi gerektiğini göstermekteydi. Nüfusun yaş piramidinin incelenmesi ülkenin artık niceliğe değil, niteliğe ihtiyacı olduğunu apacık gösteriyordu üstelik. Eskisi gibi sadece daha fazla okul, daha fazla yol, daha fazla AVM vs yapılmasından çok, daha işlevsel, daha bilimsel, daha estetik, daha “yeşil” biçimlerde kentsel ve sosyal dönüşümlerin yapılmasının önem kazandığı bir hayat Türkiye’ye kendisini dayatıyordu. Bu nedenledir ki Gezi direnişine katılanların, en azından eğitim seviyesi açısından, Türkiye’nin “niteliğe” önem veren kesimlerinden oluşması sürpriz sayılmamalı (yapılan istatistiki çalışmalar Gezi’de Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde bir eğitim düzeyi olduğunu göstermişti).   Sözkonusu “niteliğin” yanında sahici bir niceliğin de ortaya çıkması hem iktidarı, hem de komünistlerden CHP ve MHP’ye kadar uzanan çizgideki muhafetin hepsini şaşkına çevirdi. Beklenebileceği üzere bu noktada hemen AKP’nin yüzde 50’lik “diğer” nüfus söyleminin tahkim edilmesi, onların “zor tutulduğunun” özenle vurgulanması şaşırtıcı olmadı. “Ezilenlerin,” sömürülenlerin, hakları gasp edilmişlerin, mağdunların aşağıdan yukarıya doğru talep eksenli tarihsel söylemlerinden farklı olarak, son yıllarda ilk kez Gezi ile daha “üst” bir moral ve entelektüel boyuttan dillendirilen bir söylem filizlendi. Nüfus eksenli politikalar üzerinden muhafazakar söylemin “sen kimsin?” sorusuna karşılık Gezi’den “asıl sen kimsin?” diye bir karşı çıkışın gelmesi de bütün bu nüfusla ilgili tartışmalar dikkate alındığında bir rastlantı, bir sürpriz sayılmamalı. Biraz Yılmaz Güney’in karizması gibi, mağdunların, mazlumların yanında yer alan, ama zalimlere dağın tepesinden bakan bir karizma Gezi’ninki. Cazibesi de, çekiciliği de sanki biraz buradan kaynaklanıyor. Yeninin, niteliğin, estetiğin, çevreciliğin, özgürlüğün, adaletin, eşitliğin ve de “vicdanın” bu tür bir dağın tepesinden aşağılara ama kimseyi aşağılamadan ve kapsayıcı dillendirilmesi ve yaşanmasıyladır ki Gezi Türkiye’de hegemonik, popüler ve biraz da destansı bir tecrübe olarak şimdiden tarihe geçmiş gibi görünüyor.