Birgün gazetesi yazarlarından Doğan Tılıç, Taraf ile Birgün arasında birkaç gündür süregelen "Atın bu Ermeniyi" polemiğine dahil olarak, kendisinin de kadrosunda bulunduğu Birgün Gazetesi yazı işlerinde Hrant Dink için ırkçı-şoven bir ifadenin asla kullanılmadığını söylüyor.Abilik üzerine... (Son kez)Yıl boyu düşünü kurduğum tembellik günleri bitti. Serin ve dingin yaylalardan inerken, memleket, hep olduğu gibi, ağır sorunlarla boğuşuyor. Biz yine bir “büzüşme” halinde, hiç hazzetmediğim iç tartışmalarla meşgulüz. Bir “abilik” ve “abi atın bunu dedi mi?” tartışması… Tartışma bizi kimi zaaflardan arındırıp daha iyiye götürmenin aracı olursa ne âlâ. Yok, zaten kafada bitirilmiş saflaşmaları kemikleştirmenin, bir çatlağa kama sokup kanırtmanın aracıysa, yazık. Sevgili Hrant’a ilişkin “Atın bunu” iddiasının çıktığı yer, o dönem içinde bulunduğum Yayın Kurulu olduğundan, bu konuda anımsadıklarımı açıkça yazmak boynumun borcu. Konuyu Saruhan’dan (Oluç) duyduğumda, karşılıklı hafızamızı deşeledik. İkimiz de, kimsenin, şoven tınısı olan bir “atın” sözünü asla kullanmadığında nettik. Ben, benim olduğum bir toplantıda “Memlekette bir sürü önemli şey oluyor, arkadaşlarla konuşalım da sürekli aynı (etnik) şeyleri yazmasınlar” şeklinde bir öneri olduğunu, ama “gazetede yazmasınlar” diye bir öneri anımsamadığımı söyledim. Bu öneri de, “yazarlar gazetenin ilkeleriyle çelişmediği sürece diledikleri konuda yazarlar” denilerek reddedildi. Aynı toplantı veya (Ankara’dan gidip her toplantıya katılamadığımdan) benim olmadığım bir başka toplantıya ilişkin anımsadıklarını Saruhan da Taraf’ta yazdı. Algıda seçiciliğin hafızaya oyunlarını bildiğimden, o dönem yazı işleri müdürü olarak mutfakta en fazla koşturan arkadaşımız Murat Ören’i aradım. O da, bir toplantıda, yazarlar konuşulurken, birkaç yazarla birlikte Hrant için de “yazmasın” dendiğini, o önerinin de reddedildiğini, ancak ırkçı-şoven bir ifadenin hiçbir zaman kullanılmadığını aktardı. Geçen yazıda belirttiğim gibi, ölümünden sonra Hrant’ın yazılarının sürmesi önerisini kendisine benim yaptığımı doğruladı. İşleyen kurumlar yaratmada pek beceriksiziz. Bu gazetede baştan beri en büyük sorunumuz bu. Kurumlaşamamak. İşleri yetki ve sorumluluk çerçevesi iyi çizilmiş kurumlar aracılığı ile yürütememek. BirGün’ün nasıl bir yönetim yapısına sahip olacağı “anayasa” saydığımız, “Neden bir gazete, nasıl bir gazete?” metninde yazılı. Hedeflenen; genel yayın yönetmenini belli bir mesleki deneyime sahip adaylar arasından çalışanların seçmesiydi. Bunu “ütopik” bulanlarımız da olmadı değil. İlk günden beri, tipik bir yayın yönetmenliği olmadan, bu yüzden bazen bir savrukluğa da neden olan, Yayın Kurulu aracılığıyla yürüdü işler. İnsan içinde yer aldığı her kurulun eşit üyesidir. Kendine ters gelen bir kurulda olmaz. Aynı kurulun üyelerinden birinin kendisinden daha büyük bir oyu olmasını da kabul etmez. Kurullarda tartışılır ve sonunda bir karar alınır. Tartışma geride kalır, karar herkesi bağlar. Bunu beceremedikçe işleyen kurumlar yaratamaz, günahları ve sevapları sırtına saracağımız abiler arar, bulur, yoksa yaratırız. Sevapları dileyen alabilir, ama içinde yer aldığım kurulların işlediği bir günah varsa, ki sanmıyorum, en büyük payı üstlenirim. “Adalet” sadece mülkün temeli değil, ahlakın da temel taşıdır. BirGün’e saldıranların hiç sektirmedikleri bir taktik var: Bugüne kadar şu ya da bu nedenle ayrılan yazarları peş peşe sayıp, tümünü “abi ‘atın’ dedi, atıldılar” havasında sunmak. Haydi, ahlakı karıştırmayayım ama, birazcık adalet duygusu olan, böyle bir iddiadan önce, tümü de kolay ulaşılabilir o yazarlara bir sorar. Bizim (bu ‘biz’i çok geniş anlamda kullanıyorum, yine de alınacak varsa ‘ben’ diye okusun) gerçekten bir “ağabeylik” sorunumuz var. En “abi” tutkunlarımız “abi”ye veryansın ederek “özgürleşiyoruz”. Keşke, yeni “abi”ler yaratmadan “özgürleşmeyi” becerip, 40’ından sonra saza başlayanların durumuna düşmesek. Zira, kimse “abi” doğmuyor, küçük kardeşler oldukça “abi” olunuyor!