Franco ‘Bifo’ Berardi
“Meslektaşlarımız, dostlarımız ve yoldaşlarımız, Avrupa’nın güneyinde Troyka’nın fakirleştirme ve yoksunlaştırma politikalarına karşı isyan ederlerken, Avrupa Merkez Bankası (ECB) yeni sarayına taşınıyor” diye yazıyordu FF Blockupy internet sitesi ve şöyle devam ediyordu. “Blockupy yola koyuluyor. Bizler de yeni binaya taşınacağız ve ECB’ye tarihin çöplüğüne atılmaları gereken ırkçı ve cinsiyetçi ayrımcılıkla, yoksullaştırmayla, kamusal fonların ve malların özelleştirilmesiyle, kaynakların ele geçirilmesine yönelik savaşla dolu olan taşınma kolileriyle kaplı çöplüğü geri vereceğiz.”
Syriza’nın zaferinden sonra Avrupa Birliği’nin anlamını, doğasını ve kaderini, geçtiğimiz ay içinde artık nihayet anlamış olmamız gerekiyor.
Topluma yönelik saldırı ve toplumsal kaynakların ele geçirilmesi; işte Avrupa Birliği’nin anlamı budur. Doğası, demokrasinin yok edilmesi, kaderi ise sistemik çöküş ve iç savaştır. 18 Mart’ta Frankfurt’ta, 1.3 milyar Euro’ya mal olan Avrupa Merkez Bankası’nın yeni binasının açılışını kutlamak için bir gösteri düzenlenecek.
Bir ay öncesine kadar düşüncemi belirleyen temel ilke şuydu: Ulusal egemenliğin yeniden tesisine yönelik istek, milliyetçiliğe kapı aralayan gerici bir eylemdir. Aslolan, Birlik’in dönüşümü için çabalamaktır. transversal.at’ta yayımlanan makalelerinde Toni Negri ve Raul Sanchez Sedillo, borcun aldatıcı doğasını gayet doğru bir şekilde tanımlıyorlar:
“Troyka Avrupa’sı, borcun Avrupalı çokluklar (multitudes) tarafından ödenmesini istiyorlar ve de bu borcun ödenebilirliğini, demokrasi ölçütü ve Avrupalılaşma derecesi olarak gösteriyorlar. Fakat demokratik cephe içinde hareket edenler ise tam tersine, bu ölçütün aşağılayıcı olduğunu, çünkü halka yüklenen bu borca asıl sebep olanın, yıllardır yönetim koltuğunda oturanlar olduğunu düşünüyorlar. Bu borçlar egemen sınıfları, sadece yolsuzluklarla, vergi kaçakçılıklarıyla, mali yardımlarla, silahlanma için yapılan çılgın harcamalarla ve işçi sınıfına hiçbir yararı olmayan endüstriyel politikalarla semirtmekle kalmamış, aynı zamanda işçi sınıfının finansal ranta boyun eğmesine, güvencesizliğin ve boğucu bir belirsizliğin bir tür yaşam biçimi olarak dayatılmasına da neden olmuştur. ”
Ve sonra Negri ve Sedillo, egemenlik nostaljisini eleştirerek devam ederler:
“Şu hususu netleştirelim: Birlik’e giren her ülkenin ve sayısı Birlik üyelerinden daha fazla olan Euro bölgesi ülkelerinin, artık tam bir egemenlikleri söz konusu değildir. Ve de bu iyi bir şey çünkü modernitenin ortaya çıkan her bir trajedisi ulusal egemenliğin arkasında işlenmişti”.
Ve makalelerini şu şekilde bitirirler: “Avrupa para biriminin demokratik kontrolünü sağlamaktan daha hayati bir politik mücadele düşünmek mümkün değildir. Bu, günümüzün Bastille baskınıdır.”
Sözü edilen “demokratik kontrol”ün retorik yankısı dışında, bu son cümlenin hiçbir anlamı yok. Avrupa para biriminin demokratik kontrolü ancak borçları ödememekle mümkündür. Borçların ödenmemesi harekete ait bir kavramdır ve günümüzün Avrupa’sında bu hareket ortada gözükmemektedir. Syriza bahsettiğimiz bu hareketin yerine geçmeye, hareketi tetiklemeye çalışmakta ve borçların ödenmemesini, bir tür hayatta kalma aracı olarak kullanmaya çabalamaktadır. Yunanistan vatandaşlarının oylarının sistematik olarak aşağılandığı yorucu müzakerelerden sonra Yunanistan hükümeti, en çok ihtiyaç duyulan reformların büyük bir kısmından ve bilhassa da toplumsal kaynakların halka iadesinden vazgeçmeye zorlanmaktadır.
Kibirle, ırkçılıkla, Yunanistan halkının iradesinin aşağılanmasıyla dolu olan bu ayki müzakereler, Avrupa Birliği’nin gerçekte ne olduğunu anlamak için oldukça faydalıydı. Egemenliğin devriyle ilgili sorun artık yeni bir anlam kazandı.
Ulusal devletlerin egemenliklerini kime devrettikleri zannediliyor?
Ve ayrıca: Bu devrin öznesi gerçekten de ulusal devlet mi?
Avrupa Birliği, demokratik eylemlerle şekillendirilecek tanımsız bir form değildir. Birlik, tek fonksiyonu –ki bu mükemmel bir şekilde tanımlanmıştır- toplumsal kaynakların azaltılmasına imkân tanıyan ayrıntılı düzenlemelerin zorla yapılmasını ve çalışma hayatının kırılganlaşması (prekarizasyonu) ile tahakkümünü amaçlayan hükümetler arası bir komisyondur. 20 Şubat’a gelinceye kadar Avrupa Birliği’nin sözü edilen bu fonksiyonu ile ilgili şüphelere sahip olunabilirdi. Fakat artık bu tarihten sonra matematiksel diktatörlük bütün açıklığıyla ortadadır. Yunanistan hükümetini belli bir ölçüde geri çekilmek zorunda bırakan şantajdan sonra ortaya çıkan asıl tehlike, milliyetçiliğin, giderek daha fazla bir hapishaneye benzeyen, -çünkü gerçekten de bir hapishane olan- Birlik’ten çıkmanın tek yolu haline gelmesidir. “Euro’dan çıkış yok” ifadesi bir zamanlar borcunu ödeyemeyenler için bir tür güvence olarak dillendiriliyordu. Şimdi ise tam tersi söz konusu: Ölseniz bile finansal Avrupa kanınızı emmeyi bırakmayacaktır. Tam da bu noktada “egemenliğin devri” ifadesi bir tür üçkâğıtçılıktır. Çünkü egemenliğini Birlik’e devreden ulusal devlet değildir ki. Birlik ile Rusya arasındaki savaş söz konusu olduğunda, Fransa Cumhurbaşkanı ve Almanya Kanzlerini (kadın şansölye), doğrudan doğruya Putin’le görüşebilmekte ve egemenliğin devri söz konusu bile olmamakta. Ulusal devletler, baskı ve savaş konusundaki yetkilerinden feragat etmiyorlar. Birlik, sadece tek bir şeyle ilgilenir: Kaynakların toplumdan, bankacılık sistemine transfer edilmesine yönelik kurallar dayatma ve çalışma hayatını boyunduruk altına alma.
Bu nedenle Avrupa Birliği’nin demokratikleşmesini ya da reformunu veyahut da kemer sıkma önlemlerinin bir miktar hafifletilmesini beklemek anlamsızdır.
Peki bu durum, ulusal egemenliğe geri dönmek için umutlanmalıyız anlamına mı gelmekte? Bu toplum için yıkıcı bir çözüm olur ve otoriter bir gelişimin yolunu açar.
Ancak yine de bu, finansal boğulmanın neticesi olarak gerçekleşecektir. Karşılıklı güvensizliğin yaygınlaşmasının zorunlu bir sonucudur bu.
İki ihtimal söz konusu: Ya Avrupa Birliği’nin sona erdiği milliyetçiler tarafından ilan edilecek (ki bunun bir sonraki adımı iç savaş olacaktır) ya da Avrupa hareketi Birlik deneyiminin artık bittiğini ve birleşme sürecini sıfırlamaya başlamak için şu hususları temel alacağını ilan edecektir:
- Borçlara ilişkin uluslararası bir konferans
- Göçlere ve Avrupa Birliği’nin sınırlarını iyileştirilmesine ilişkin uluslararası bir konferans
Bunlar yapılabilir mi? Bunlar düşünülebilir mi?
Bu tür bir beklenti tarihsel bir vizyon ve politik bir cesaret gerektirir ki şu aşamada bildiğim kadarıyla her ikisi de mevcut değil.
Bu yüzdendir ki sefalete, şiddete ve savaşa doğru sürükleneceğiz.
Yoksa değil mi?
Birkaç gün önce Tsipras, “Yalnız bırakıldık” dedi.
Doğru. Avrupa toplumu -Madrid’deki muazzam mitingi hariç tutarsak- Yunanistan halkıyla dayanışma göstermek konusunda isteksiz ve de yetersiz.
İtalyan toplumu ve kültürü ölmüş durumda.
Fransız kültürü ve toplumu, Ulusal Cephe’nin (Front National) çok iyi gösterdiği gibi kimlikçilik saçmalıkları tünelinde kaybolmuş durumda.
Almanlar ise kıtanın her yerinde büyüyen anti-Alman nefreti algılamaktan aciz görünüyorlar ve Alman konformizmi korkutucu düzeyde.
Avrupa toplumunun elektrokardiyografisi tersine çevrilemez bir şekilde düz bir çizgiye dönüşmüş olabilir. Bu durumda sistemik çöküş, elektroşok olacaktır. Bu ne kadar erken olursa o kadar iyi olur. Birlik yaşamaya devam ettiği sürece Avrupa toplumu yoksullaşacaktır. Birlik yaşamaya devam ettiği sürece, milliyetçi tepkiler daha da sertleşecektir.
Çeviri: Cem Yarar
27 Şubat 2015 tarihinde www.versobooks.com’da yayımlanan yazının orijinal metni için tıklayın