Avrupa’nın birçok ülkesinde aşırı sağcı partiler oylarını artırmaya devam ediyor. Son olarak sosyal demokrasinin anavatanı İsveç’te aşırı sağcılar oylarını rekor düzeyde artırarak ülkede sosyal demokratlar ve muhafazakârların ardından üçüncü parti konumuna yükseldi.
ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden Araştırma Görevlisi Ebru Ece Özbey, "Avrupa’da sağın yükselişi, kapitalizmin yarattığı “kaybedenlerin”, onların kaygılarını ve korkularını siyasi arenaya taşımakta başarısız olan ana akım siyasetçilerin ve partilerin, son dönemde yaşanan ve AB’nin baş etmekte zorlandığı göç ve güvenlik krizlerinin, hükümetlere ve AB kurumlarına azalan güvenin, küreselleşmenin toplumsal hayatta yarattığı derin değişimlerin ve daha pek çok ulusal ve uluslararası unsurun ortak sonucudur" değerlendirmesinde bulundu.
TIKLAYIN - 'İsveç modeli öldü'; aşırı sağ oylar arttı
Birgün'den Can Uğur'un sorularını yanıtlayan ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden Araştırma Görevlisi Ebru Ece Özbey'in açıklaması şöyle:
Avrupa’da sağın yükselişini neye bağlıyorsunuz?
Aslında Avrupa’da gördüğümüz eğilim daha çok radikal ya da aşırı sağın merkez sağ karşısında yükselişe geçmesi. Son yıllarda Avrupa ülkelerinde yapılan seçimlerde Hıristiyan Demokrat, muhafazakâr, ana akım sağ partiler kan kaybederken oylarını arttıranlar göç karşıtı, Avrupa bütünleşmesine ve AB’ye mesafeli, sağ popülist söylemler benimseyen siyasetçiler ve partiler. Seçmenlerin desteğinde görülen bu kaymanın elbette ki tek bir nedeni yok ama özellikle sağ siyaset söz konusu olduğunda ortaya atılan ilk iddia bu yükselişi bir kimlik krizine bağlıyor.
Avrupa’da şu anda sesini duyuramadığına inanan, “kariyer politikacıları” tarafından dışlanmış ve terkedilmiş hisseden, AB’nin getirdiği serbest dolaşımı ve çokkültürlülüğü kendisine ve topluma tehdit olarak gören bir grup var. Bu grubun, doğal olarak, söz konusu çarpık sistemi değiştirme ve düzeltme sözü veren, sokaktaki insanın sesi olacağını ve kendi toplumunu dışarıya karşı koruyacağını iddia eden radikal popülist sağ partilere yöneldiğine inanılıyor.
Bu ihmal edilmişlik hissinin tabii bir de ekonomik boyutu var. Özellikle 2008 finansal krizinden bu yana toplumun alt kesimlerinin omzuna binen yük yalnızca hükümete ya da ana akım partilere olan güveni azaltmıyor, aynı zamanda AB içinden ya da dışarıdan gelecek yabancılara karşı korkuyu ve öfkeyi de arttırıyor. Gelen göçmenlerin işlerini ellerinden alacağına ya da devletin sınırlı kaynaklarına ortak olacağına inanan bu grup, kaygılarını dikkate alacak, taleplerine yanıt verecek yeni siyasi aktörler için bir arayışa giriyor. Bu noktada, sınırları güçlendirmeyi, halk için refah devletini geri getirmeyi, göçü bitirmeyi ya da en azından kısıtlamayı vaat eden radikal popülist sağ siyasetçiler ve partiler de en uygun adaylar olarak öne çıkıyor.
Sağın yükselişinin karşısında sol ne durumda?
Avrupa genelinde merkez sol partiler de bir süredir tıpkı merkez sağ partiler gibi düşüşte. Günümüz kapitalizminin yarattığı sorunlar karşısında bu partilerin sunduğu çözümler vatandaşların ilgisini yeterince çekemiyor. Toplumsal hareketlerin ve sendikalarının etkisinin giderek azalması da solun mevcut gücünü korumasını zorlaştırıyor. Yoksulluk ve gelir dağılımında artan eşitsizlikler karşısında Avrupalılar, kurtarıcı olarak sol partileri değil, hükümet-sermaye-medya ortaklığını hedef alan, suçu Avrupa bütünleşmesine ve küreselleşmeye atan elit-karşıtı (anti-elitist) popülist sağı tercih ediyor.
Radikal sola baktığımızdaysa 2008 finansal krizi sonrası kemer sıkma politikalarının yarattığı etkiyi en derinden hisseden Güney Avrupa’da öne çıkan birkaç parti dışında kıtanın geneline yayılan bir hareketten bahsetmemiz mümkün değil. Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da PODEMOS, Portekiz’de Sol Blok gibi partiler son seçimlerde önemli çıkışlar yaptılarsa da kazandıkları oy desteğini korumak konusunda sorunlar yaşıyorlar. Bu partiler sağ rakiplerininkinden biraz farklı da olsa genelde yine popülist bir söylem kullanıyor ancak gündemin üst sıralarında bulunan göç ve Avrupa bütünleşmesi gibi konularda sert ve kesin bir tutum belirleyemediklerinden ve savları daha soyut ve teorik kaldığında halka yakın durmakta zorluk çekiyorlar.
Radikal sağın yükselişi sadece göçmen politikalarıyla m alakalı yoksa kapitalizmin krizinin yarattığı etkinin bunda payı var mı?
İsveç, 1917 yılından bu yana yapılan tüm seçimlerde birinci çıkan sosyal demokrat partisiyle Avrupa’nın en güçlü demokrasilerinden biri kabul ediliyor. Öte yandan geçtiğimiz Pazar gerçekleşen genel seçimler Avrupa’da radikal popülist sağın bizi ilk şaşırtışı değil. 2000’lerin ortasından bu yana radikal sağ Avrupa’nın Doğu’sundan Batı’sına, Kuzey’inden Güney’ine hemen her ülkede güç kazanıyor, toplumun çok farklı kesimlerinden giderek artan bir destek görüyor. Bu yükselişin elbette her ülkeye özel tarihsel ve toplumsal nedenleri de var ancak bu denli farklı ekonomik gelişmişlik ve eğitim seviyelerine sahip olup, farklı siyasi geleneklerden gelen ülkelerde eş zamanlı görülen bir eğilimin bölgesel ve küresel sebeplerinin olmadığını söylemek yanlış olur. Avrupa’da sağın yükselişi, kapitalizmin yarattığı “kaybedenlerin”, onların kaygılarını ve korkularını siyasi arenaya taşımakta başarısız olan ana akım siyasetçilerin ve partilerin, son dönemde yaşanan ve AB’nin baş etmekte zorlandığı göç ve güvenlik krizlerinin, hükümetlere ve AB kurumlarına azalan güvenin, küreselleşmenin toplumsal hayatta yarattığı derin değişimlerin ve daha pek çok ulusal ve uluslararası unsurun ortak sonucudur; bir liberal demokrasi krizidir. Bu yükselişin yalnızca seçmenleri manipüle eden popülist liderlerden, ters giden bir politikadan ya da iktidardaki partiyi/partileri cezalandırmak amacıyla kullanılan protesto oylarından kaynaklanmadığını kabul etmek, radikal sağ ile baş etmenin ilk adımı olmalıdır.