CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Sencer Ayata, Türkiye'nin üzerinde dolaşan “ahlak zabıtası”, bir “kısır mahalle bekçisi ruhu”nun en çok gençleri bunalttığını ifade etti.
Prof. Ayata, Cumhuriyet gazetesinden Işık Kansu ve Ayşe Sayın’nın sorularını yanıtladı.
Söyleşinin birinci bölümünde Gezi Parkı direnişçileri için “Teknolojiyle dünyaya bağlanıyorlar. Üretken ve yaratıcılar. Saldırı silahları yok, pasifistler... Mizah ile büyümüşler. Ekşi Sözlük, Zaytung, Cem Yılmaz çocukları... Kanımca Ayşe Arman’ın, Gülse Birsel’in isyanına da kulak verdiler” ifadelerini kullanmıştı.
Cumhuriyet’te yer alan söyleşinin ikinci bölümü şöyle:
Ekranların en değişmez görüntüsü tazyikli su, biber gazı ve güvenlik araçlarına bindirilen eylemciler haline geldi. Gezi eylemlerinin kaynağında işte bu temel özgürlük kısıtlaması var. Toplantı, gösteri, yürüyüş hakkının kısıtlanması… Otoriter rejimler meydandan korkar. Neden korkar? Çünkü daha önce bir araya gelmemiş kişiler bir araya gelir. Kaynaşır. Taksim'de, Türkiye'deki tüm meydanlarda böyle olmadı mı? Önceden bir araya gelemeyen gruplar bir araya geldi. Meydan yeni bir muhalefet sinerjisi yarattı.
Türkiye'de 1960 ve 70'lerin İslami toplumsal hareketi, önce siyasi harekete dönüştü, siyasi hareket parti oldu, parti hükümet ve hükümet ise bir tek adam yönetimi. Siyasi güç aşırı derecede yoğunlaştı ve adeta tek elde toplandı. Şimdi bu otoriter yapı tüm toplumun üzerine çöküyor.
AKP önce başta yargı olmak üzere anayasal özerkliğe sahip olan tüm devlet kurumları üzerinde siyasi denetim sağladı. Yasama erki adeta yürütmenin onay makamı haline getirildi. Adil yargılanma kalmadı. Sonra, medya, üniversiteler denetim altına alındı. Sivil toplum kuruluşları yola gelmeleri konusunda uyarıldı. Piyasanın önde gelen aktörleri ekonomik cezalara çarptırıldı. Başta muhalefet mensupları olmak üzere, yurttaşların bir bölümü hükümet tarafından sürekli gözetim altında tutuluyor. İnsanlar her türlü yoldan ürkütülüyor. Biber gazı, gözaltı süreleri, vergi denetimi, işten çıkartma tehdidi, otosansür. Kısacası Türkiye'de rejimin temel sorunu sınırlamaya tabi olmayan iktidar sorunu haline geldi. Kişinin özel alanı da her taraftan daraltıldı.
Protestoların en belirgin yönü iktidar gücünün denetlemesi, frenlemesi için yapılan uyarılar oldu. Sokakta, meydanda istediğinize sorun önce toplumun iktidar tarafından baskı altına alınması ve sindirilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. Yani otoriter rejimi. Daha açık ifade edelim. Kime sorsanız nedir bu geçmişte hiç bir araya gelemeyen insanları bir araya getiren diye. Yanıt aynı oluyor. Başbakan'ın otoriterliği. Bunu görmek için meydanlarda ve sosyal medyadaki mizah patlamasına bakmak yeterlidir sanıyorum.
Rejimin bu otoriter niteliğini, onunla iç içe geçen bir başka durumla birlikte düşünmezsek olayın özünü kavrayamayız. Dünyada diktatörlükler çok. Örneğin komşumuz Rusya. Siyasi kurumlar, haklar ve özgürlükler baskı altında. Ama çok ince bir nokta var. Rusya'da siyasi özgürlükler kısıtlanıyor ama kişisel özgürlüklere dokunulmuyor. İnsanların özel hayatına karışılmıyor.
Türkiye'de ise siyasi özgürlük kısıtlaması yaşam tarzına müdahale ile at başı gidiyor. Başbakan, nüfus politikası diyor. Kürtaj olmasın, sezaryen olmasın. Şu kadar çocuk doğurun diyor. Bir TV programında erkeklerin kucağına oturan kızlardan bahsediyor. Gençleri şöyle, böyle diye bölüyor. Kendi kafasına göre olmayanlar ya tinerci ya çapulcu. Milyonlarca gence açıkça hakaret ediliyor.
Otoriterlik, muhafazakârlık doğrudan doğruya vatandaşın günlük hayatına yöneliyor. Örneğin, vatandaşların günlük hayatında çok önemli yeri olan dizi filmler. Bakıyorsunuz bir diziye padişahın zamanının ne kadarını seferde geçireceği dikte ediliyor. Karakterler evlendiriliyor, boşandırılıyor. Gençlerin en beğendiği diziler kaldırılıyor. TV günlük yaşamın bir parçası haline geldiği için bunlar kişinin özel yaşamına müdahale olarak algılanıyor.
Serbest zamana el koyma, aileyi düzenleme, nasıl yaşayacağım belirleme. "Ben kendi hayatımı yaşamak istiyorum" diyenlere, "Senin hayatın yanlış, doğrusunu ben sana öğreteceğim" deniyor. İnsanların saygı duyduğu tarihi kişilere ve onların temsil ettiği temel değerlere hakaret ediliyor. Müphem ifadeler kullanılarak Türkiye'de kanunların ayyaşlar tarafından yapıldığı söyleniyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı, toplumbilimci Prof. Dr. Sencer Ayata, Gezi Parkı eylemlerinde AKP'nin kalbi sayılan rant avcılığının hedef alındığını belirtti. Buyurgan muhafazakârlığa karşı bir başkaldırı yaşandığını dile getiren Ayata, Türkiye'nin üzerinde dolaşan ahlak zabıtası, bir kısır mahalle bekçisi ruhunun en çok gençleri bunalttığını ifade etti. Sencer Ayata, yaptığımız söyleşide ana başlıkları ile Gezi Parkı eylemlerine ilişkin şu değerlendirmeleri yaptı:
Siyasi iktidar ile eylemciler arasındaki çatışmanın sembolleri olan yeşil alan ve AVM bu bakımdan mükemmel örnekler. Park ne? Yeşil alan yani çevre. Aynı zamanda ortakça ve eşit olarak kullanılan bir alan. Park kamu alanı. Daha önemlisi ticarileşmemiş bir alan. Tıpkı sokak gibi herkese açık, serbest davranılabilen bir yer.
AVM ise özel ve ticari alan. Çok yönlü ama özünde kâr amaçlı faaliyetlerin yapıldığı yer. Güvenlik görevlilerinin sürekli denetimi altında. Yani yönetilen bir yer. AVM metalaşmış bir alan.
Sadece bu iki sembole baktığınız zaman bile çatışmanın neden bir obje üzerinde çıktığını net olarak görürsünüz.
Ben örneğin Etimesgut'a AVM yapılmasına karşı falan değilim. Çoğu kimse ailesi ile birlikte vakit geçiriyor, dışarıda yemek yeme alışkanlığını kazanıyor AVM'lerde. En önemlisi özellikle çok muhafazakâr ortamlarda kadınlar ancak AVM'lerde gezinip sonra da oturup bir çay içebiliyorlar. Ama Taksim'de yeşilin yerine AVM dikmenin çok önemli sembolik yönleri var.
Bir kere Taksim, İstanbul'da önce Cumhuriyetin, sonra da emek mücadelelerinin simgesi olan meydan. 1 Mayıs olaylarını yeni yaşadık, iktidar, Taksim'in bu siyasi ve toplumsal kimliğini ticari veya başka değerleri temsil eden bir tarihi yapılaşma ile değiştirmek mi istiyor? Taksim direnişi, bu amacı güden bir mekân düzenlemesini reddediyor.
İkincisi, dizginsiz bir ticaret kapitalizminin egemen olduğu mekân düzenlemesini de kabul etmiyor. Bakın açıktan yöneltilen bir soru var. Kim yararlanacak? Kimin menfaati için yapılıyor bu AVM?
AKP iktidarının birinci döneminde, özelleştirmelerden büyük kaynak sağlandı. O tükenince kentsel alanlar ve rant getiren doğal kaynaklar ve kamu alanlarına dönüldü şimdi. AKP rant avcılığında ustalık kazandı. Kamu alanlarını, iktidar çemberinde yer alan sermayeye düşük maliyetle devretme konusunda.
Son dönemde imar mevzuatında dört binin üzerinde değişiklik yapılmış olması başka türlü nasıl açıklanabilir? Eylemde sorgulanan da zaten bu karar alma anlayışı. Yani, kıt kaynakların mülkiyeti yani rant yoluyla elde edilen zenginlik.
Büyük şehirlerin önemli bir özelliği vardır. Bunlar bir siyasi ve ekonomik rejimin tüm çelişkilerinin ve gerilimlerinin en çarpıcı biçimde ortaya çıktığı yerlerdir. Bu çelişkilerin tüm özellikleri ile gözler önüne serildiği yerlerdir. AKP düzenini protesto eden eylemlerin İstanbul'da başlamasını rastlantı olarak görmemeliyiz.
AKP kent rantının dağıtımı üzerinde tekel kurmak istiyor. Bunun için planlama yetkileri merkezileşiyor. Kamu arazilerini alma, satma, kiralama yetkileri Ankara'da toplanıyor. Kent ekonomisi, AKP'nin sermaye birikim modelinin adeta kalbi. Gezi hareketi, AKP'nin doğrudan kalbine yöneliyor. AKP'nin yalnız ekonomik değil siyasi gücünün de temeli olan İstanbul merkezli rant ekonomisini hedef alıyor. Gezi'de başarılı olunursa? Aynı eylemler başka yerlerde de tekrarlanabilir. Bu rant siyaset ilişkisi modeli çökebilir. Korkunun kaynağı önemli ölçüde bu.
Kente ilişkin kararların paydaşlara sorulmadan tek taraflı olarak dayatılmasına da tepki var. Kim kente ne anlam verecek. Nasıl şehir istiyorum? Nasıl bir insan olmak istiyorum? Nasıl bir yaşam istiyorum? Nasıl sosyal ilişkiler istiyorum? İnsanlar şehri tanımlama ve değiştirme konusunda daha fazla söz sahibi olmak istiyor. Eylemciler "Bu kent üzerinde bizim de hakkımız var" diyorlar. "Şehrin biz de sahipleriyiz" diyorlar. Eylemcilerin tepkisinin merkezinde bu duygular var.
Bir başka örnek vereyim: İstanbul trafiği malum öldürücü ve her geçen gün daha kötü. Şoförler bir şeyin farkına vardı. Diyorlar ki trafiğin en yoğun olduğu yere dev binalar dikiyorlar. Büyük çaplı inşaat yatırımlarının trafiği daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini görüyorlar. AKP yöneticileri belki görmüyor, ama onlar görüyorlar. Rant ekonomisi ile yaşam kalitesi arasındaki giderek derinleşen uyuşmazlığı her geçen gün daha çok sayıda insan görüyor.
Şehir bir insanın yaşadığı evi gibidir. Bir evde yaşayanlar evi nasıl döşeyeceklerine birlikte karar veriyorlar. Şehir de öyle. Ben bir kere seçilmişim, ne sorarım ne danışırım, başıma buyruk istediğimi yaparım diyemezsiniz, İstanbul gibi entelektüel düzeyi bu denli yüksek bir kentte ilelebet bunu söyletmezler. Aynı evde yaşayanların fikrini alacaksınız evi yeniden düzenlerken. Düzenlemeler sadece devlet müteahhitlerini kollama amacıyla yapılamaz.
Hükümete verilen mesaj şudur. Temsili demokrasi temeldir ama yeterli değil. Katılımcı da olan bir demokrasi istiyoruz. Alınan kararlarda pay sahibi olan yurttaşlar olmak istiyoruz. AKP'nin buyurgan yönetim anlayışına, fiziki ve sosyal mühendisliğine karşıyız.
Bunun adı muhafazakâr toplum mühendisliğidir. Türkiye'nin üzerinde bir ahlak zabıtası, bir kısır mahalle bekçisi ruhu dolaşıyor. Bu hava çoğu kimseyi en çok da gençleri bunaltıyor. İnsanlar ne zaman "yetti artık' der? Kendilerinden gerçekten bir şeylerin alındığını düşündükleri zaman. Türkiye'de geniş toplum kesimleri artık böyle düşünmeye başladı. Son on beş günde meydanlardaki kalabalıkları sürekli çoğaltan sanıyorum gelinen bu noktadır.
Bir ağacın kesilmemesi, asırlık çınarların korunması elbet çok önemli. Ama bir büyük toplumsal protesto hareketidir söz konusu olan. Çevreci duyarlılıklara ilgi gösteriyor gibi görünerek milyonlarca insanın endişelerini, taleplerini ve beklentilerini anlamış olmazsınız. Ortada olumsuz yönleri olumlu yönlerini çok geride bırakan bir düzen var. Protestolar o düzene karşı.
YARIN: SİYASET EYLEMİ NASIL KUCAKLAR?