Aydın Boysan: Karım aramasın diye cep telefonu kullanmıyorum

Aydın Boysan: Karım aramasın diye cep telefonu kullanmıyorum

Yazar ve mimar Aydın Boysan, "Bir arkadaşım bana cep telefonu hediye etti. O cep telefonunu aldım, meyhaneye gittim. Meyhanede telefon çaldı, açtım karım, 'Çok içme!' dedi. Onun üzerine bir daha asla cep telefonumu yanıma almadım. Hâlâ kullanmıyorum" dedi.

Hürriyet'ten Ayşe Arman'a konuşan Aydın Boysan, "Beni yeni Türkiye denen şey mutsuz ediyor. Bazı ilişkilerin, anlayışların, görgülerin yok oluşu. Bu hoyratlık, kabalık, hadsizlik, bu cehalet" görüşünü dile getirdi.

Ayşe Arman'ın Aydın Boysan'la yaptığı söyleşi şöyle:

Bir bayram daha geldi... Bayram deyince bizim aklımıza Aydın Boysan geliyor. Sizin aklınıza ne geliyor?

- Narlıkapı... Çocukluğumun Narlıkapı’sı. Samatya’da büyüdüm ben. Bayramlar pek coşkulu kutlanırdı.

 

Bize anlatır mısınız o eski bayramların şimdikilerden farkı neydi?

- Biz Narlıkapı’da her dinden, hatta her milli kökenden insanla mutlu mesut bir arada yaşardık. Sevişerek anlaşırdık. Farklılıklarımız, zenginliğimizdi. Birbirimizin farklılıklarına saygı duyardık...

 

Bütün bayramlar bir arada kutlanıyordu, değil mi?

- Ayol tabii! Kurban ve Ramazan bayramlarında Hıristiyanlar bizi kutlardı, Noel’de ve Paskalya’larda biz onları. Yumurta boyamayı onlardan öğrendik. O zamanlar farklı bir kültür vardı, çevre kültürü belki. Milli kültür demek istemiyorum çünkü bugünkü milliyetçilik gibi anlaşılıyor. Öyle değil. Samatya’da biz, Ermenilerle, Rumlarla, yani Osmanlı çatısı altındaki farklı dinden bütün insanlarla bir arada, barış içinde yaşardık. Bazen “O ülke, bu ülke mi?” diyorum. Çok değişti çünkü. Sanki o insanlar gittiler, başkaları geldiler...

Komşuluk...

 

- Ah ah. O da başkaydı. Bak hiç unutmam. Narlıkapı’da sağ tarafımızda, müezzin Osman Efendi Amca otururdu. Yanında Hayrettin’le Hüsniye. Onların yanında kuyumcu Sahak Efendi, oğlu Hagop arkadaşımdı. Onların yanında da piyano akortçusu Fasulyeciyan. Hoş bir adamdı, kızı Suzi de arkadaşımdı. Bir de Orhan Boran’ın annesi Talia Hanım vardı. Dünyanın en güzel kadınlarından biriydi. Müthiş bir güzellik! İki yanağında iki gamze vardı ki, bakışlarınız o gamzelerin içinde erir, giderdi. Sonra Üsteğmen İhsan Bey, kızı Bedia ve oğlu Bülent arkadaşımdı. Onların yanında da Mesaadet ve Melahat kardeşler. Ama ben gerçekten ihtiyarladım, bak o iki kız kardeşin annesinin ismini unuttum. Utanıyorum yahu! Yaş 95, Mesaadet’in annesi dışında tek tek çocukluk komşularımın ismini sayabilirim, ama Etiler Çamlık’ta 40 yıldır oturduğum 12 dairelik binadakileri sayamam. Bu da Türkiye’nin geldiği nokta, çünkü artık komşuluk da ölmüş...

 

Sizin anneniz Nevreste Hanım da öğretmendi değil mi?

 

- Evet. Annemden korkardım ben. Hâlâ onu düşününce bir titreme gelir. Dört sene öğretmenlik yaptı bana, “Çocuğuna iltimas yapıyor!” demesinler diye, sınıfta biri haylazlık yaptığında önce beni döverdi. Ama büyük kadındı, çalışmayı ve disiplinli olmayı bana o öğretti.

 

Şimdilerde bayram, 2-3 gün tatil yapmak ve aile büyüklerine uzaktan mesaj atmak gibi algılanıyor. Siz kızıyor musunuz bunlara?

 

- Yok niye kızayım? Ama tabii ki çok şey değişti. Ne eski komşuluk kaldı ne de eski aile münasebetleri. Kopukluk var. Her konuda. Şikâyet ediyorum gibi algılanmasın. Gençler de alınmasın ama biz daha kültürlü, daha birikimli bir dünyanın çocuklarıyız. Bu, gençlerin suçu da değil. Fakat benim çocukluğumda Narlıkapı Tiyatrosu vardı... Yıl 1921. Shakespeare ve Molière oynanırdı. Düşün yani! Ve Narlıkapı zengin bir muhit değildi. Hatta gecekondu muhitiydi. Ona rağmen. E bu da beraberinde başka bir kültürü getiriyor...

 

Peki siz nasıl tahammül ediyorsunuz bu kadar yüzeyselleşmeye? Üzüyor mu sizi?

 

- Üzmez olur mu? İşkenceye dayanmak benimki! Günümüzdeki yozlaşma, yüzeyselleşme fiiliyle de açıklanamaz, geri gitmekle de... Başka bir şey. Çok çok acı. Çocukluğumu hatırladıkça azap oluyor, işkence oluyor bana.

 

Şimdi Samatya’ya gidince ne hissediyorsunuz?

 

- E çok değişti tabii. Her şey çirkinleşti. Estetik çekildi. Bizim evimiz sahile yakın evlerdendi. Mayolarımızı giyer, 50 metre, 100 metre yürürdük. Denize öyle giderdik. Bayağı yolda mayoyla yürürdük. Şimdi yürü bak ne oluyor...

 

Sizi herkes çok seviyor.

 

- Öyle mi? Böyle bir bilgim yok.

 

Nasıl olur! Siz hepimizin rol modelisiniz. Hep enerjiksiniz, komiksiniz, modernsiniz, yaşsızsınız, tatlısınız... Kadınları seviyorsunuz.

 

- Tabii o doğrudur. Sonuncusu yani. O hiç değişmedi.

 

İnsana hep umut veriyorsunuz. Muziplik var sizde...

 

- Senin tevellüt kaç? Muzip, söz dağarcığımızdan çıktı, eski bir sözcük...

 

Çünkü ben de yaşlıyım!

 

- Yok daha neler. 40’lar daha bebek, 50’ler, 60’lar bile hiçbir şey. 70’lere de genç derim. 80’ler eh...

 

Bugüne dönsek mi yavaş yavaş... 90’ın üstünde olmak nasıl bir his? Sizin aslında ermiş gibi bir haliniz de var.

 

- Ay Allah korusun! Ermişlik, mantığı sıfırlayıp, hayali birtakım dayanaklara bel bağlamakla olur. Başka türlü ermişlik olmaz. Ben asla öyle değilim! Mantıklı bir 95’im!

 

Nasıl bu kadar keskin düşünebiliyorsunuz hâlâ?

 

- E hâlâ okuyorum, çalışıyorum, üretiyorum. İşleyen demir ışıldar. Hep meşgul olacak beyin.

 

Nasıl bunamadınız? 

 

- Valla, sen bunamadığıma da inanma! Yutturuyorum aslında. 95 olunca az biraz bunamamak mümkün değil ama işte çaktırmıyorum.

 

Sizin bir de müthiş bir çiçek sevginiz var...

 

- E o da Samatya’da öğretildi bize. Bir terbiyedir çiçek bakmak. Aynı şekilde hayvanlara sahip çıkmak. Kediler, köpekler vardı Samatya’da. Onlara da bakardık biz. Biz odun değildik, ince insanlardık.

 

Sizi şimdi en mutsuz eden şey ne bu toplumda?

 

- Beni yeni Türkiye denen şey mutsuz ediyor. Bazı ilişkilerin, anlayışların, görgülerin yok oluşu. Bu hoyratlık, kabalık, hadsizlik, bu cehalet...

 

"Cep telefonu kullanmıyorum"

 

Bir arkadaşım bana cep telefonu hediye etti. O cep telefonunu aldım, meyhaneye gittim. Meyhanede telefon çaldı, açtım karım, “Çok içme!” dedi. Onun üzerine bir daha asla cep telefonumu yanıma almadım. Hâlâ kullanmıyorum.

Geçen gün Betûl Mardin’le telefon fihristine bakıyorduk. “Vay be!” dedi, “Amma çok insan kaybetmişiz. Bu da öldü, bu da öldü!” Siz de öyle hissediyor musunuz?

- Tabii çoğu kayboldu. “Öldü” demek dokunuyor bana. Kayboldu demeyi tercih ediyorum, “Kayboldu, daha iyi bir yere gitti.” Böyle düşünmek istiyorum. Ama tuhaftır, Narlıkapı’daki bütün komşularımızı hâlâ hatırlarım. Çoktan kaybolmuş olsalar da...

Hâlâ rakı içiyor musunuz?

- Çok şükür.

Ölçüyü kaçırdığınız oluyor mu? Yoksa kontrol altına alabiliyor musunuz?

- Yok benim kontrolüm filan. Paşa keyfi bilir. Bir de karım. Gerçi şimdi o da yok.

Bir kadehten sonra duruyor musunuz?

- Gününe göre...

Bu kadar uzun yaşamanızı neye bağlıyorsunuz?

- Azrail’in benden korkmasına! Çünkü yakalarsam fena yapacağım...

Hürriyet'teki söyleşinin tamamını okumak için tıklayın