'Aydın Doğan yalan söylüyor ya da yaptığının yalan olduğunu bilmiyor'

'Aydın Doğan yalan söylüyor ya da yaptığının yalan olduğunu bilmiyor'

Levent Evkuran

Aşağıdaki yazı Persona Non Grata belgeselinizdeki Aydın Doğan’la ilgili bölüme canlı tanıklığımla yaptığım itirazdır. Onun dışında itiraz edebileceğim çok bölüm ve üslup olmasına karşın konuyu uzatmamak için kendimle sınırlı olan alan üzerinden yanıt vermek istedim.

xxx

Yıl 2000. Bir dergi grubu 1990’lı yıllarda medyada kazanılan iyi paralarla yapılan bir binaya taşınıyor. Cağaloğlu’nu terkedip İkitelli’ye üslenen Hürriyet ve bağlı yayın gruplarından ilk ayrılıp giden dergi grubunun öncüleriyiz. Doğan adının yanına Alman Burda grubu ve İtalyan Rizzoli grubu ekleniyor ve biz kocaman bir DBR logosunun altında Hadımköy’e taşınıyoruz. Cağaloğlu’nundaki Gazeteciler Cemiyeti’nde içilen öğle rakılarının yerini civardaki Hoşdere Köyü’nün kahvesinde oynanan öğle kingi alıyor. Rakılar Konyalı’nın akşam servisi kalktıktan sonra açılan barındaki içmelere dönüşüyor. O da TEM’deki kamyon yasağının bitişine yarım saat kalaya kadar. Yoksa eve dönüşler kamyonların arasında hayata dönüş operasyonuna dönüşüyordu. Ortasında bir avlu olan ve birbirine bakan iki avludayız. Durumda bir kız tarafı erkek tarafı duruşu var. Biz Hürriyet’ten gelen avlunun sol tarafında Milliyet’ten gelenler sağ tarafındaki katlara serpiştiriliyor. Kaynaşma arada sırada yemekhane kuyruğunda oluyor. Olsun sonuçta ikisi de Aydın Doğan’ın malı, küslük olmasın.

O gruptan o gruba henüz şahin uçurulmuyor ama Milliyet’ten gelen dergilerin borsa spekülasyonları konuşuluyor ve dahi bazı dergiler SPK’nın hışmına uğramamak kapanıyordu.

Biz karşı tarafta hayata Tempo tutuyorduk.  Yazıişleri Müdürü olarak geldiğim Hadımköy’de, Genel Yayın Yönetmeni olmuştum. O güne kadar tezgahta görülen kapaklarımız daha sonra profesyonel genel müdürler tarafından iki alternatif arasından kavga-dövüş seçilmeye çalışılıyordu. Direndik hep tek kapakla gittik. O da gün geldi bize kapak oldu. Neyse...

Bir gün ortaya bir isim çıktı. Adını bu yazının en sonunda bir kez yazacağım. Kendisi dönemin Kanal D Ankara temsilcisiydi, aradı, “Tempo’ya yazmak istiyorum” dedi. Yazdı ama yazı değildi, yayınlanmadı. Dönemin genel müdürüyle haber gönderdi. “Arasın” dedim, telefonlarına çıkmadım. Anlar sandım, anlatamadım. Utanmadı, sıkılmadı. Kendince bir şeyler yazdı. Bir tanesini haber niyetine yayınladık. Dönemin Ankarasında Word kullanmayı bilen biriyle bir de sayfa tasarımı yapıp yeni yazılar yolladı. Sonrasında yazıyla ve resmen bildirdi ki, fotoğraflı köşe yazarı olmak istiyormuş. Bir daha yazdı, aklının erdiğince... Onu da yayınlamadım. Ama sonradan pişman oldum keşke yayınlasaydım.

Bir veciz yazısında, eşinin Ankara dışında tatilde olduğu bir dönemde yaşadığı sıkıntıları anlatıyor ve kendisine buzdolabından parmak sallayan yarı buruşuk şeftaliyi yazıyordu. O kadar da pespayeydi.

Haaa, unutmadan bir de dönemin DPT müsteşarının sekreteriyle neler yaşadığının dedikodusunu yapıyordu aklınca. Ama şantajın babasıydı yazdıkları. Çünkü kendisi dönemin Ankara temsilcilerinden biriydi. İşine taş koyana, lafı koyacağını sanıyordu. Bir de biz kalkıp bu saçmalıkları dergiye koyamazdık.

Bıkmadı usanmadı. Aydın Doğan’a gitti. O Aydın Doğan benim de olduğum bir toplantı sırasında dönemin genel müdürü Neslihan Tokcan’ı aradı. Telefon kapanıp Neslihan yüzüme bakınca yine, "Yazdırmayacağım" dedim.

İş uzadı, dallar budaklar Ertuğrul Özkök’e ulaştı. Lütfetti beni aradı, gittim. “İşimizin yüzde 80’i boss management” dedi.  İdare etmemi istedi. “Yazılar yazı değil” dedim.

Ertuğrul Bey bu sefer herkesi toplantıya çağırdı. Dönemin Kanal D Ankara temsilcisi aday yazar ile dönemin DBR genel müdürü Neslihan Tokcan kalktı gitti. Ben gitmedim. Toplantı dönüşü dönemin genel müdürü bir mail attı. Ertuğrul Bey’in dönemin Ankara temsilcisine nasıl yazı yazması gerektiğini pek bir güzel anlattığını söyledi. Ama adam yazar değildi, yazdıkları yazı değildi. Koridorlarında iş takipçiliği yaptığı DPT’nin müsteşarlarına şantaj yapmak istiyorsa, istediği yerde yapabilirdi ama benim olduğum yerde asla.

Dönemin genel müdürü artık Aydın Bey’i durduramadığını ve işime son vereceğini söyledi ve son verdi. Tarih 12 Eylül 2000’di. Manidar bir yıldönümünde, bir başka darbeci benim ipimi çekmişti.

Şimdi hangi Aydın Doğan’dan bahsediyoruz. Biri bize anlatsın. İstiyorsa doğrudan kendisi anlatsın. Herkesin içinde olmaz diyorsa lütfedip çağırsın bana anlatsın. Ben sonra size anlatırım, söz!

Mehmet Akarca’nın ismini yazmayı unutmayayım bu arada. Kendisi şu anda havuz medyasının kumunda oynuyor. Daha da diyeceğim yoktur.

Meraklısına not:

Benim yayınlamadığım yazıyı dönemin internet sitelerinden chivi.com yayınladı. Benimle yaptıkları söyleşi de vardı.

O söyleşide adamın iş takipçisi olduğunu söyledim. Öyleydi.

Yazar olmadığını söyledim. Öyleydi.

Milletvekili çıkması olduğunu söyledim. Öyleydi.

Hatta bir gün gelip Aydın Doğan’ın şoförünün de otomobil dergisi AutoShow test yazmaya kalkarsa şaşmayacağımı bile söyledim.

Bütün bu gerçekler adamın ağrına gitti. Haliyle kalkıp bir de mahkemeye gitti, o yazılarının telif eser olduğunu bile söyledi. Allahtan dönemin hakimleri işine hakim insanlardı, yazdıklarını okudular ama yemediler. Dönemin parasıyla 10 milyar istiyordu, havasını aldı. Avukatı da aslında tuttuğunu koparan Şahin Mengü’ydü. Ve fakat bu sefer tuttuğu dal elinde kalmıştı.