Polis kurşunu ile öldürülen Baran Tursun’un babasıyla geçen hafta 32. Gün programında polemiğe giren Taraf Yazarı Önder Aytaç, yıllardır dostu olan, aynı gazetede aynı köşeyi paylaştığı bir başka emniyetçi Emre Uslu ile de görüş ayrılığına düştü. Emniyet Genel Müdürlüğü’nde polis adaylarına strateji, terör konularında dersler veren, Gazi Üniversitesi ile Polis Akademisi’nde Öğretim Üyesi olan Yrd. Doç.Dr. Önder Aytaç ile Uslu ‘Apoletika’ adlı köşelerinde “32. Gün: ‘İşkenceci polis’ bizi de ayrıştırdı” başlığını kullandı. Yazıda da, Aytaç’ın programdaki sözlerini hatırlatarak, şu ifadeye yer verdiler: “Bu söylem ilk kez, ‘Apoletika’ köşesine araştırma desteği ve edit anlamında katkı sunan Emre Uslu ile Önder Aytaç’ın fikir ayrılığına neden oldu.” Aytaç, geçen hafta Kanal D’de yayınlanan programda, Baran Tursun’un babası Mehmet Tursun’a “Siz neden Diyarbakır’dan İzmir’e göç ettiniz” diye sormuş ve polisin davranış biçimini savunmuştu. Aytaç programdaki sözleriyle kendi gazetesi tarafından da eleştirilmiş, “Oğlu öldürülen acılı babaya tuhaf soru” başlığı ile gazeteye manşet haber yapılmıştı. Aytaç ve Uslu’nun bugünkü (8 Aralık 2008) yazılarının tam metni şöyle: Aynı köşeye tam bir yıldır uyum içerisinde katkı sunan iki bireyin, bir konuda farklı düşünmelerinin ifadesi olarak bu makale kaleme alındı. Bir anlamda iç hesaplaşma ve kendi kendisi ile yüzleşmenin ifadesi... 32. Gün programına katılan Önder Aytaç “Polis şiddeti” konusu tartışılırken, polis kurşunu ile öldürülen Baran Tursun’un babası ile girdiği polemikte; “Baran Tursun’un o anda ve ondan önce iki ayrı kez daha alkollü araç kullandığını ve ehliyetinin alındığını, kurulan iki farklı barikattan da kaçtığını ve seken bir kurşundan dolayı öldürüldüğünü” ifade etti. Ayrıca, aynı hafta içerisinde İstanbul, İzmir, Mersin ve Ankara’dan örnekler vererek; “polisin dur ihtarına rağmen kaçan arabalardan, polise ateş açılması sonucunda şehit düşen polislerin olduğunu ve bazı araçlarda bombalar bulunduğunu” söyleyerek, polisin ‘dur’ ihtarına herkesin uymasının gerekliliğine vurgu yaptı. Bu söylem ilk kez, ‘Apoletika’ köşesine araştırma desteği ve edit anlamında katkı sunan Emre Uslu ile Önder Aytaç’ın fikir ayrılığına neden oldu. E. Uslu: Programda değişik tartışmalar da oldu. Örneğin programa katılan avukat konuk “Bunlar neden jandarmada olmuyor?” diye doğrudan polisi hedef aldı. Bu ülkede jandarma şiddetinden Kürt sorunu doğduğunu unutmuş gibi konuşuyordu avukat. Polisi karalayacağım diye Konya’da jandarma tarafından öldürülen ve köylüler arasında isyana neden olan olayı da es geçti. Sahi o olayda sorumluları tartışabilir misiniz Sn. Birand? Askerî mahkemede yargılanan jandarma yetkililerine ne olduğunu bile bilemiyoruz... Genel olarak 32. Gün programında yapılan tartışmaya bir katkıda bulunmak için şu değerlendirmeyle başlamak gerekiyor. Bu gün eleştirdiğiniz bu polis olmasaydı o 32. Gün programını yapıyor olamayacaktınız. Zira bu polis, bu ülkede çok ciddi iki darbe girişimini engelledi. Ergenekon davası denilen, aslında darbeci grubun yargılanması da bu polisin bir başarısıdır. Polisin özellikle son beş yılda ülke gündemindeki çok kritik rolünü teslim edip haklarını vermek gerekiyor.
Oğlu öldürülen babaya tuhaf soruÖ. Aytaç: Kesinlikle oğlu, kardeşi ve en yakın arkadaşı, her ne sebeple olursa olsun polis tarafından öldürülmüş olan, ciğeri yanan üç insanın karşısına polisi savunan insan konumunda çıkmak doğru değildi. Ancak poliste sistematik işkencenin önüne geçildiğini çok iyi bilen birisi olarak, son beş yılda artarak gelişen doğruları da anlatmanın bir görev olduğuna inancım, beni 32. Gün programına çıkmaya itti. Hukuksuzluğu, işkenceyi ve kötü muameleyi her kim yapıyorsa, yargı tarafından hemen cezalandırılmalı ve fakat bütünüyle genellemeler yapılarak da bir kurum töhmet altında bırakılmamalı ve sahipsiz konuma getirilmemelidir. E. Uslu: Mehmet Tursun’un oğlunun ölümünden dolayı, tek başına başlattığı etkili adalet arama kampanyasının da ülkenin demokrasisine ve hak arama mücadelesine yaptığı katkının öneminin altını çizmek gerekiyor. Belki o bir oğlunu, Baran’ı kaybetmiştir ama verdiği sivil mücadelenin yarattığı cesaret ve kültür, bu ülkede sivillerin de hesap sorabileceği fikrini yaygınlaştırmıştır. Spesifik olarak oğlunun davasında haklı ya da haksız bir şey diyemem ama, verdiği mücadelenin ülke demokrasisine katkı sağladığını düşünüyorum. Her haksızlığa uğradığını düşünen kişi –ayrım yapmaksızın, polisin ya da askerin karşısında- Tursun kadar mücadele vermiş olsaydı, bugün ülkeye çoktan gerçek anlamda demokrasi gelmiş olurdu.” Ö. Aytaç: Ailesinin; daha güvenlikli, daha özgür, daha insani yaşaması için Diyarbakır’dan İzmir’e göçen Mehmet Tursun, keşke bu meşum olayı yaşamamak için ailesini Londra’ya, Paris’e, New York’a götürmüş olsaydı da, Diyarbakır’dan göç etmesine neden olan olay İzmir’de de hiç yaşanmamış olsaydı. Allah gani gani rahmet eylesin, babaya ve akrabalarına da sabır versin... E. Uslu: Aytaç’ın örneklemesinde verdiği “alkollü araç kullanma ve barikatlara rağmen aracın durmaması” örneklerine katılmıyorum. Elbette alkollü araç kullanmanın bir cezası var ve polisin yaptığı işlem de yalnızca bu çerçeve ile sınırlı kalmalıdır. Barikatlara rağmen kaçmış iddiasına ben, barikatı iyi kuramayan polisin bir eksiği var mı diye bakarım? Örneğin kaçan arabanın dikenli zincirle tekerleği patlatılmış mıdır? (Mersin’deki bu örneklem C-4 bulunan arabada uygulandı.) Yoksa burada polisin teçhizat ve donanım eksikliği mi vardır? Polis son çare olarak mı silahını kullanmıştır? Öncelikle bu soruların yanıtları aranmalıdır. Ö. Aytaç: Emre’nin yukarıda söyledikleri kesinlikle doğrudur. Devlet kendisini temsil eden polis erkine sağlaması gereken bütün teknik donanımları yerine getirmeden, polisi suç ve suçlular ile mücadelede kendi başına bırakıyorsa, o zaman böylesi talihsiz olaylar da sıklıkla yaşanabilir. Aynı, çelik yeleği küçük olduğu için ölen polis veya kaskı kurşun ile kırıldığı için ölen polis örneklemelerinde olduğu gibi... Yani, polisin sahipsiz ve haklı olduğu konularda bile hakkını koruyan ve savunan hiçbir kurumu yok, kimi kimsesi yok. E. Uslu: Araçlardan açılan ateşle şehit düşen polisler konusunda da öncelikle sorulması gereken soru şudur: O polislerin gerekli teçhizatı, örneğin can yeleği var mıdır? Bunu sağlaması gereken yetkililer neden bunun sorumluluğunu almamakta ve sesiz kalmaktadır? Oysa çok iyi biliniyor ki, yol uygulamalarında can yeleği giyen bir kaç terörle mücadele polisinin dışında, karakol polisi de, trafik polisi de kabak gibi ortada değil midir? Öncelikle polis teşkilatı personeline bu donanımı sağlamalıdır. Bu eksikliği gidermeden “kaçan arabadan ateş açılıyor, o zaman biz de ateş edelim” argümanı sağlıklı bir yöntem değildir. Ö. Aytaç: Evet Emre’nin yukarıdaki bu cümlelerinin altına ben de aynen imza atarım E. Uslu: Aslında sorun karşılıklı algılama sorunu. Polis kendisini korumasız hissediyor. Başka kurumlar Ergenekon tutuklusu olan emekli mensuplarına bile “insani” ziyaret yaparlarken –ki biz bunu tasvip etmiyoruz- polis kendini her zaman daha “korumalı” kurumlarla kıyasladığından dolayı, kendisini korumasız ve çaresiz hissediyor. Yurttaşlar da polis karşısında kendini korumasız ve çaresiz hissediyor. Belki de sokaktaki polisin el yordamıyla kendini korumak için giriştiği –haklı haksız- uygulamaların yurttaşa yansıması da böyle oluyor. Yani sorun bir kurum kültürü ve karşılıklı algı sorunudur ve bunun yıkılması gerekiyor. Ö. Aytaç: Polis mercek altına getirilmeli ve tartışılmalı ki yapılan hatalar ortaya çıksın, eksikler giderilsin. Polis irdelenmeli ki, bir daha benzeri hatalar yapılmasın. Polis; hukukun üstünlüğüne, yaptığı her eylemde hesap verebilirliğe, şeffaflığa ve yalnızca üniformalı bir yurttaş olduğuna inanmalı ve bunları içselleştirmelidir ki, daha güzel bir ülke olunabilsin... Polise yalnızca linç etmek ve iş yapamaz duruma getirmek için saldırılmasın. Ya da ne olur önce ilk taşı hiç günahı olmayanlar atsın. Polise taşın en büyüklerini atmak yerine, polisin devletin güvenlik konsepti içindeki hiyerarşik sıralamasındaki büyüklüğü ile doğru orantılı taşlar atılsın.