"...Kırım'dan önce ne Türklük, ne Kürtlük vardı Dersim'de. Benim babam öldürüldü. Mezarı hâlâ yok. Ailemden 38 kişi kurşuna dizildi. Amcalarım, yengelerim, çoluk çocuk demeden öldürüldü. Alevi'yim, Şadilli Aşireti mensubuyum ve Cumhuriyet vatandaşıyım..."
"...1937 yılında 8 yaşındaydım. Yollar asker doluydu. Yol kenarlarında, elbiseleriyle üst üste yığılmış insan tepeleri oluşmuştu. Yüzlerinden acı okunuyordu. Hareketsizdiler. Sadece rüzgâr vurdukça saçları uçuşuyordu..."
"...Her kapının önünde ağıt yakılıyor, Munzur kan akıyordu. Amcamın sürdüğü atın arkasındaydım, üç gündür haber alamadığımız babamı arıyorduk, bayılmışım... Ne o gün, ne daha sonraki 78 yıl boyunca, ne babam Süleyman Arslan'ı ne de mezarını bulabildik..."
"...Biz bu ülke kurulurken şehitler vermişiz. Efendi Amcam Sarıkamış'ta, Hıdır Amcam Çanakkale'de öldü. Bu kıyıma imza atanlar suçludur, herkes değil. Alevi'yi sevmeyen insanların suçu. Bunu biz daha sonra da gördük, 12 Eylül'de, Çorum'da, Maraş'ta, Sivas'ta..."
Bu sözler, 8 yaşında ve sonraki yıllar boyunca tanık olduğu acıyı en ince ayrıntısına kadar hatırlayan bir "çocuğa" ait...
Dersim'de dört köyün ağası olan, 77 yıldır mezarı bulunamayan Şadilli Aşireti'nin lideri Süleyman Arslan'ın kızı Hanım Erdoğan'dan söz ediyorum. 1937-1938 yıllarında devletin "tunç elinden" sonra adı "Tunceli" olarak değiştirilen Dersim'de yaşanan, resmi tarihe "Dersim İsyanı" olarak geçirilen insanlık ayıbından söz ediyorum. 80 yıla yakın bir süredir gerçeğin gizlendiği, yüzlerce insanın mezarına dahi ulaşılamayan resmi bir insanlık dramından…
Tarihte yaşananlar, resmi ideolojiyle çarpıtılmaya ya da örtbas edilmeye çalışılsa da, trajediye tanıklık eden çocukların zihinlerinde ve yüreklerinde muhafaza ettikleri, acı gerçekleri birer birer ortaya çıkarıyor. Dersim'in kızlarından Hanım'ı, ilk olarak bundan 36 yıl önce, o 50 yaşındayken tanımıştım. Sonraki yıllarda pek çok kez gözünden yaş, hayatından acının hiç eksik olmadığına tanık oldum. Bir gün kendisini aradığımda, "Daha anlatmadıklarım var. Bir ayağım çukurda, gel bunları da dinle. Ben anlatayım sen yaz, herkes duysun, bilsin" dediğini duyunca, 86 yaşındaki Hanım Erdoğan'ın yaşadığı Elazığ'a hareket ettim.
Beni, Elazığ'da yalnız yaşadığı iki odalı evinde, gözlerinde yılların hüznü, dudaklarında bir dostu kucaklayan tebessümüyle karşıladı. Misafirliğim süresince, 8 yaşında ve sonrasında tanık olduğu trajediyi, babasına olan özlemini dinlerken, yüzünden de izledim yaşadıklarını. Şöyle anlatıyordu:
"Babam Süleyman Arslan, dört köyün ağası... 'Ağa' denmesini sevmezdi. Çünkü ağalık yapmamıştı. Çok yakışıklı, dünya güzeli bir adamdı. Şimdi bakıyorum da, hiç kimseyi babama benzetemiyorum. Boylu boslu... Vicdanı, merhameti yerinde…
Doyamadım ya babama, ondan... Ben ve ağabeyim Rıfat, Elazığ'da enstitüde okurduk. İyi Türkçe konuşmayı burada öğrendim. Sonradan çok işime yaradı. Şilk Köyü'nde (Akkavak) büyük bir konağımız vardı. Kazanlar kaynar, ziyafetler verilir, misafirler ağırlanırdı.
Evimize paşalar, komutanlar konuk olur, yer içerlerdi. Uçsuz bucaksız topraklarımız vardı. Babam Şadilli Aşireti'nin lideriydi.
Askere karşı değildik, gençlerimizi gönderirdik. Vergimizi de toplarlardı. Dersim o zaman başkaydı. Cıvıl cıvıldı.”
"Yıl 1937... 8 yaşındaydım. Bizim köyün ortasından yol geçiyor. Babamla konağın balkonundan yola bakıyoruz. İnsanlar sırtlarındaki yüklerle yürüyerek, telaşlı Mazgirt'e doğru gidiyorlar. Çocuklar ağlıyor, kadınlar ağlıyor. Ben babamın yanındayım. Babamın amcası geldi, 'Süleyman sen de git' dedi. Babam da 'Ben neden kaçayım, suçum yok ki kaçayım' diye karşı çıktı. Mazgirt Kaymakamı Kemal, babamı kırımdan biraz önce silahını vermedi diye hapse sokmuş, kısa süre kalmış. Babam 'Bir tane silahım var, onu da verdim' demiş. Ama bir süre sonra köyün etrafını askerler sardı. Askerlerin başında bir paşa..."
Paşa köye girdi, babam paşayı çok güzel karşıladı. Hemen konağın bahçesine oturacak yerler hazırlandı, babam adamlarına 'Üç davar kesin' talimatı verdi. O sırada paşa 'Ne telaştasınız?' dedi. Babam, 'Paşam askere yemek yaptıracağım, ondandır bu telaş' dedi. Paşa hiddetle 'Hayır, askere yemek verilmeyecek' dedi. Rıfat Abim ve ben etrafta dönüp duruyoruz, paşa bize döndü, 'Okuyun, baba bugün var, yarın yok. Siz hayatınızı kurtarmaya çalışın' dedi. Anlam veremedik. Rıfat Abim 'Babam bizim başımızda' dedi. Komutan babama döndü 'Hazır mısın Süleyman Ağa, gel ifaden var' deyince, babam hazır olmadığını, yarın geleceğini söyledi. Paşa gitti. Babam üzgündü, bahçede sıcak su hazırlattı, banyosunu yaptı. Bizimle bile konuşmadı. Sabah oldu. Temmuz ayıydı. Salatalıklar çıkmış, tarlada mercimek sürüldüğü zamandı."
"Babam yanındaki adamlarına 'Atımı hazırlayın' dedi, at hazırlandı. Çok güzel bir atı vardı. Atıyla köyden geçerken herkes sokağa çıkardı. O sabah kimseyle konuşmadı, kahvaltısını da yapmadı. Atına bindi. Halam eline biraz ekmek verdi, 'Lokma seninle beraber olsun' dedi. Babam gitti. Abim Rıfat da gitmek istedi. Babamın atının kuyruğuna yapıştı, peşinden koştu. Abim sanki düğüne gidiyor. O da gitti Mazgirt'e, yanımızda çalışan çoban Mehmet de katıldı onlara. 3 gün geçti. Ses yok. 3 gün sonra ağabeyimi ve babamın atını bırakıyorlar. O at kendini yere atıp başını yere vuruyormuş. Abim ağlıyor, o at ağlıyormuş. 3 saatlik yolu 8 saatte almışlar. Köye gelince herkes anladı. O zaman görenler anlatıyor. İlk posta götürülen 60 kişiyle birlikte öldürüldü babam. Babam Dersim'de ileri gelen biriydi. 46 süngü darbesiyle öldürülmüş. 'Müslüman mısınız, bir silah sıkın başıma, can vereyim gitsin' diye bağırıyormuş. Babamı acı çektire çektire öldürmüşler. Götürdükleri herkes can veriyor. Annemin büyüttüğü bir öksüz kadın vardı, o 'Silah sesleri duydum. Baktım Süleyman Ağa hâlâ ölmemiş, bağırıyor. Kâfir hükümet, başıma sıkmazsanız can vermeyeceğim' diye anlattı."
"Ali Rıza Amcam, 'Seni Mazgirt'e babanın yanına götüreceğim. Baban haber göndermiş gideceğiz' dedi. Ben biraz şımarığım ya, 'Yalan söylüyorsun' dedim amcama. Amcam da 'Sen bana hiç böyle konuşmamıştın' dedi. 'Sen beni üzdün, ondan böyle konuşuyorum’ dedim. Kaymakamın dairesine gittik. Kaymakam Kemal, 'Çocuğu neden getirdin?' deyince, amcam 'Çocuğa cevap ver, onun için getirdim. Babasını almaya geldi. Süleyman Ağa senin gibi yalancı değil. Silah istedin, bir silahı vardı, onu da sana gönderdi' dedi kaymakama. O da 'Ama daha var, dediler' dedi. İşte tam o sırada beni kucağına almak istedi kaymakam. 'Babamı getir bana' diye kaymakama bağırmışım... Şimdi bile düşünüyorum. Amcam da çok cesur biriydi, iyi ki onu orada öldürmediler. Ben ağlamaya başladım, babam ölmüş ama ben hapiste olduğunu sanıyorum, çocukluk işte. Kaymakam bana 'Tamam baban gelecek' dedi ve amcama mazbata verdi, bize zarar vermesinler diye. Çok ağladım çok... Amcam 'Sana ne istiyorsan alayım' dedi, ben de 'Zıkkımın kökünü' dedim, 'Babam alsın, sen neden alıyorsun’. Bir dükkâna gittik, bir top patiska ve çivi aldı. 'Babama elbise mi alıyorsun?' dedim, meğer kefen içinmiş. Amcama o zaman dedim ki 'Yalancının büyüğü kaymakam, sonra sensin'. Sonra amcam atın arkasına attı beni, yola çıktık. Asker gördüğümüz yerde amcam mazbatayı gösteriyor, geçiyoruz. Her yer asker dolu. Her yerde yaralılar var. Yol kenarları üst üste ölülerle dolu. 2 metre üst üste elbiseleriyle konulmuş cenazeler var. 'Amca' dedim, 'onlar o şekilde mi yatıyorlar’…”
“Aslında 8 yaşındayım ama yine büyüğüm. Akıl edemiyorum. 'Boş ver onları' dedi. Rüzgâr vurdukça, ölülerin saçları uçuşuyordu. Bizim köylü birini çukura atmışlar, onları görüyorum. Biraz ilerledik. Sonrasını hatırlamıyorum, atın arkasında bayılmışım. Ne güzel genç insanlardı hepsi. Ölmüşler. Bir köye geldik. Bizim köylerden biri. Amcam 'Hadi iniyoruz' dediğinde, bayıldığımı fark etmiş. Orada benim başıma su döküyorlar, uyandırıyorlar. Ben ağlıyorum, onlar ağlıyor. Hâlâ rüyalarıma girer o yoldaki ölen genç insanlar, uçuşan saçları... Burnumun direği sızlar, gözümden hep yaş akar. "
Hanım Teyze, amcasıyla aramalarına rağmen babasının cenazesini bulamadıklarını söylüyor ve ekliyor: "Her kapının önünde ağıt yakılıyor, Munzur kan akıyor. 78 yıldır babamın bir mezarı yok."
Acının ete kemiğe büründüğünü, insanın içine hiç çıkmayacakmış gibi yerleştiğini görmek için Dersimli Hanım'a bakmak yeterli. Süleyman Ağa'nın çocukları olarak, onlara artık sürgün yolu görünmüştü. Babası ölmüş, insanlar gözlerinin önünde katledilmiş. Artık dayanamaz olmuş Hanım Erdoğan yaşadıklarına.
Yetişkin birinden bahsetmiyorum. Yaşanan tüm acıları en ince detaylarına kadar hatırlayan küçük bir çocuktan... 86 yaşındaki Hanım gibi değil, 8 yaşındaki çocuk gibi anlatıyor:
"Bizi sürgüne hazırladılar. Analığım vardı. Rıfat Abim, ben ve kız kardeşimi önce Elazığ'a götürdüler. Şehrin dışında bir alanı tel örgülerle çevirmişler. İçlerinde de derme çatma çadırlar var. Çok kalabalık. Kadınlar ağlıyor, çocuklar ağlıyor. Bize ne olacağını bilmiyoruz. Ama tel örgüler içinde bizim dışımızda erkek berberleri de var. Bir yandan marş söylüyorlar, bir yandan da kadınların saçını kazıyorlar. O güzelim kadınların, yeni gelinlerin, herkesin saçını kazıdılar.
Bunlar unutulmuyor, ben bu kötü acıları yaşadım. Abim ve ben Türkçe bildiğimiz için, analığım (üvey anne) abimi çağırdı. Yanında getirdiği bohçadan altın mı, gümüş mü, bir tas verdi, ona, 'Götür bunu berbere ver, benim saçımı kesmesin' dedi. Ağa çocuğu olduğumuz için toplama kampında bizi herkes tanıyordu. Hatta Elazığ'dan tanıyanlar bize yemek getirirdi.
Yediğimizi yer, kalanı dağıtırdık. Ağa kızıyız ya... Onlar zamanında bize gelmişler, yedirip içirmişiz, şimdi onlar bize aynısını yapıyordu. Ne iyi insanlar vardı Eylem... 15 gün tel örgüler arasında tuttular bizi. Sonra hamama götüreceklerdi, kadınlar çok korkuyordu. Orada kendilerine bir şey yapılacağından korkuyorlardı. Kadınlar hamama gitti, yıkandı ve bilmediğimiz bir yolculuğa çıkarıldı..."
"Kara trene bindirdiler bizi. O kara vagonlarda beş aile üst üsteydik. Ne tuvalet var, ne su... Vagonda doğanlar oldu. Erkek fazla yoktu. Birkaç erkek küçücük bir taşla günlerce vagonun tabanını kazdı. Çocuklar tuvaletini yapar diye. O trenin kapısı bize 12 gün sonra açıldı.1938 yılının güzü... Biz Uşak'tayız. Oranın büyük bir hanı var. Bizi altında hayvanları tuttukları o hanın üst katına koydular. Bir hafta orada tuttular. Kuru ekmek verdiler, yedik. Sonra bizi köylere dağıttılar. Bir dağ köyüne gittik, analığım, iki ağabeyim ve küçük kız kardeşim. O kadar zavallıydı ki o köy. Çok fakirdi. Hiçbir şey yoktu. Adı Yenice'ydi. İki gece kaldık. Muhtar anons etti köylüye, 'Göçmenler geldi, fakirler geldi, ekmek verin' diye bağırdı. Kız kardeşim de ağlıyor, 'Biz fakir değiliz, göçmen değiliz, o ekmeği ben yemem' diye. Şımarık ağa kızı işte... Sürgünde de ağa kızı… Geldiğimiz günün ertesi günü Rıfat Abimle muhtara gittik, 'Biz okuyoruz, bizi okul olan bir köye gönder' dedik. Bir gece daha kaldık o yoksul köyde. Ertesi gün muhtar bizi Oturak Köyü'ne gönderdi. Orada okul vardı ve kaldık biraz burada. Bu köyde analığım bir yaylaya çalışmaya gitti, bir daha gelmedi. Artık biz üç kardeş yalnız kalmıştık. Oturak'tan sonra Banaz'a yerleştik. Abim, ben ve kardeşimi bırakıp Uşak'a çalışmaya gidiyordu. Sürgünle gelen çok tanıdık vardı.
Uşak'ta Dersim'den tanıdığımız bir ablamız vardı. Beni yine bizim gibi sürgün olan bir ailenin oğluna istediğini söyledi. Ben istemedim. Ama sonra 10 yıl kaldığımız Uşak'ta evlendim. 14 yaşındaydım. Evlilik nedir bilmiyordum. Kendimi öldürmek istedim. Eşim Baki Erdoğan da Dersim sürgünüydü. Ağabeyimle Uşak'ta okuduk. Çok iyi insanlar da vardı burada. 'Kürt kızı' derlerdi bana. Banaz'da çok iyi komşularımız vardı. Hep bize yardım ettiler."
Hanım Teyze, çocuk yaşta gittiği sürgünde evlenmişti. İstememişti ama çaresi de yoktu. Hayalleri vardı ve o hayallerin hepsi birer birer yıkılıyordu. Dudaklarını sıkarak anlatmaya devam etti:
"Bir gün duyduk ki bizim ceza bitmiş, af çıkmış, memlekete dönebileceğiz. Herkes nasıl sevindi. Dersim'e döndük. Devlet bize Uşak'tayken öküz ve arazi vermişti. Onları elimizden aldı. 10 yıl sonra, 1948'de Dersim'e döndük. Konağımıza gittim. Evde bir şey kalmamış. Çok değerli eşyalarımız vardı. Bir gümüş sini vardı salonda, iki erkek taşırdı. Talan edilmişti her şey. Sürgünlerin malını toplayan eskiciler geziyordu, üç otuz paraya almışlar her şeyi. Ama kırımdan sonra eski hali kalmamış. 25 yıl kaldık köyde."
Sürgün bittikten sonra Hanım Teyze, istemeden yaptığı evliliğin sıkıntısını da yaşıyordu. Kısa süre sonra eşi askere gitti. Baki Erdoğan 4 yıl askerlik yaptı. O dönemleri de şöyle anlatıyor: "Eşimin köyüne gitmek istemedim. Bana vurdu. Ona 'Seni ayıplıyorum, devletin dövdüğü yetmiyor mu utanmaz herif' diye çıkıştım. Bir daha bana tek fiske bile vurmadı. Köyüme gidip kız kardeşime baktım. Mektup yazardı eşim bana, kendi köyüne gideyim diye. Askerden geldi, ben de onun yanına döndüm.”
Hanım'ın acısı bununla da bitmiyor. Konuşurken, dayısı, teyzeleri ve onların çocuklarının Dersim'den kaçmaya çalışırlarken makineli tüfeklerle kurşuna dizildiklerini öğreniyorum. "Tam 38 kişi... Kurşuna dizmişler. O sırada yer gök kararmış. Ağlamış, kar yağmış, yağmur yağmış. Herkesi üst üste yığmışlar, sonra yakmışlar. 12 imamı da böyle kırdılar. Biz Dersim kırımını buna benzetiriz."
Varlıktan, yoklukla geçen bir hayata... Şimdi kirada oturuyor. Hiç çocuğu olmadı. Eşi Baki Erdoğan'dan kalan emekli maaşıyla geçiniyor Hanım Erdoğan.
"Sürgün edilenlerin mallarını vermediler. Koca köyler gitti. Hiçbir şey kalmadı. Ne burada, ne de sürgüne gönderildiğimiz Uşak'ta. Devlet, haklarımızı vererek bizden özür dilerse, ancak öyle kabul ederiz. Ne halden ne hale düştük. Ne için? Bilmiyoruz. Eşim de ağa oğlu, herkese dağıttı. Eldekini de verdi. Böyle görmüşüz. İyi günde yaptığımız yardımlar, kötü günde bize döndü, sürgün yolunda hep korunduk. Kırımdan önce ne Türklük, ne Kürtlük vardı Dersim'de. Benim babam öldürüldü. Ailemden 38 kişi kurşuna dizildi. Amcalarım, yengelerim çoluk çocuk demeden öldürüldü. Ben Alevi'yim, Cumhuriyet vatandaşıyım, Şadilli Aşireti'nin mensubuyum."
"Amcamlar seferberlikte öldü. Efendi Amcam Sarıkamış'ta kalmış, Hıdır Amcam da Çanakkale'de. Biz bu ülke kurulurken şehitler vermişiz. Asker ocağına evlatlarımızı göndermişiz. CHP bu kıyımda suçlanıyor, İnönü bile suçlanıyor. Ben Fevzi Çakmak'ı sevmem, kıyıma imzayı atanlar suçludur, yoksa herkes suçlu değil bu işte. Alevi'yi sevmeyen insanların suçu. Bunu biz sonra da gördük, 12 Eylül'de, Çorum ve Maraş'ta, sonra Sivas'ta... Biz devlete ve cumhuriyete itiraz ve isyan etmiyorduk, etmedik. Sürgünde 'Allah belasını versin bu devletin, keşke evimizde olsaydık, burada açız' diye kızmışımdır. Ama orası sürgün. Halkına kırım olmuş, sen de dersin. Her yerde olduğu gibi Dersim'de de namus için asker öldürülmüştür. Kadınlara kötülük yapan askerler cezalandırılmıştır ama bu bir isyan değildir."