'Babamın 'Yalnız bir nar ağacı' şiiriyle direnerek 20 yıldır adalet arıyorum...'

'Babamın 'Yalnız bir nar ağacı' şiiriyle direnerek 20 yıldır adalet arıyorum...'

Hülya Karabağlı/ Ankara

Madımak Oteli’nde babası katledildiğinde Eren Aysan 16 yaşındaydı. “O tarihten bu yana adalet arıyorum” diyor Eren. Ancak,  mahkeme son duruşmada  ‘zamanaşımı’ kararı verdi. Onca yıldır  verilen mücadelede hukukla bir kez daha yüreklerinden vuruldular. Eren, “İnsanların hukuk sistemi tarafından  ‘korunmayacağı’ bir ülkede yaşamak istiyorum” diye sesleniyor. “Bizi acılarda akraba ettiler. Bizim yerimize adalet konuşmalıydı. Biz konuşuyorsak adalet yoktur” diyor.

Eren Aysan, doktor-şair babası Behçet Aysan’ı yitirdikten kısa bir süre sonra annesini de toprağa verdi. Siyasi cinayetlerde anne-baba ve yakınlarını kaybedenlerle adalet için uğraştılar. Sivas  davasının yurt dışına rahatlıkla kaçan zanlılarının peşine düştüler. Ufacık bir ayrıntının da yakasından tuttular. Kimse onların nefeslerini yoramadı. Eren Aysan, 20 yılı şöyle özetliyor:

“Babamın dizeleri bana hep ayakta kalma ve dirençli olma cesaretini vermiştir. En umutsuz zamanlarımda bile, aklıma babamın “Yalnız Bir Nar Ağacı” şiirini getiririm. Ve derim ki; “Bir gün / bir nar ağacının dibinde / bir başka çocuklar / yine Türkiye’yi konuşacaklar.”

Eren Aysan, Madımak katliamının 20.yılında T24’'ün sorularını yanıtladı.

2 Temmuz 1993’ten sonra hayatınızda neler değişti? Yirmi yıl nasıl geçti?

Dille kolay… Yirmi sene… O tarihten bu yana adalet arıyorum. Hukuka, yaşama hakkının kutsallığına, bu hakkın ortadan kaldırılmasının affedilmez bir insanlık suçu olduğuna inanan, vicdan sahibi tüm toplum kesimlerine sesleniyorum;  İnsanların hukuk sistemi tarafından ‘korunmayacağı’ bir ülkede yaşamak istiyorum… Bu arzunun arkasında Sivas davasında da yaşananlar var. Davanın ilk günü müdahil olan aileler duruşma salonuna alınmadılar. O gün çıkan olaylarda birçok insan gözaltına alındı. Avukatlarımız darp edildi.

 

‘Kaçmalarına  izin verildiği için 160 sanık yargı önüne çıktı”

 

2 Temmuz günü Sivas dışından gelen ve örgütlü bir biçimde eylem için orada bulunan kişi ve grupların kaçmalarına izin verildiği için, bugüne kadar yalnızca 160 sanık yargı önüne çıkartılabildi. Tutuklanan sanıklar dışında eylemcilerin yakalanması yolunda hiçbir çaba harcanmadı. Bununla birlikte katliamı engellemeyen ve araştırmayan güvenlik güçleri, jandarma, vali, diğer idari birimler hakkında bir ihmal soruşturması bile açılmadı. Tutuklanan sanıkların yargılanmaları sürecindeki yaşananlar, sanıkların fütursuzca adeta mahkeme heyetini yok sayan tutumu, müdahillere saldırısı yüreklerimizdeki yangını her duruşmada yeniden alevlendirdi. Süreç içinde sanıkların pek çoğu tahliye edildi. Davanın en önemli sanıkları yakalanamadı. Yurtdışına kaçmış sanıkların, Avrupa’nın hiçbir yerinde suç sayılmayan “Gösteri ve Yürüyüş Yasası'na muhalefet'ten" yargılanacaklarına dair yanlış bilgi verildi.

 

‘Suçlular artık aramızda’ 

 

Yurtiçinde yakalanamayan sanıkların ise zaman içinde resmi nikahlandığı, askerlik yaptığı, ehliyet aldıkları ortaya çıktı. Sivas davası avukatlarının esas hakkında mütalaasında tek tek sayılmış olan ve eylemi gerçekleştirdikleri bilinen örgütlerse hiç araştırılmadı. Bu süreçte bir milletvekili olan Şevket Kazan yasa dışı olarak sanıklara açıktan destek verdi, hatta cübbesiyle duruşma salonuna girdi. Sonra zamanaşımı kararı verildi. Şimdi suçlular aramızda dolaşıyor.

Kişisel olarak da şunu söyleyebilirim: Yangından kısa bir süre sonra annemin hastalanmasını ve ardından ölümünü de hep içimde taşıdım. Ne yazık ki bizim gibi ülkelerin tarih sayfalarında aydınların nasıl hunharca yok edildiği yazar. Babam da “Sesler ve Küller” kitabını “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere” adamıştı.

 

‘Biz bu ülkeye bunlara hak edecek ne yaptık’? 

 

Kendisinin de aynı acılar ve kıyımlar yolunda gittiğini görmek bu ülkenin kaderinin hiç değişmeyeceğini düşündürüyor bana. En azından babam hayattayken W. Benjamin’in “umut için tasarlanan her şey umutsuzlar adınadır” sözüne dair bir gelecek planım vardı. Ancak umut için hayata ilişkin özel kuralların az da olsa belirgin olması gerekir. 2 Temmuz 93 günü on altı yaşındaki bir çocuğun kalbinde onulmaz yaralar açtı, kafasında da birçok soru işaretleri bıraktı. Bugün hâlâ o sorular geçerliliğini koruyor. Başta da “Biz bu ülkeye bütün bunları hak edecek ne yaptık?” sorusu geliyor.

Ama şunu da ekleyeyim: Babamın dizeleri bana hep ayakta kalma ve dirençli olma cesaretini vermiştir. En umutsuz zamanlarımda bile, aklıma babamın “Yalnız Bir Nar Ağacı” şiirini getiririm. Ve derim ki; “Bir gün / bir nar ağacının dibinde / bir başka çocuklar / yine Türkiye’yi konuşacaklar.”

Acılar hiç dinmiyor mu?

Babamın öldürümünün birinci yılında, Siyasal’ın 70’lerde katledilen öğrenci lideri Hakan Şenyuva’nın ailesiyle bir masada buluşmuştuk. Ki, bütün Şenyuva’lar aile dostumuzdur. Ablası Cana, Hakan’ı yitirişinin on altıncı yılında acının hiçbir şekilde dinmediğini söylemişti… Ne yalan söyleyeyim,  o zaman içimden “nasıl olur?” demiştim… Hep bu kadar ağır yürek sızısıyla mı yaşayacağım? Oysa yıllar yılı öldürümlerin kederini yanı başımızda yaşayanlar zaten vardı…

 

‘Kimse bilmez Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşini’ 

 

Şu çok açık ki, kimse anlamak istemez, Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşinin kızı Filiz’i de akşamdan sabaha ayakta durmaya zorladığını… Kimse bilmez, Ümit Kaftancıoğlu’nun çocuklarına bağlanması gereken maaşı devletin esirgediğini, ve bu paraya kavuşmak için ailenin ne çilelerden geçtiğini… Kimse görmez, eşi öldürüldükten sonra iki yavrusuyla baş başa kalan Gül Erdost’un her hafta sonu kızlarından gizli İlhan Erdost’un sevdiği türküleri dinleyip ağladığını… Ne acı ki, ateş düştüğü yeri yakıyor.

Toplumsal Bellek Platformu Aileleri’ olarak Sivas davası ile ilgili mücadeleler verdiniz, Meclise taleplerinizi ilettiniz. Bunlardan ne sonuç çıktı?

Bizler, ilk defa, 1980 yılında öldürülen yazar Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu’nun çabasıyla bir araya geldik. Sıcak bir Haziran günü babalar günü etkinliğinde buluşan, bu coğrafyada yaşamının önü kesilmiş on altı aileydik. Hatta etkinliğin adı: “Benim Babam Bir Kahramandı” idi. 11 Şubat 2010 günü meclise gittiğimizde artık yirmi altı aileye ulaşmıştık. İsteklerimiz son derece somuttu: Ülkemizde siyasi cinayetlerde zamanaşımı ortadan kaldırılsın, meclis araştırma komisyonlarına işlerlik kazandırılsın… O gün orada MHP hariç bütün partilerle görüştük. MHP mazereti olduğu gerekçesiyle bizi kabul etmedi. Görüştüğümüz bütün partiler bize son derece sıcak yaklaştı. Haklı taleplerimizin mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çizdiler. Hatta AKP grubundan sonra dönemin İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül bizi karşıladığında konuşmakta zorlandık.

 

‘Ben 7 Aralık 1979 günü öldürülen ….’

 

Karşılıklı olarak gözyaşlarımız sel oldu. Bu solgun, kırık fotoğraf beni kişisel olarak çok yaraladı. Düşünün bir kere, herkes bir masanın etrafında sürekli olarak kendini tanıtıyor: “Ben 7 Aralık 1979 günü öldürülen, yazar, sosyolog, akademisyen Cavit Orhan Tütengil’in kızı Deniz Tütengil”, “Ben 7 Kasım 1980’de Mamak Askeri Cezaevi’nde öldürülen yayımcı İlhan Erdost’un eşi Gül Erdost”, “Ben 2 Nisan 1942 günü cesedi bulunan yazar, şair ve çevirmen Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali”… Platformun üyeleri kendini tanıttıkça adeta dakikalar geçmiyor. Geriye bu coğrafyanın acılı, buruk fotoğrafı kalıyor.

CHP ve BDP tam 15 kez önerge verdi. İktidar reddetti 

Ben kişisel olarak karşımda böyle bir an yaşandığı için ağlıyordum, bu ülkeye ağlıyordum. Bir de düşünsenize adalet mekanizması adam akıllı işlememiş… O güne kadar devlet bizim yaralarımızı saracağına, bizler bir araya gelip acılarımızı paylaşmak zorunda bırakılıyoruz. 11 Şubat 2010 tarihinden bu yana, CHP ve BDP milletvekilleri tam on beş defa isteklerimiz doğrultusunda, önergeler verdiler.Bütün bunlar ne yazık ki, iktidar partisi tarafından reddedildi. Süreçte arzularımız gerçekleştirilmediği için, Türkiye’de sendikal hareketin öncü isimlerinden, 1980’de öldürülen Kemal Türkler davası zaman aşımı nedeniyle düştü. Şimdi sıra yedi firari sanık üzerinden yürüyen ‘Sivas Davası’nda… İşte bu nedenle taleplerimizi yenilemek için 5 Aralık tarihinde yeniden platform üyeleri olarak bir kere daha meclise gittik. Bu defa bizi yalnızca CHP ve BDP grubu karşıladı. Araya giren vekiller sayesinde İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve Meclis Başkanından randevu alabildik. Sonuçta tam bir hayal kırıklığı yaşadık. Bu aslında beklediğimiz bir şeydi.

 

'Bizi acılarda akraba ettiler'

 

Bu duruma, bütün siyasi cinayetlerde hukuksuzluğu vurgulayarak, bir bütün olarak bakmak gerektiği düşüncesindeyim. Şu bir gerçek ki, bizler, bu ülkede payımıza düşen acıları ta can evimizde yaşamak zorunda kaldık. Sevdiklerimizi siyasi cinayetlerde yitirdik. Bizi acılarda akraba ettiler. Düşüncelerimiz, yaşama bakışımız farklı olsa da; evimizin, yüreğimizin içine düşen korla, ortak paydamız olan acımızla birleştik. Bizim yerimize adalet konuşmalıydı. Biz konuşuyorsak adalet yoktur.

-Madımak Otel’inde yakanların isimleri yananlarla  yan yana  ne diyorsunuz?

Madımak Oteli’nde ‘öldürüm’ü anlatan müzenin mutlaka hayata geçmesi gerektiğini vurgularken de, bir duygumun altını çizmek istiyorum. İntikam sözcüğünü hiç düşünmedim. Aydın babaların çocukları olarak koşulsuz sevgiyle büyütüldük. Ancak, 2 Temmuz 1993 günü on bin kişilik güruh “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu ve Sivas’ta yıkılacak!” diye bağırdı. Eğer bir sorun varsa ortada bu da rejime ilişkin bir ayrışmadır. Yapılacak müzede demokrasinin temel değer ve niteliklerine ilişkin argümanlar da olursa bu toparlayıcı bir yaklaşım olur. Bu arada Sayın Bakan Faruk Çelik, bir müzenin olması için sergilenmeye nitelikli ürünlerin de olması gerektiğini dile getirmiş.

 

‘Babamı yüz bin kere öldürmek demek’ 

 

Sayın Çelik eğer arzu ederse kendisine babamın, Metin Altıok’un ve Asım Bezirci’nin kitaplarıyla, Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu ve Nesimi Çimen’in yapıtlarını yollayabilirim. Bu da müzenin nelerle oluşacağının bir bilgisini sunabilir kendisine… Bugün Madımak Oteli’ne babam, babamın öldürülen arkadaşlarının yanına katillerinin adları da çakılmış. Mağdurla katili nasıl yan yana koyarsınız? Sonra da bizim nasıl vakur durmamızı beklersiniz? Bu, babamı yüz bin kere daha öldürmek demektir.

Türkiye Gezi olayları ile sarsılıyor?

Gökyüzünde babamın yeni kardeşleri de var... Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan, ülke çapında demokrasi ve özgürlük çağrısına dönüşen gösterilere devletin kolluk kuvvetleri tarafından yapılan ölçüsüz ve orantısız güç kullanımı neticesinde Hatay’da Abdullah Cömert, İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş ve Ankara’da Ethem Sarısülük de gökyüzündeler artık...  Üstüne üstük, söz konusu cinayetler, daha önceki öldürümlerdeki hukuksuzluklardan farklı değil... Onlarda da – en azından şimdiye kadar yapılan soruşturmaların- ciddiyetten uzak olduğu, failleri belirleme konusunda ilgili makamların görevlerini gereği gibi yerine getirmedikleri de ortada.

 

‘Ben bu katilleri daha önce gördüm’

 

Bu ülkenin bir mağduru olarak söyleyeyim, ben bu katili yahut katilleri daha önce de gördüm. Çok açık ki, aynı katil, Uğur Mumcu’yu, Musa Anter’i, İlhan Erdost’u, Hasan Ocak’ı, Yusuf Ekinci’yi ve Metin Göktepe’yi de aramızdan aldı. Aynı katil Sivas, Madımak’ta toplanan çılgın kalabalığı önlemek için kılını kıpırdatmadı. Abdi İpekçi cinayetinin failini ödüllendiren, Zeki Tekiner’in katillerini salıveren de aynı katil.... Sabahattin Ali, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Çetin Emeç, Turhan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Onat Kutlar, ve daha niceleri… Artık sayıları binlerle ifade ediliyor… On yedi bin beş yüz faili meçhulün olduğu bir ülkede, gerçekten de bastığımız toprakların altından her gün yeni bir kan fışkırıyor.

 

‘Gaz bombalarındaki şiddet görüntülerine gururla bakandır aynı katil’ 

 

Aynı katil Hrant Dink cinayetinin faili ile gururla resim çektiren katildir. Sokaklarda bu ülkenin sahibi gibi kendi halkına baskı ve terör uygulayandır aynı katil… Gaz bombaları arasındaki şiddet görüntülerine gururlanarak bakandır. Kafa göz yarmak için kapsül fırlatandır… Bunun için, hukuka, yaşama hakkının kutsallığına, bu hakkın ortadan kaldırılmasının affedilmez bir insanlık suçu olduğuna inanan, vicdan sahibi tüm toplum kesimlerine sesleniyorum. İnsanları hukuk sistemi tarafından “korunmayacağı” bir ülkede yaşamak istiyor, buna sesini yükseltenlerin yargılanmayacağı bir sistemi özlüyor, yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenler olarak adaletin bir gün herkese lazım olacağının unutulmamasını arzu ediyorum. İşin en önemli yanı ise ölümlerin yalnızca son yirmi yılı değil, bütün bir ülke tarihini kapsaması...