Ünlü oyuncu Mustafa Alabora, her gün tedirgin bir biçimde yaşamanın zor olduğunu söyleyerek, “Şu anda gerçekten bir kabus yaşıyoruz ama geçecektir” dedi. Gezi sürecinde oğlu Mehmet Ali Alabora’nın her gün tehdit edildiğini ve devletin ona dört adet koruma verdiğini söyleyerek, “O zor günlerimizde ona şöyle dedim: "Tutuklanıp hapse girsen daha mutlu olacağım. Sanırım bu sözlerim olayın vehametini özetler” dedi.
Cumhuriyet gazetesinden Demet Yalçın’a konuşan Mustafa Alabora, "Bu mücadelede kırgın mısınız?" sorusuna “Hayır hiç kırgın değilim. Ben sadece dostlarıma kırılırım. Çünkü onları ben seçtim ama siyasileri ben seçmedim. Onun için asla kırılmam ve kinlenmem. Oğlum yaşıyor onlar öldü” şeklinde yanıt verdi.
Gezi’nin bir kardeşlik hareketi olduğunu söyleyen Alabora, “Bunca yıllık hayatımda hiç olmamış bir şey oldu orada... Gezi bizi uyandırdı” dedi.
Mustafa Alabora ile yapılan röportajın tamamı şöyle:
- Türkiye’nin kanayan yarası ve aynı zamanda kara bir lekesi Madımak. Böyle bir projede yer almak beraberinde de büyük sorumluluk getirir. Siz Behçet Aysan rolünü oynamaya nasıl karar verdiniz?
Bir gün Ulaş (Yönetmen Ulaş Bahadır) diye genç bir çocuk geldi ve “Abi bir Madımak filmi var. Vali rolünü sana vermeyi düşünüyorum” dedi. Ben de seve seve kabul edeceğimi ama o sırada “Poyraz Karayel”de oynadığım karakterden ötürü sakallarım olduğu için sakallı vali olamayacağını belirterek başka bir rol oynayayım dedim. Çünkü böyle bir projede yer almak bana gurur verir. Gittim iki üç saat çalıştım. Behçet Aysan küçüçük bir roldü. Bir baktım Beykoz ayakkabı fabrikasının oraya Madımak otelinin aynısını kurmuşlar. Sonra da gerçeğe uygun olarak yaktılar. Yani benim bir iki saatlik bir ilişkim oldu. Tabii ki para almadım ve zaten böyle bir şeyi asla düşünmem. Dediğim gibi böyle bir projede oynamak bana yalnızca onur verir.
- Evet kısa bir rol aldınız ama belleklere kazınan merdiven karesinin olduğu yerdeydiniz. Kendinizi orada yanan insanların yerine koydunuz mu? Ne hissettiniz?
Ben ilk bu olay olduğu zaman günlerce kendime gelememiştim. Dünyanın en trajik olaylarından bir tanesi Madımak olayı. Çünkü bile bile saatler süren bir olay. Düşünsenize devlet müdahale etmiyor ve sonucunda insanlar diri diri yakılıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil ama ne yazık ki bizim yakın tarihimiz böyle felaketlerle dolu. Ben de bu yaşıma geldim ve ne yazık ki bugün hâlâ böyle felaketler yaşıyoruz. Ancak ben, hayatım boyunca Nâzım’ın “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler” dizelerine inanarak yaşadım. Hâlâ da öyle yaşıyorum. Umarım ben göremesem de çocuklarımız güzel günler görecektir. Buna inanıyorum.
- Uğur Kaynar yerine Hasret Gültekin’in isminin geçtiği tartışmalı fotoğraf karesi için ne demek istersiniz. Siz film çekilirken bunun böyle olacağını biliyor muydunuz?
Bunu Ulaş’a sormak gerekir. Ben inanın hiç bilmiyorum. Hatta yeni öğrendim desem yalan olmaz.
- Madımak katliamı kör nefret ve bir bağnazlığın sonucu yaşandı. Geçenlerde de Hürriyet’e saldırı yapıldı. Zaman zaman buna benzer olayların yaşanması, sizde “Aman bir Madımak daha yaşanır mı” korkusuna yol açıyor mu?
Bu konuda ne diyebilirim ki? İnsanın aklına mantığına sığacak bir şey değil ama bunun tabii ki çok uzun yıllardır çok önemli bir nedeni var. Bu da Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik bir ülke olamayışından dolayı, böyle küçük hırslar, kinler, mezhep kavgası ve ırk kavgası gibi çağımızda artık olmaması gereken bir sistemin varlığı ne yazık ki bizi böyle sıkıştırıyor. Ne yazık ki Türkiye’de gerçek demokrasinin olmayışı her alanda bizi zorluyor. Örneğin geçen günlerde Hürriyet gazetesine bir savcı dava açmış. Tam olarak nedenlerini bilemiyorum ama bu basın özgürlüğünün olmadığının bir kanıtı. Öte taraftan bir kısım medya var o bir medyaya karşı büyük bir savaş açmış durumda. Yani ne diyeyim bilmiyorum ki herkesin bildiği şeyler bunlar. Galiba en önemli mesele Türkiye’nin bir an önce demokratik bir ülke haline gelebilmesi. Söyleyebileceğim en önemli şey budur.
- Siz yıllarca birçok tiyatro oyununda rol aldınız ve yöneticilik yaptınız. Son 13 yıllık siyasetten sanat nasıl etkilendi dersiniz?
Sanat sadece şimdi değil, tek partili dönem, darbe yıllarında da sansüre uğradı. 12 Mart... 12 Eylül... Maalesef ki bu Türkiye’nin kaderi. Ancak şimdi, 2015’te olması çok daha acı veriyor. Söylediğim gibi bu demokratik bir kafa yapısının olmamasına bağlı. Bizden değilsen sen kötüsün. Bunu maalesef demokratik kafası olmadığı için sadece bugünkü iktidar söylemiyor. Bu Türkiye’de süregelen bir şey. Hatta bir nefret algısı. “Benim gibi düşünmüyorsan kahrol sen”, “yok ol”. Ben her gün kendimi sorgularım. Bana öğretilmiş her şeyi sorgularım. Bakın öğrendiğim demiyorum. Öğretilmiş her şeyi sorgularım. Yeniden gözden geçiririm. Onun için her insanın bunu yapması gerekir. Yani bizim doğduğumuzdan beri hangi sınıfsal tabakada, hangi toplumda, hangi katmanda yaşıyorsak küçük küçük manevi çipler konuluyor. Bu çipleri çıkaramayınca da çocukluğundan öğrendiğin dünya görüşüyle bütün hayatının ve bütün hayatın boyunca kendine dünyayı açıklamaya çalışıyorsun. Sorgulamayan, araştırmayan nesiller yetiştiriyoruz. Tartışmayan nesiller... Tartışmayı sadece kavga zanneden ama en önemlisi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan kuşaklar yetiştiriyoruz. Ben bir sosyolog da değilim. Sadece sıradan bir oyuncuyum. Ancak her gün kendimi sorguladığım, yenilediğim ve kendimle tartıştığım için insanların o küçükten yerleştirilmiş çipleri kolay kolay atamadığını biliyorum. O çiplerin içeriği ne olursa olsun fark etmiyor. Sadece toplumlara ve insanlara zarar veriyor.
- Toplumsal sorunların çözümünde demokratikleşme var diyorsunuz. Sizce Gezi’ye, bu toplumun demokrasi isteme serzenişi diyebilir miyiz?
Gezi bir kardeşlik hareketiydi. Ben her gün oradaydım. Çok çeşitli görüşten gençler oradaydı. Etrafı temizliyorlardı, paylaşıyorlardı, beraber yemek yiyorlardı. Bunca yıllık hayatımda hiç olmamış bir şey oldu orada. Bir kardeşlik türküsü söylendi. Gezi bizi uyandırdı. Gezi, korku imparatorluğunu yendiği gibi aynı zamanda da insanların bir arada kardeşçe, bölüşerek yaşayabileceklerini kanıtladı. Ben biliyordum ama birçok insan bilmiyordu, bu genç kuşağın çok fazla apolitik olmadığını. Çoğu insan bu gençlerin hiçbir şeye karışmadığını, fazlasıyla apolitik olduklarını, okumadıklarını ve dünyada tüm olanlardan habersiz olduklarını sanıyorlardı. Ancak Gezi’yle bunun böyle olmadığını bal gibi gördüler. Ben hocalık yaptığım için her zaman Nâzım’ın dizelerindeki gibi düşünerek yaşadım. “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri”. Ben hiçbir zaman benden sonraki kuşakları küçümsemedim. Kuşaklar arasındaki çatışma bence çok aptalca bir şey. Çünkü eski kuşaklar kendilerini yeniliyemezlerse, yeni kuşakları ille kendileri gibi yaşamaya zorlarlarsa, o zaman kuşaklar arası çatışma kaçınılmaz olur. Benim ne oğlumla ne de öğrencilerimle kuşak çatışma olmadı hiç. Çünkü ben her zaman kendimi yeniledim.
- Siz oğlunuzdan uzun süredir ayrısınız. Sizin yaşadığınız üzüntü elbette ki şehit aileleriyle kıyaslanamaz. Ancak belki de daha iyi empati kuruyorsunuzdur.
Irkçılık çağımızın en büyük suçudur. Ben hayatım boyunca hakların kardeşliğine inandım. Kutsal kitabımıza bakarsanız herkes Adem ve Havva’dan gelmektedir. Demek ki herkes kardeştir. Irkçılık dünyanın en büyük suçudur. Çünkü hiç kimse, 7 kuşak öncesi anneannesi ve dedesinin kim olduğundan tamamıyla emin olamaz. Hele de bu kadar savaş görmüş topraklarda kimse saf ırktan olduğunu söyleyemez.
- Bu ülkede çoğu insan acılar çekti, çocuğunu kaybetti. Siz de Gezi’den bu yana oğlunuz Mehmet Ali Alarbora ile bir hukuk mücadelesi veriyorsunuz. Bu oğlunuzun yurttan uzak kalmasına mal oldu. Bir baba ve sanatçı olarak ne demek istersiniz?
Mehmet Ali her gün tehdit ediliyordu. Devlet ona dört tane koruma verdi. Evden çıkarken her gün dört korumayla çıkıyordu. O zor günlerimizde ona şöyle dedim: Tutuklanıp hapse girsen daha mutlu olacağım. Sanırım bu sözlerim olayın vehametini özetler. Her gün tedirgin bir biçimde yaşamak elbette zor. Elbette her zaman umutluyum, her zaman. Kinler yüzyıllar boyu sürmez. Hatta bir insanın ömrü boyunca da sürmez. 13 yıl sürer bilemedin 15 yıl sürer. Ondan sonra biter. Toplum değişken bir varlıktır ve değişir. Zaten bu son seçimlerde de toplumun ne denli değiştiği ortaya çıkıyor. Benim hiçbir umutsuzluğum yok. Bu ülke mutlaka daha ileriye gider ve her gün daha iyi olacaktır. Bugünlerde yaşadığımız kâbus mutlaka geçecek. Bu kâbus bitecek. Şu anda gerçekten bir kabus yaşıyoruz ama geçecektir.
- Bayram sabahı oğlunuz İngiltere’de, siz buradasınız. Ayrı düştünüz. Buruk olmalısınız. Ancak umutlu musunuz?
Umutsuzluk çok kötü bir şeydir. Ancak umut ederken rastlantıya bırakmadan kendiniz mücadele ederek çabalamalısınız. Sonucunu umut ederek yaşamak iyidir.
- Peki bu mücadelede kırgın mısınız?
Hayır hiç kırgın değilim. Ben sadece dostlarıma kırılırım. Çünkü onları ben seçtim ama siyasileri ben seçmedim. Onun için asla kırılmam ve kinlenmem. Oğlum yaşıyor onlar öldü.
- Diyelim ki seçimler oldu, birçok şey değişti ve oğlunuz geri geldi. Sanatçı yanınızı bir kenara bırakalım bir baba olarak hiç bunun provasını yaptınız mı?
Elbette ki düşündüm ama sadece Mehmet Ali için değil. O (Gezi olayları) sırasında birçok çocuk öldü. Ben o zaman gidip Hatay’da ailelerini ziyaret ettim. O kadar çok üzüldüm ki Berkin’in ailesiyle tanıştım, cemevine gidip cenazeye katıldım. Ancak benim oğlum yaşıyor. Onların çocukları genç yaşlarında öldü.
- Dizi süreleri konusunda Mehmet Ali Alabora, sendika çalışmalarıyla büyük mücadele verdi. Siz de hep yanında oldunuz. Ne söylemek istersiniz?
Oğlum Mehmet Ali, arkadaşlarıyla birlikte sendikayı kurdu. Ben de elimden geldiğince katkıda bulundum. Ancak kolay kolay baş edilemiyor. Üç kuşak reklam almak diye bir şey icat ettiler ve bu yüzden haftada 110 dakika gibi sürelerde diziler çekiliyor. Bu insanın doğasına aykırı. Sendikanın müdahale edebilmesi için yasa çıkması şart. Avrupa’da sendikasız oyuncuya rol vermiyorlar. Umarım bu yasalar bir an önce çıkar ve sendikasız oyuncu oynayamaz ve bu sorun düzelir.
Röportajın tamamını okumak için tıklayın.