(Hürriyet - 4 Mart 2012)
Mustafa Balbay’ın cezaevinde üçüncü yılı doluyor bugün. 5 Mart 2009’da ikinci kez gözaltına alındığında Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi'ydi. Şimdiyse yazarlığının yanı sıra CHP İzmir milletvekili. Ama bu da onu 'Silivri mahkûmu' olmaktan kurtaramadı. 'Hükümsüz' bir cezanın infazını çekiyor cezaevinde. Duruşmada ayaküstü bağırarak aktardım sorularımı, sonra avukatları aracılığıyla sorular ekledim. Balbay da el yazısı notlarıyla yanıtladı.
Gazeteciliğin ilk basamağı ve en son basamağı muhabirlik. Haber müdürlüğü, Ankara temsilciliği, köşe yazarlığı görevlerini hep bu anlayışla yaptım. Bu anlamda yüzlerce haber kaynağım oldu. Türkiye’nin gündemi neyse benim gündemim de oydu. Pek çok gazeteci gibi off the record görüşmeler de yaptım. Yazılmak ve yazılmamak üzere yaptığım görüşmelere ilişkin notların tümü aynı anda kopyalanıp yeniden üretilmiş. Hemen hiçbiri kendi görüşüm olmayan bu notlardan 'terör faaliyeti' üretildi. Her türlü mesleki eleştiriye açığım ama, “Bu notlar terör faaliyeti” diyen varsa sözüm şu: Bana ilk taşı hiç off the record görüşme yapmamış bir gazeteci atsın!
Tutukluluğumun dördüncü yılına giriyorum. Söylemeye dilim varmıyor ama bu süreçte içimdeki en büyük yara hukuka inancımın sarsılması. Silivri yargılamalarında o kadar çok hukuksuzluk var ki... En kötüsü de, bu duruma alışıldı. Türkiye tarihindeki siyasi davalara bakın: Bugün hangisine “Hukuki bir yargılamaydı” denilebiliyor? Hiçbirine... İşte Silivri de öyle olacak. Bugünün gerçeklerine bakmaktan çok, geçmişin yasını tutmayı seviyoruz. Bir kuşak sonra Silivri Müzesi bambaşka şeyler anlatacak. İnfaz sistemimize göre dört yıl hapis 10 yıllık cezaya karşılık geliyor. Bu ucu açık yargılamanın, iddianamesi, delili, klasörü bir yana tek gerçeği var: Cezaya dönüşen tutukluluk.
Başbakan dört aylık hapishane yaşamını her fırsatta dile getiriyor. Bunu hukuksuzluk, yargının siyasallaşması ve büyük haksızlık olarak anlatıyor. Bense seçim bölgesinde oyların yüzde 50’sini almış bir milletvekili olarak tutukluluğun dördüncü yılına giriyorum. Başbakan, kaldığı Pınarhisar Cezaevi'nde koğuşunu, koğuş arkadaşlarını kendisi seçti. 30 bin kişinin ziyaretine izin verildi. Bense tecritteyim. Demek ki damdan düşenin halini damdan düşen anlamıyormuş. Damdan düşen, bu yolla fazla zarar görülmediğini bildiği için gökdelenden atmak istiyormuş.
Nefret duygum yok aldığım ders çok
Bütün yaşadıklarıma karşın içimde pozitif bir enerji var. Yakın geleceğin belirsizliğine karşın ileride yapabileceğim çok şey var duygusuyla doluyum. Arada bir kendimi tartıyorum; herhangi bir intikam ya da nefret duygusu yok. “Sahiden mi, hiç mi yok?” diye soruyorum kendime ama gerçekten yok. İnsan böyle bir duyguya kapılırsa, yaşamını tümüyle ona göre şekillendirir. Daha doğrusu yaşamını bu duygular yönlendirmeye başlar. Oysa başka hayallerim var. Yıllar önce Hiroşima'da Atom Bombası Müzesi'ni gezerken orada görevli gence, “Amerikalılara düşman mısın” diye sorduğumda şu yanıtı almıştım: “Hayır, ülkelere değil, savaşa düşmanım.”
Cezaevinde gecenin saati yok
Hapiste nasıl zaman dilimleri farklı işliyorsa, gece gündüz kavramları da değişiyor. Bazı geceler bir kitap sarıyor seni. Zaman senin... Sabah 08.00 sayımından sonra da uyuyabilirsin. O zaman oku sabaha kadar; ışıl ışıl olsun için dışın. Bazı sabahlar bütün duygular toplu ziyarete geliyor. Hasret zaten hep yatağın dibinde, kapının önünde. Belirsizlik Esenboğa sisi gibi. Kendini beş adıma 14 adımlık havalandırmaya atarsın. Bir bakmışsın hüzün yağıyor. Tepede güneş parlasa bile gecedir. Böylesi zamanlarda ille de gündüze zıplamak için zorlamam kendimi. Bilirim ki yaşam sevincimi, yaşama bağlanma duygumu besleyen her şey çok az sonra birdir bir oynayarak gelecek.
Ateşi tutmayı buzu yutmayı öğrendim
Yalnızlık, göreceli bir kavram. İnsan yüzlerce kişinin arasında da kendisini yalnız hissedebilir. Hapiste yalnızlıksa adeta elle dokunulur ve oturulup muhatap olunur bir kimliğe bürünüyor. Nâzım Hikmet'lerden, Aziz Nesin'lerden süre gelen hapishane edebiyatının başlıca pınarı koğuş yaşamı, öteki koğuştakilerle kurulan bağlar. Silivri'de bize yönelik tam bir yalnızlaştırma uygulaması var. Üç yılı dolan tutukluğumun ilk bir buçuk ayını ve son bir yılını tek başıma geçirdim. Yalnızlıkla birlikte insan olağanüstü iç yolculuklara çıkıyor. İnsanın vücut kimyasındaki değişimin ışık hızından daha çabuk olabildiğini böyle öğrendim. Hapishane bana ateşi tutmayı, buzu yutmayı öğretti. Yalnızlık da perdeleri kaldırıp her şeyi olduğu gibi görmemi sağladı; vefalı, gerçekçi, acımasız bir dost oldu.
İlk oyuncağım Türkçe'ydi
1960'ta Toroslar'ın eteğinde güzel bir kasabada doğdum. Burdur'un Yeşilova ilçesi Güney kasabası. Salda Gölü'nün az ötesinde bir tepenin eteğinde kuruluydu. Radyodan dinlediğim şarkıların sözlerini evimizin önünden geçenlere, komşularımıza göre değiştirmeye başladım. Kahkahalarla gülen, arada bozulanlar olurdu. Her tepki beni keyiflendirirdi. Sözcükler benim için bugünün yap-boz oyunu gibiydi. Bilinçli kullandığım ilk oyuncağım Türkçe'ydi diyebilirim. Çocukluğumdaki o alışkanlık gazetecilik tarzımın bir parçası oldu.
Babamın şoförlüğü beni gezgin yaptı
Babam mesleğini çok severek yapan bir kamyon şoförüydü. Gittiği yerleri ballandıra ballandıra anlatırdı. Yaz tatillerinde kardeşim Suat'la dönüşümlü olarak babamla seyahat ederdik. Böylece bende yeni yerler görme aşkı yerleşti. Gazeteciliğimin yanına koşulları zorlayıp gezginliği de koydum. İnsan görmeden öğrenebilir ama görmeden sevemez. 80 kadar ülke gezdim. 26 kitabımdan sekizi gezi notları. Başlangıçta gezilerin beni bu kadar eğitip dolduracağını düşünmemiştim. Hapiste o gezileri tekrar yaşıyorum.
Hasret aşkımızı çoğalttı
Hapiste her şeyin öyle ya da böyle çözümünü buldum. Beden ve beyin sağlığını korumak için mevcut durumu mutlak sayıp bir yaşama düzeni kurdum. Hiçbir duygunun beni sarıp sarmalamasına izin vermedim. Hasret hariç. Çocuklarımla birlikte ikinci bir 'büyüme' hayal etmiştim. Şimdi ayda bir kez bir saatlik açık görüş en büyük bayram. Hasret, eşim Gülşah ile aşkımızı çoğalttı. Kızım Yağmur her görüşte boyunun ne kadar uzadığını gösteriyor. Oğlum Deniz haftada bir 10 dakikalık telefon hakkının niçin daha uzun olmadığını anlamıyor.
Kalemimi bırakmadan CHP'de olmak istiyorum
Gazeteciliği yaparken hep halkın içinde olmayı da istedim. Ankara gazeteciliği ağırlıkla kurumlarla muhatap olmayı gerektirir. Ben özellikle salon toplantılarıyla, kitap fuarlarıyla insanlarla yüz yüze gelmeye çalıştım. Bu konferanslarda bana, “Neden siyasete girmiyorsunuz” diye sorarlardı. Yanıtım şu olurdu: “Siyaseti önemsiyorum. Lütfen siz de siyasete girmeyi düşünün. Bu ülkenin iyi, işini seven gazetecilere de ihtiyacı var. Benim hayallerim Cumhuriyet’le, gazetecilikle...” Böylesine ağır bir siyasal saldırı beni siyasetin içine taşıdı. Kalemi bırakmadan CHP içinde de bütün enerjimle var olmak istiyorum. Bir Cumhuriyetim vardı, iki oldu. İkisinin de kökü, gücü ve sorunları birbirine benziyor.
Terör saldırısına hazır, terörist suçlamasına hazır değildim
Abdi İpekçi öldürüldüğünde iletişim fakültesi ikinci sınıftaydım. O gün mesleğe ilgimde milim eksilme olmadı. Bunu, mesleğin bir gerçeği kabul ettim. Yıllar geçti. 1995’te Cumhuriyet’te Uğur Mumcu’nun sütununda yazmaya başladım. 1999’da gazetedeki oda komşum Ahmet Taner Kışlalı da, Mumcu gibi hain bir terör saldırısı sonucu katledildi. Yerini doldurmak değil, bayrağı yerde bırakmamak için sütununda yazdığım Mumcu ve yan yana çalıştığımız Kışlalı’nın katli, beni de benzer saldırıya hazırlıklı olmaya itmişti. Terör saldırısına uğramaya hazırdım ama terörist diye suçlanmaya hazır değildim. Ne yazık ki, ölüm ve hapis ülkemizde hâlâ gazetecinin meslek hastalığı. Bu hastalıkların 21. yüzyıla sıçramamasını isterdim.
Duvarlarla kesilmeyen alanlarda koşmak istiyorum
“Çıkınca ilk yapmak istediğim” diye sıralayacağım o kadar çok şey var ki. Burada her yer beton ve demir. Sabah uyandıktan sonra gece yatana dek ayakkabı giymek zorundasın. Kışın hep botlayım. Ev sıcaklığını, ailemle evde olmayı özledim. Geçenlerde kızıma, çıkınca neler yapacağımızı, nerelere gideceğimizi sıralarken sözümü kesti, “Baba sen eve gel, karşımda otur yeter” dedi. Belli ki, evdekilerin de en büyük özlemi bu. Ankara’da Botanik Parkı'nda, Seğmenler Parkı'nda, ODTÜ Ormanı'nda ağaç dostlarım var. Çıkınca önümün duvarlarla kesilmediği o alanlarda koşmak istiyorum. Bir de yazı aramızda su katınca beyazlayan sofralarda sohbeti özledim.
"Hücrenin kapısı koridora, demir parmaklıklı tek penceresi de havalandırmaya açılıyor. Bakınca duvar ve gökyüzü göründüğü için ben 'gökyüzü penceresi' diyorum. İlk işim demir parmaklıkları saymak olmuştu. Tam 80 gözü vardı. Arada bir o gözlere tutunup gökyüzüne bakmak iyi geliyor. Silivri, Balkan ikliminin tam sınırıymış. Bulutlar çok hızlı hareket ediyor. İçinden ne geçiyorsa bulutlar ona benziyor..."