Sedat Ergin
(Hürriyet, 12 Nisan 2012)
Silivri’de görülmekte olan Balyoz davasında ön savunmaların tamamlanmasından sonra “delil değerlendirme/tartışma” aşamasının atlanmasının hukuken sıkıntılı bir durum yarattığını mahkeme tutanaklarından yola çıkarak da öne sürebilmek mümkün.
Çünkü tutanaklar, bizzat mahkeme heyetinin de bu aşamadan geçilmesi gerektiğini söylediğini gösteriyor.
Bu savımızı tutanaklarda kısa bir gezintiye çıkarak göstermeye çalışalım ve İstanbul 10’uncu Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 Ağustos 2011 tarihinde yapılan 48’inci celsesine ait tutanağa göz atalım. Mahkeme heyetine Ömer Diken başkanlık ediyor.
Bu celsede bazı denizci sanıkların avukatı Şule Nazlıoğlu Erol söz alarak, Ankara’da duyduğu bir iddiayı aktarıyor. Bu iddiaya göre, Balyoz davası 2012 Nisan ayında bitirilecek, herkese ceza verilecek ve ardından dosya Yargıtay 8’inci Ceza Dairesi’ne götürülecektir.
Mahkeme Başkanı Diken, bu iddiaya kuvvetli bir dille itiraz ediyor. Burada önem taşıyan nokta, Diken’in bu itirazını kayda geçirirken davada geçilecek aşamaları sıralaması ve bu çerçevede tam 4 kez “delillerin tartışılması” aşamasından da söz etmiş olmasıdır.
Örneğin Başkan, konuşmasının bir yerinde “Gücümüz yetse, yani evrakı okuyup savunmaları alıp, delilleri tartışıp bütün bu imkanlarımız olsa da yılbaşına bitirebilsek bu davayı” diyor. Bir başka yerde “Ben bir an önce davayı sonuçlandırmak isterim, delilleri tartışmak isterim” diye konuşuyor. Diken, daha sonra “Ne karar vereceğini hakim delillerin tartışılması aşamasına geçmeden nasıl bilebilir?” diye soruyor.
Özetle, “delil tartışması” bizzat mahkeme başkanının da telaffuz ettiği usule ilişkin bir keyfiyettir. Gelin görün ki, bu aşama Türkiye ceza yargılaması tarihinde önemli bir istisna yaratmak üzere mahkeme heyeti tarafından atlanmıştır; Silivri’de duruşma salonunda hâkim kürsüsünden yapılan ve tutanaklara geçen bu beyanlara, taahhütlere rağmen...
Savunma tarafı, davanın bundan önceki seyrinde İTÜ, ODTÜ, Yıldız Teknik Üniversitesi (2) ve ABD’den iki ayrı uzman kuruluşa ait olmak üzere toplam 6 bilirkişi raporu sunmuştur. Bu raporların tümü de özellikle dijital delillerin sıhhatli olmadığı doğrultusundadır. İddia makamı ise TÜBİTAK ve Emniyet’in suçlayıcı nitelikteki raporlarına dayanmaktadır.
Delil değerlendirme aşamasına geçilebilmiş olsaydı, savunmanın ek talepleri doğrultusunda bütün bu raporlar üzerinde etraflı bir çalışma yürütülebilmesi mümkün olacak, neyin doğru neyin yanlış olduğu bilimsel yöntemler üzerinden ortaya konulabilecekti.
Bu haliyle davanın seyrinde önemli bir boşluk ortaya çıkmıştır. Savcılığın, verdiği esas hakkındaki mütalaada iddialarından geri adım atmamış olması da, savunmanın vermiş olduğu akademik bilirkişi raporlarına itibar etmediğine işaret ediyor.
Dünkü yazımızda Balyoz davasında delil değerlendirme aşamasının atlanmasının akademik çevrelerde eleştirildiğine dikkat çekmiştik. Dün de Türkiye Barolar Birliği Başkanı Ahsen Coşar, örgütün web sitesine koyduğu bir açıklamayla Balyoz davasındaki bu uygulamayı eleştirerek şunları söyledi: “5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 206 ve 216. maddeleri ile getirilen düzenlenmeler, ‘sanığın sorguya çekilmesinden sonra delillerin ortaya konulmasına başlanılmasını’ ve yine ‘ortaya konulan delillerle ilgili tartışmada söz, sırasıyla katılana veya vekiline, cumhuriyet savcısına, sanığa ve müdafiine verilir, savcının savunmanın açıklamalarına, savunmanın da savcının açıklamalarına cevap vermesini’ öngörmektedir.
Mahkemenin usulün emredici nitelikte olan bu hükümlerini uygulamamış olması, kanuna aykırı olmasının yanı sıra açıkça savunma hakkına yönelik çok ağır bir saldırı olup, ‘adil yargılanma’ ilkesine, ‘hak arama özgürlüğüne’, diğer mahkemelerin yerleşik uygulamalarına aykırıdır.
Mahkemelerin görevi, devletin asli ve vazgeçilmez işlevi olan adaleti gerçekleştirmek, bu amaçla maddi gerçeği ortaya çıkarmak, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için gerekli olan delilleri toplamak, talepleri dikkate almaktır. Bu ise savunmayı, savunma görevini yapan avukatı duruşma salonundan dışarı çıkarmakla değil, ancak ve ancak savunmaya, savunma makamının mümtaz temsilcileri olan avukatlara önem ve değer vermekle, savunmayı işlevsel kılmakla, savunmaya saygı duymakla mümkün olur.”
Barolar Birliği’nin bu kuvvetli çıkışı da tartışmanın kolay kolay kapanmayacağını gösteriyor.