NTV’nin başarılı ve güzel spikeri Banu Güven: Medyada görünüp de böyle albenili işlere soyunan biri gibi düşünülmekten korkuyorum aslında.Başarılı bir gazeteci, programcı, bir “anchor woman” olarak tanıdığımız Banu Güven, Nardis’in Genç Caz Vokal Yarışması’nda gecenin sürprizi olarak çıktı sahneye. O hoş, buğulu alto sesiyle iki parça söyledi, gayet de beğenildi. Üç aydır Sibel Köse’den caz dersleri alan Banu Güven’in “Bakın bende ne marifetler var” gibi bir iddiası yok asla. O sadece sevdiği bir şeye zaman ayırıyor, bu keyfini birileriyle paylaşıyor, hepsi bu. Mimar Sezer Güven ve heykeltıraş Alım Karamürsel’in oyunlarda hep Kızılderili kadın kahraman olmak isteyen, küçük yaşta müziğe gönül veren, İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken burnunu parmaklıklara dayayıp Cumhuriyet gazetesini seyreden küçük kızı Banu Güven’in muhabirlikten NTV Ana Haber sunuculuğuna uzanan öyküsü... Milliyet Pazar ekinde Asu Mora imzasıyla yayımlanan Banu Güven röportajı… Sizi haber sunarken görmeye alışığız. Farklı bir şekilde çıktınız karşımıza. Nasıl başladı şarkı söylemek? Aslında çok içimden gelen bir şey. Küçükken de dinlediğim ne varsa mırıldanmak gibi de bir huyum vardı. Gerçi ortaokul yıllarında filan evde kafa sesiyle Joan Baez söylemeye çalışarak abimin canını sıkıyordum. Biraz da gitarın tellerine vuruyordum. İlk, “Donna Donna”nın Yidişçesinin akorlarını çıkarıp onu çalıp söylemiştim. Peki cazla ilişkiniz nasıldı? Bir sürü farklı janrı bir arada dinledim ben. Klasik müzik de, rock da, folk da, ama caz da. Ella Fitzgerald’a mesela hayran olmuştum. Caza gözlerimi açan Louis Armstrong ve o olmuştu. Sonra festival renklenmeye başladı burada. Kuyruğa girerdik biletler çıkmadan daha. Az isyan çıkarmadım ben, kapıları yumruklayıp konserin bir bölümünden sonra içeri alındığımı hatırlarım. Benim müzikal anlamda gelişimime ciddi katkısı olmuştur festivalin. TRT FM’in bir de tabii ki. Derslere nasıl karar verdiniz? Kendi kendime bir şeyler mırıldanırken bakıyorum ki hep caz standartları... Sonra 24+’da Nardis Caz Vokal yarışmasının haberlerini yaptım, geçen yıl da derece alan iki arkadaşı konuk ettim Önder Focan’la birlikte. Ben de biraz daha kafamda duyduğumu ağzımdan çıkarken de duyabilsem gibi bir ihtiyaç içindeydim. Zuhal Focan bana “Sibel’le bir konuşsana” dedi. Ocak ayında Sibel’e gitmeye başladım. Benim için en iyi terapi buymuş, bunu fark ettim. Bu ilk performansınız değil mi seyirci karşısında? Dream TV’de Paul Weller’ın bir parçasını söyledim, Kanaltürk’te de Whitesnake’ten bir balad çalmaya çalıştım. Ama burası Nardis. Focanlar böyle bir şey önerdiler, ben ciddi bir şekilde uğraşmaya daha yeni başladığım için önce biraz çekindim. Medyada görünüp de böyle albenili işlere soyunan insan görünümünde olmaktan da korktum aslında. Ama sonunda kendimi dinledim. Ben bunu yapmayı seviyor muyum, seviyorum... “Keyifli olabilecek bir şey belki, niye mızmızlık edeyim?” dedim. “Fotoğraf makinesini alıp Ortadoğu’ya gittim” Devam etmeyi düşünüyor musunuz? Böyle bir şeyi hiç söyleyemem çünkü bu bir iddia değil ki, benim için bir zevk. Ben aslına bakarsan her şeyi böyle yaşıyorum. Gazetecilikte de bir iddiayla gitmedim. Sadece o işi yaparken kendimi bütünlenmiş hissettiğim için daldım bu denize. Ve sevdiğim sularda yüzdüm hep. Başlarken bir gün bir televizyon kanalında haber bülteni yapacağım gibi bir hedefim hiç yoktu. Gazetecilikten önce Boğaziçi’nde asistanlık döneminiz var... Okulda kalmayı düşündünüz mü ciddi ciddi? Evet ama kalabileceğime aslında ben de ikna olamamıştım. Çünkü daha lisedeyken bir okul gazetesi çıkardık, çok hoşuma gitmişti o. Cumhuriyet’in karşısındaydı okul, o dönem Cumhuriyet birtakım dile getirilmeyen meselelerine tercüman olan bir gazeteydi, teneffüslerde bakardım sevdiğim yazarlar geçiyor mu diye. Mezun olur olmaz da gittim kapıyı çaldım zaten, Çağdaş Yayıncılık’ta bir dergi çıkıyordu, oraya kapak konusu yaptım. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler’i Allahlık bir şekilde bitirdim, Boğaziçi’nde mülteciler üzerine çalıştım. Asistanlık da yapıyordum ama paldır küldür bıraktım. Ve hemen Milliyet’e mi gittiniz? Milliyet’te yarı dönemli çalışıyordum zaten. Sonra da tam zamanlı başladım. Ama dış haberlerde otururken de ajanslardan gelen haberlerle uğraşmayayım, dışarıya çıkayım istedim. Ortadoğu’ya gidip gelmeye başladım fotoğraf makinemi alıp. Nasıldı genç bir kadın için bu hayat? Süperdi. Zaten kafamı yorduğum meselelerle ilgili gidip yerinde tespitte bulunmak çok iyiydi. Mesela İsrail-Filistin sorununun ne kadar derin olduğunu ben orada çalışırken fark edebildim. El Halil’de ölen Hamas militanının evindeki cenaze sonrası taziye kabulünden çıkıp yerleşimcilerin merkezine girip orada da röportaj yapıyordum. Televizyon nasıl çıktı ortaya? Milliyet’le ilişkim bitti. Show TV’den çağırdılar, hiç düşünmedim. Bir gün kanepede yatıp “Ben fotoğraf çekmeyi seviyorum, fena da çekmiyorum... Bunu yapayım...” diye düşünürken telefon çaldı, ben NTV’ye gittim. Seviyor musunuz ekran önünü? Eskiden ben bir göz kalemimi çekip rimel bile sürmeden çıkıyordum. O hazırlık safhası zor geldi bana... Çünkü içerikle çok meşgulüm. Tamamen “Biz bu haberi nasıl verdik, iyi anlattık mı?” derdindeyim. Hâlâ da zamanımı içerikten yana kullanmayı tercih ederim o yüzden sıkışık zamanlarda hazırlanırım hep. Artık “O soruları sen mi hazırlıyorsun?” diye sormuyorlar Akşam gazetesinden Mehveş Evin kuzeniniz, başka gazeteci var mı ailede? Aslında var. İki kuzenim de o alana girdi sonra. Biri sınava girerek NTV’de stajyer olarak başladı, şimdi yayın yönetimle ilgileniyor. Diğerinin Vatan gazetesinde köşesi var Ayşe’nin İkizleri diye. Hepimiz bu sektörde toplaştık ama birbirimizden bağımsız oldu. Hayatınızı tamamen ona göre organize etmenizi gerektiren bir meslek... Siz memnun musunuz bundan? Şimdi tanımlar biraz daha belli oldu. Eskiden şöyle bir durum vardı: Akşam eve birileri gelecek, o sırada İsrail’de intihar saldırısı haberi geliyor, çantayı topluyorum atlayıp gidiyorum. Bakıyorsun yirmi küsur gün ben yokum. Ama asla hayıflanarak anlatmıyorum. Hayatta hiç hayal edemeyeceğim şeyler yaşadım. Şarm el Şeyh’ten Kahire’ye Mısır askeri kargo uçağıyla uçmak bile unutmadığım bir şeydir. Banu Güven denince akla gelen ilk cümle “Çok güzel kadın”. Bu sizi rahatsız ediyor mu hiç? Komik gelebilir ama bununla barışık hale geldim. Bir kere ben öyle kendine çok bakan, sürekli kendiyle uğraşan biri değilim. Yayına başladığım dönemlerde ekrana çıkan kadınların sadece sunum yaptığı da düşünüldüğü için, ben de içerikle ilgili biri olduğum için, ciddi dert ediyordum kendime. Ama çok dert ettiğinde de bir kompleks geliştirmeye başlıyorsun, dolayısıyla bununla barışık hale geldim diyorum. Bu kadar zaman sonra da bana artık pek fazla “O soruları da sen mi hazırlıyorsun?” diye sormuyorlar. Bir de “Çok mu hüzünlü, niye gülmüyor?” gibi merak konuları var... Biz NTV’de çok eğlenerek çalışıyoruz. Ama tabii zamanla dans etme stresi var üzerinde. Her şeyden önce verdiğim haberlerde gülümsetecek bir şey yoksa ben de gülümsemiyorum. Zaten ağır bir gündemi var Türkiye’nin her zaman. Anlattığım şeylere konsantre olduğum için, yayın yaparken de düşünmeyi bırakmadığım için belki böyle yorumlanan bir ifade var yüzümde. “Hep Kızılderili kadın kahraman olmak istedim” Çocukken futbol oynuyormuşsunuz, öyle mi? Abim olduğu için oynuyordum. Kaleci oluyordum genelde. O biraz sıkıntılı bir dönemdi benim için. Kalede uçuş yapmak gerekiyor topu kurtarmak için, yere düştüğümde canım acır diye korkuyordum. Abim de bazen beni çok sıkıştırırdı. Mesela apartmanın kapısında bana şut çekiyor. E kapı cam. Gol atmak için şut çekiyor ama “Top cama gelirse kırılır, o zaman bize kızarlar, kurtaracaksın” diyor... Ama futbolu severim çok. Zaten annemin dedesi Beşiktaş futbol kulübünün kurucularından, dedem de öyleymiş, Abdülkadir Karamürsel, Beşiktaş’ın babası diye anılıyor, hatta Baba Efendi diye sokağı var Akaretler’de. Kız oyunları oynamadınız mı hiç? Barbie’lerimiz vardı, Mehveş’le çok oynardık. Sonra hep beraber dört kuzen Hisar’da buluşurduk, kovboyculuk filan oynardık. Ben hep Kızılderili kadın kahraman olmak isterdim. Ezilenin yanındaymışım o zaman da. İlkokulda “Erkeklerden ne farkımız var ki?” diye çocuklarla tartışırdım mesela. Başka ne gibi hayalleriniz vardı küçükken? Çok bale yapardım evde. Teyzem, piyanist Arın Karamürsel, o sıralar Sovyetler Birliği’ne konservatuvara gitmişti, ben de acaba onun yanına gidebilir miyim diye düşünmüştüm. Babamı kaybetmiştik, ben tam anne kuzusuydum ama gene de gitmeyi düşünmüştüm. Hâlâ da güzel bir dans izlediğimde gözlerim dolar. Babanızı çok küçük yaşta mı kaybettiniz? Evet, ben 6 yaşındaydım. O sadece 34’tü. Ben ondan büyüğüm artık. Onun yaşını geçtiğim, şu yeryüzünde ondan daha fazla zaman geçirmeye başladığımı hissettiğim ilk an çok garipti. Güzel bir partinin ortasında çöktüm. Çok güzel hatırlıyorum babamı, ona benziyorum. Anneniz ne iş yapıyor? Heykeltıraş aslında ama sanat tarihi doktorası yaptı. Dört Osmanlı başkentinde 13’üncü ve 14’üncü yüzyıl mezar taşlarının tanımını yapan bir tez yazdı. O tezi için çalışırken onunla beraber gezerdim, mezar taşlarının üzerini tebeşirle boyardım, kitabe çıksın ortaya diye. Dündar baba dediğiniz ikinci eşi arkeolog muydu? Gazetecilik okumuştu ama İzmir Rehberler Odası’nın kurucusuydu, Dündar Ozar. Bizim de birçok alanda gözümüzü açmıştır. Çok şanslıyım o açıdan. Çoluk çocuk hepimiz doluşuyoruz arabaya, “Ya burası nereye gidiyor?” diyor, bir sapıyoruz, acayip güzel bir yer çıkıyor karşımıza. Arabayla dereden geçilir, kapılar açılır, ayaklar suya sokulur, tam macera. Çocukluğunuzun geçtiği yalı nasıldı? O benim en güzel anılarımın olduğu yer. Anadolu Hisarı’nda, Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın eteklerinde bir vakıf arazisi, Köprülü Vakfı’na ait. Babaannemden gelen ve vezire kadar giden bir bağ var. Evlatların orada yaşama hakkı olduğu ortaya çıktı. Biz yazları orada dedemin yaptığı evde bir araya gelirdik. Dört çocuk, uzaktan hep imrenilerek bakılırdı bizim aileye. “Dede Okulu Olimpiyatları” yapardı dedem; üç adım atlama, uzun atlama, yüzme... Piknikler yapardık, yürürdük, şarkılar söylerdik, sonra pat pat pat aile döküldü işte.