Başak Sidar Çevik: Ailesi ülkesiydi, ülkesi ailesi

Başak Sidar Çevik: Ailesi ülkesiydi, ülkesi ailesi

Emre Ayvaz*

İki ismi olan insanlar çoğunlukla isimlerinden sadece birini kullanırlar. Başak Sidar’sa hem Türkçe ismi Başak’ı hem Kürtçe ismi Sidar’ı kullanıyordu. “Sidar”ın Kürtçedeki anlamı “ağaç gölgesi” olsa da babası İzzettin Çevik kızının ikinci ismini daha çok bir “köprü” gibi görüyordu: Tek başına göğüsleyeceği hayatla onu çok seven ailesi arasında, Türklüğüyle Kürtlüğü arasında, acılar ve mücadelelerle dolu aile geçmişiyle ülkesinin geleceğindeki barış ümidi arasında bir köprü.

Antalyalı bir Türk olan annesi Hatice’yle Suruçlu bir Kürt olan babası İzzettin 1990’da, Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Bölümü’nde öğrenciyken tanışmış, birbirlerini sevmiş ve Hatice’nin ailesi karşı çıktığı halde 1992’de evlenmişlerdi. İskenderun’da oturuyor ve beraber bir okulun kantinini işletiyorlardı. İlk çocukları Başak Sidar 20 Mayıs 1993’te orada doğdu. Anne tarafının üç sene süren küslüğünü sonunda yürekleri yumuşatarak bitiren de, henüz yarım yarım konuşan iki yaşındaki Sidar’ın, annesinin abilerinden birine “Sen benim dayımsın...” demesi olacaktı.

O yıllar, Doğu’daki savaşın iyice şiddetlendiği, Kürt hareketinin siyasallaşmaya başladığı 1990’lı yıllardı. Babası İzzettin’in 1994 baharında başlayan ve altı ay süreceğini zannettiği askerliği uzaya uzaya on iki ayı buldu. Engelli öğretmeni olacaktı ve aslında askerdeyken Ankara’ya ataması yapılmıştı, ancak askerlik uzayınca bitmek bilmez bir tayin eziyeti de başlamış oldu. İzzettin Çevik bir sürü başka işin peşinden koştu: Sadece kendi üç kişilik küçük ailesini geçindirmek için değil, evliliğin uzaklaştırmaktan çok daha da yakınlaştırdığı büyük ailesi için de çalışması gerekiyordu. Onun için, onlar için, onlar gibi kurallarını büyük büyük dedelerinin koyduğu aşiret geleneklerini hem sahiplenip hem incelterek bir “kolektif hayat” düzeni haline getirmiş, hafızası güçlü ve kalabalık Kürt aileleri için “aile” böyle bir şeydi.

Dokuz kardeştiler. Sekiz erkek, bir kız. Çok fazla hastalık geçirmiş annelerinin ve işi dolayısıyla hep başka şehirlere (bir süre de Almanya’ya) gitmek zorunda kalmış babalarının fiili yokluğunda, İzzettin kardeşlerine babalık, evin tek kızı Nilgün de annelik yapmak zorunda kalmıştı. Dokuz kardeş beraber büyümüş, her badireyi beraber atlatmış, her derdin çaresini beraber arayıp bulmuş, hayatlarını hiç birbirlerinden ayrı düşünmemişlerdi. Ailelerinin mücadeleler ve ölümlerle dolu tarihini dokuz kuşak öncesine kadar biliyorlardı. Daha öncesi de vardı, ama orası artık tarihin efsaneye, gerçeklerin hikâyelere dönüştüğü yerdi ve hatırlamaktan çok hep beraber hayal ediyorlardı.

Sidar işte bu ailenin içine doğdu ve uzunca bir süre tek çocuk olarak kaldı. İlkokula başladığı sene Ankara’dalardı artık. Babası İzzettin, bütün kardeşlerinin bir ucundan tuttuğu ve seneler içinde büyüyerek farklı şehirlerde şubeleri açılacak bir kapı-pencere imalathanesi kurmuştu. Batıkent’teki evlerinde kalabalık, cıvıl cıvıl, bol sohbetli, bütün yorgunlukları katlanılır kılan, mutlu bir aile hayatı sürüyorlardı.

Sidar yıllar içinde iyice yakınlaşacağı, ailesinden devraldığı dayanışma ve paylaşma heyecanıyla hemen hayatına kattığı ilk arkadaşlarıyla Batıkent Lisesi’nde tanıştı. Kişiliğinin aslında çok küçük yaşlarından beri kendini gösteren bir yönü de, ailesi için Sidar’ı Sidar, arkadaşları için de Başak’ı Başak yapan en bariz nitelik olarak aslında bu yıllarda öne çıktı: Dobralık. Karşısındaki kim olursa olsun, ister küçüğü, ister yaşıtı, ister büyüğü, bir şeyin doğruluğundan ya da yanlışlığından eminse sözünü sakınmaz, söylerdi. Aile içinde büyüklerle küçükler arasında herkesin daha çocukken öğrendiği sınırlar vardı, Sidar da sözünü bu sınırları ihlal etmeden söylemesini bilirdi. Ama arkadaşlarıylayken, yani Sidar’dan çok Başak’ken, başka türlü bir özgürlük yaşardı –hele söz konusu olan bir arkadaşının üzüntüsü ya da uğradığı haksızlıksa. Kendisini üzen çocuktan hoşlanmaya devam eden arkadaşına kızarak nasihat eder, üzen çocuğu da gerekirse bir kenara çekip uyarırdı. (Üzüldüğünde, ama özellikle sinirlendiğinde boğazı şişerdi.) Güçlüydü, cömertti, vericiydi, etrafına güven duygusu yayardı: Arkadaşları sırlarını ona açar, dert anlatmak ve akıl danışmak için ona koşar, kafaları karıştığında hal çaresini bulsa bulsa Başak’ın bulacağını, kendilerini kendileri kadar, hatta kendilerinden de iyi tanıdığını bilirlerdi. “Herkesin derdiyle bu kadar dertlenme kızım...” derdi bazen annesi Hatice, “Güzin Abla mısın sen?”

Çok sevdiği, her yere beraber gittiği, her şeyini konuştuğu halası Nilgün’le de (“Nilgün’ün çantası” derlerdi ona), ona araba kullanmayı, yönleri ve erkeklere karşı kendini korumayı (tekme, yumruk) öğreten küçük amcası Adil’le de, 2009’da doğan ikinci kardeşi Sarya Dicle’yle de, aynen arkadaşlarıyla olduğu gibiydi: Onların dertleriyle dertlenir, onları onlardan daha çok düşünürdü. Nilgün halası onu küçükken nasıl hep yanında gezdirdiyse o da Dicle’yi öyle yanında gezdirirdi; Adil amcası ona küçükken nasıl bir sürü şey öğrettiyse o da Dicle’ye aynı tatlı hayat rehberliğini yapardı.

Suruç’a, babasının köyüne gittiklerinde hemen o köyün kızlarından biri oluverirdi; Ankara’ya, okuluna döndüğünde de şehirli bir kız. Üniversite yılları, aynı zamanda Başak’ın hayatının bu iki yarısını, çelişmek bir yana, birbirini besleyen ve destekleyen iki kaynak olarak görmeye başladığı yıllar oldu –ya da babasının deyişiyle “bir Türk kızı olduğu kadar bir Kürt kızı da olduğunun farkına vardığı” yıllar. Atılım Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği okuyordu ve köylerindeki bir sürü çocuk sırf ona imrendikleri, “Sidar ablaları gibi olmak” istedikleri için inşaat mühendisliği okumaya karar vermişti. Babası İzzettin de kızı için hayaller kuruyordu: Sidar inşaat mühendisi çıkacak, imalathaneye adını verecek ve hatta belki, eğer isterse, başına geçecekti...

Ailesiyle hep iç içe olacaktı elbette ama dünyayı tanımak, başka hayatlar görmek, yeni şeyler öğrenmek, yabancı dilini geliştirmek de istiyordu: “Ot gibi yaşıyoruz, hiçbir şey yapmıyoruz...” diyordu bazen bunaldığında arkadaşlarına, “İnsanlar geziyor, görüyor, bir sürü şey öğreniyor...” En yakın arkadaşı Melis’le bir seferinde üç günlüğüne İstanbul’a gitmişlerdi. O üç günü unutamıyordu. Bir gün mutlaka bir arabası olacaktı ve arkadaşlarını o arabaya doldurup gönlünce gezdirecekti.

Ailesinin 2015 Nisan’ında Urfa’ya taşınmasıyla beraber Sidar Batıkent’teki evde yalnız yaşamaya başladı. Yalnız değildi aslında: İki amcası da aynı apartmanda oturuyordu, arkadaşları sık sık gelip onda kalıyordu. 22 yaşındaydı. Üniversitedeki son senesiydi. Dünyayı görme isteğine artık gitgide kabaran bir başka istek daha eklenmişti: Hikâyelerini dinleyerek büyüdüğü atalarının, isimlerini bildiği dedeleriyle ninelerinin, annesiyle babasının, amcalarının ve halasının, ama aynı zamanda başkalarının, onunkinden farklı ailelere doğmuş arkadaşlarının ve o arkadaşlarının başka türlü acılar çekip başka mücadeleler vermiş ailelerinin hep beraber yaşadığı ülkeyi daha iyi tanımak. Ailesinde gördüğü ve arkadaşlarıyla kurmayı başardığı saf, yoğun, tutkulu arkadaşlığın ülkesinde de kurulmasına elinden gelen katkıyı sağlamak. Son yıllarda bu istek ve heyecanla bol bol kitap okuyordu, özellikle tarih kitapları.

5 Kasım 2015 günü öğleden sonra saatlerinde, liseden beri hiç kopmadığı en yakın arkadaşları Melis, Eda ve Evrim’le beraber Batıkent’teki eve gittik. İzzettin Bey ve Hatice Hanım’la, küçük amcası Adil’le ve sevgili halası Nilgün’ün eşi Avni Bey’le Urfa’da geçirdiğim uzun ve sarsıcı günün ardından Başak Sidar’ı bir de arkadaşlarından dinlemek üzere Ankara’ya gelmiştim. Dört saattir konuşuyorduk ve üçü de Başak Sidar’la dolup taşıyordu. Bütün hatıraları fazla yakın, fazla canlıydı: Başak’ın kahkahalarını, cesaretini, kararlılığını, onlara verdiği ümidi arıyor, özlüyor, bir daha bulamayacaklarına inanamıyorlardı.

O gün Başak’ın giysilerini alıp bir ihtiyaç sahibine götürecekleri gündü. Ankara Hipodromu’na bakan aile apartmanının giriş kat dairesindeki küçük çalışma odasına girdiler. Ben kapının eşiğinde kaldım. Ellerinde Başak’ın tek tek hepsini tanıdıkları giysileriyle dolu poşetlerle odadan çıkacaklardı ki Eda arkadaşının masasının üzerinde, ders notlarının arasında kalın bir kitap gördü. Kitabı eline aldı, “Tutunamayanlar’ı okuyormuş...” dedi.

“Kaçıncı sayfada kalmış?” diye sordum. Eda, hatırında hep 22 yaşında kalacak olan sevgili arkadaşının pek azını okuyabildiği upuzun kitabın arasındaki ayracı çekti, karşısına çıkan sayfadan birkaç satır okudu ve “124...” dedi.

* Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.