Başbakan Binali Yıldırım'ın Başdanışmanı Abdülkadir Özkan, partili cumhurbaşkanlığını olanaklı kılan anayasa değişikliğinin yüzde 51.4 "evet" oyu ile kabul edildiğinin açıklanmasıyla sona eren halk oylamasının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın AKP genel başkanı olmasının beklendiği olağanüstü kongrenin düzenleneceği 21 Mayıs'tan sonra parti içinde "temizlik" yapılacağını açıkladı. Özkan, "Kongre sonrası ise temizlenmeyle beraber daha kucaklayıcı, birleştirici yeni bir dönemin başlayacağını düşünüyorum" dedi.
Özkan, Fethullah Gülen'in liderliğini yaptığı cemaatin düzenlediği ileri sürülen darbe girişimiyle ilgili olarak "15 Temmuz'un stratejik hedefi TSK'nın itibarsızlaştırılmasıydı" diye konuştu.
Aydınlık gazetesinden Masum Gök'e konuşan Başbakan Başdanışmanı Özkan, darbe girişiminin planlayıcısı olmakla suçlanan Gülen'in "tarihsel serüveninin Amerika'dan bağımsız okunamayacağını" savundu. Gök, "FETÖ, ABD'nin bölgede finanse ettiği İslamizasyon projesiyle bağlantılı" görüşünü dile getirdi.
1980 askeri darbesi sonrası 7. Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren'le ilgili de konuşan Özkan, "Evren döneminde ılımlı İslam bir devlet politikası olarak benimsendi" dedi.
Abdülkadir Özkan'ın Aydınlık gazetesinin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
- Kitabınıza baktığımızda Fetullah Gülen'in 17-25 Aralık sürecinden çok önce, hatta kurulduğu 1970'li yıllarda CIA gibi istihbarat örgütlerinin denetiminde olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Bütün bunların bilinmesine rağmen AKP iktidarı, bu örgütle 2014 yılana kadar birlikte hareket etti. Gülen'in yaptığı açıklamalar, örgüt elemanlarının küresel örgütlerle ilişkileri ortadayken, sayın Cumhurbaşkanı ve iktidar partisi yöneticilerinin 'Aldatıldık, kandırıldık' şeklindeki açıklamaları ne kadar samimi?
Bu soruya cevap vermeden önce bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor. Gülen ve örgütünün devlet içerisinde üst düzey yapılanma süreci AK Parti iktidarı ile başlamış değildir. 1980 darbesinden sonra Gülen’in Kenan Evre, Turgut Özal ile kurduğu ilişki biçimi, kadrolaşmanın detaylarını görmek bakımından önemlidir. Bu ilişki biçimi, ABD’nin aynı tarihlerde bölgede finanse ettiği İslâmizasyon projesiyle bağlantılıdır. Evren döneminde Ilımlı İslâm’ın bir devlet politikası olarak benimsenmiş olması da önemli bir ayrıntıdır. Gülen’in 1990’lı yıllarda Ecevit ve Çiller’le gelişen yakın diyaloğu da çok kritiktir. Emniyet ve istihbarat yapılanmalarındaki etkin kadrolaşmaları bu dönemlerde gerçekleşmiştir. Gazi mahallesi olaylarından önce Gülen’in, “olayları bir buçuk ay öncesinden bildiğini” açıklaması tesadüfi değildir. Bu itirafı, istihbaratta ve emniyette ulaştığı tehlikeli boyuta işaret etmektedir. Ancak burada dikkat çeken bir ayrıntı var; Gülen ve örgütünü bugün devletin bekası için ciddi bir tehdit ve tehlike olarak gören devlet aklının ve siyasetin, 1980’lerde ve hatta 1990’larda bu örgütün yapılanmalarına müsaade ettiğini, yahut doğrudan veya dolaylı göz yumduğunu görüyoruz. Sadece göz yummakla kalınmadığını, aykırı söylem geliştirenlerin akıbetinin de pek parlak olmadığını biliyoruz. Bu noktada CIA ile derin bağlantıları olan dönemin istihbarat müsteşarlarının bu yapıyla olan yakın irtibatı sürecin safahatına yönelik önemli bir ipuçları vermektedir. Bu nedenle doğru olan, bu yapının devlet içerisindeki varlığını ve varlık sebeplerini AK Parti döneminde değil, Türkiye’nin geçmiş derin siyasetinde, derin diplomasisinde ve Türk Amerikan ilişkilerinin tarihinde aramaktır. Ancak böyle doğru sonuca ulaşılabilir. Ayrıca, son 40 yıl, devletin çeşitli kademeleriyle derin ve kritik ilişkilerini başarıyla yürütmüş bir yapının bugün AK Parti iktidarında ve Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde deşifre edilerek bir tasfiyeye tabi tutuluyor olması, eleştiriden çok takdiri hak edecek bir siyasal başarıdır diye düşünüyorum.
Gülen ile AKP arasındaki ortaklık veya işbirliği diyeceğimiz süreç 2012 yılından sonra çatırdamaya başladı. Bu AKP- ABD ilişkilerindeki yaşanan sorunlarla paralel gitti. Gülen ve AKP arasındaki ilişkilerde ABD'yi nereye koyuyorsunuz? İki farklı yapıyı bir araya getiren ve birbirinden uzaklaştıran dış dinamik ABD mi?
Gülen’in tarihsel serüvenini Amerika’dan bağımsız okuyamayız. Böyle bir okuma yapmaya kalkarsak eğer, bu örgütün varlık felsefesini anlayamayız. ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerinde istihbarat ve operasyonal amaçlarla kullandığı profesyonel yapılar vardır. Gülen ve örgütü, Türkiye ve Türkî cumhuriyetlerde Amerikan devletine istihbarat sağlamak amacıyla oluşturulmuş, desteklenmiş, finanse edilmiş büyük bir yapıdır. Bu benim iddiam değil. Amerika’da konuyu derinlemesine analiz eden Amerikalı istihbarat uzmanlarının ve akademisyenlerin kanaatleri bu yönde. Zaten mevcut manzara işin perde arkasını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Gülen’in bu örgütü kurduğu tarih olan 1965, aynı zamanda CIA Ortadoğu ve Türkiye Operasyon Şefi Graham Fuller’in bölgede göreve atandığı tarihtir. Gülen’in eski MİT Müsteşarı Fuat Doğu ile olan ilişkisi, Yaşar Tunagör ve Kasım Gülek ile olan bağlantıları örgütün temellerini anlamak adına önemli detaylar barındırmaktadır.
ABD-AK Parti ilişkilerinin Gülen ekseninde yürüdüğü düşüncesine katılmıyorum. AK Parti’nin kuruluş yıllarında ABD neo-conlarının desteği ile kurulduğu suçlamalarını hatırlayacaksınız. Ancak aynı tarihlere tekabül eden süreçte önemli neo conların, AK Parti aleyhine ciddi beyanatları mevcuttur. Fuller, liberal demokratik değerlere sahip olmakla birlikte AK Parti’nin İslamî kaynaklardan beslendiğini ileri sürer. Hatta bir makalesinde AK Parti’yi “dinî köklerini afişe etmemek konusunda çok ihtiyatlı ve dikkatli olmasına rağmen açıkça dinî bir parti” olarak tanımlayarak demokrasiye entegrasyonunun zor olduğunu iddia etmiştir. Bu tanımlamalar, AK Parti’nin ABD’de siyasî meşruiyet elde etmesini önemli ölçüde zorlaştıran ve geciktiren etkenler olmuştur. Bugün gelinen noktada Türk Amerikan ilişkilerini Gülen ve örgütü üzerinden bir yere konumlandırmak yanlış olur. Trump döneminde Türkiye’nin ABD ile beyaz bir sayfa açması halinde Gülen ve örgütünün Amerika’daki tasfiye süreci rahatlıkla başlayabilir. Bu nedenle ABD’yi tek parça, yekpare bir yapı olarak görmek doğru değil. İçinde farklı dengelerin olduğu, zaman zaman bu dengelerin kendi iç çatışmalarına sahne olan bir yer Amerika. Türkiye, ABD’nin kolay vazgeçebileceği bir ülke değil. Bunu hamasî bir yaklaşımla söylemiyorum. İşin gerçeği böyle. Zaman zaman kırılmalar yaşansa da bölge dinamikleri Türkiye’yi vazgeçilmez kılıyor. Gülen ise ABD’nin dünya üzerinde kullanıp sonra tasfiye edeceği binlerce enstrümandan sadece biridir.
FETÖ İslami bir yapılanma. Üyelerini de İslami söylemlerle etkileyerek kazanıyor. Gözaltılara ve ihraçlara baktığımızda 100 bin kişiyi aşan bir kitle var. Sizin de bildiğiniz gibi bu alanda faaliyet yürüten birçok İslami tarikat ve cemaat var. Bu tarikat ve cemaatlerin hiçbiri Gülen kadar kitlesel bir güce sahip olamadı. Parasal güç dışında FETÖ'nün diğer dini cemaatlerin yapamadığı ölçüde kitlesel bir güce kavuşmasındaki etkenler nedir?
Öncelikle Gülen ve örgütünün Türkiye’de mevcut yerleşik diğer İslâmî fraksiyonlarla ve yapılarla karşılaştırılmasını doğru bulmadığımı ifade etmem gerekiyor. Türkiye’de dinî cemaatlerin toplumsal kabul görmesinin sosyolojik nedenlerini doğru anlamak lazım. Uzun yıllar devam eden yanlış ve baskıcı laiklik uygulamaları, samimiyetle dinini yaşamak isteyen insanları çeşitli dinî yapılara mahkum hale getirmiştir. Sağlıklı dinî bilginin yeterince üretilememesi zaman zaman dinî görüntü veren bir takım merdiven altı tezgahların da ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Son tahlilde eğrisiyle, doğrusuyla bir ontolojik ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkan bu yapılar, Türkiye’nin dinî hayatında önemli bir boşluğu doldurmayı kendilerine hedef edinerek ilerlemiş, çalışmalarını finanse edebilmek adına ticarî mekanizmalar oluşturmuşlardır. Hedefleri devlete sızarak, ülkesinin kozmik bilgilerini uluslararası istihbarat örgütlerine servis etmek gibi bir “ihanet hareketi” içinde olmak hiçbir zaman olmamıştır. Amaçları, siyaset mekanizması üzerinden devletin yönetiminde söz sahibi olma çabası olmuştur. Millî Görüş siyaseti böyle bir ihtiyacın sonucu ortaya çıkmış ve kendisine toplumsal bir taban bulmuştur. Ancak Gülen ve örgütünü bu yapılardan ayıran en temel özelliği, başlangıç itibariyle istihbarat uzantılı ortaya çıkmış, devletin çeşitli kademelerine eleman yerleştirmek hedefiyle dini araçsallaştırmış gayri millî bir örgüt olmasıdır. 28 Şubat sürecinde imam hatiplerin kapatılmasına destek vermesini başka şekilde açıklayamayız. Bir dönemin yanlış laiklik uygulamalarının oluşturduğu sosyolojik ve psikolojik travma ortamlarını ranta dönüştürme hedefiyle dinî bir cemaat görüntüsünde ortaya çıkmıştır. Hiçbir zaman anladığımız manada klasik bir dinî cemaat değildir ve olmamıştır. Gülen ise din adamı yahut hoca efendi değildir, sahte bir kimliğin arkasına saklanan karanlık ve tehlikeli bir örgütün lideridir. Ancak samimiyetle, sadece dinî bir yapı olduğu için peşlerine takılan kitleleri örgütün tepe kademelerinden ayırarak konuyu değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi FETÖ'nün tasfiye edilmesinden sonra bazı dini cemaatlerin devletin değişik organları içinde ağırlık kazandığı yönünde bilgililer dolaşıyor. AKP'nin geçmişte FETÖ konusunda gösterdiği tutumu bu dini cemaatlere de gösterirse, gelecek dönemlerde yeni bir FETÖ tehlikesi ile karşılaşma riski yok mu?
AK Parti, siyasî bir partidir. Kuruluş itibariyle kendisini liberal/muhafazakâr demokrat sınırları içerisinde tanımlayan, Türkiye’nin merkez siyasetinde konumlandıran homojen bir partidir. İslâmcılar kadar farklı inanışlara mensup insanların da desteğini alarak büyüyen, Türkiye’de her iki kişiden birinin oyunu alabilen, mevcut başarısını ve mevcudiyetini de bu duruşuna borçlu bir siyasî harekettir. Türkiye’nin mevcut zenginliği içerisinde çeşitli dinî gruplara gönül vermiş kişilerle beraber, seküler, liberal, ladinî bir takım isimlere de belli başlı devlet kademelerinde, parti içerisinde görev verilmesi kadar normal bir şey olamaz. Ki bunun örneklerinin zaman zaman AK Parti içerisinde de eleştiri konusu yapıldığını biliyoruz. Önemli olan ehliyet, liyakat ve vatanperverliktir. Bu ölçütlere uyan herkesin devletin çeşitli kademelerinde olması gerekir. Dün kendisini devletin aslî unsuru olarak kabul ederek “halka rağmen halka zulmeden” anlayışın temsilcisi kimi laik ve Kemalist çevrelerin, devlete ve millete verdiği zarar FETÖ’cülerinkinden çok daha mı hafiftir? Kendisini devletin asli sahibi görerek farklı ideolojileri dizginlemek adına milletin gencecik çocuklarına operasyon çeken 1960’ların, 1980’lerin cunta zihniyeti daha mı az zarar vermiştir bu topluma? Bu millete bu kötülükleri yapanlar “dindarlar” değildi. Dolayısıyla değerlendirme yaparken, konuyu İslâmcı yahut Kemalist gibi dar kalıplara hapsederek ayrıştırıcı bir yaklaşım kullanmayı yanlış ve tehlikeli buluyorum. Vatanperver, samimi hiçbir dindardan bu ülkeye zarar gelmez. Mustafa Kemal, cumhuriyeti samimi ve vatanperver dindarlarla kurdu. Bunu unutmamak lazım.
FETÖ'nün son operasyonu 15 Temmuz'a gelirsek. 15 Temmuz darbe girişimi TSK içinde yuvalanmış Fetullahçı bir cuntanın eseriydi. Buna rağmen özellikle muhafazakar camianın bazı kesimlerinde TSK'nın bütününe yönelik hala bitmek bilmeyen bir öfke gözlemleniyor..15 Temmuz'dan sonra TSK'da KHK kapsamında yapılan değişiklikleri de önemli bir kesim 'öç alma duygusu' ile yapıldığını düşünüyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Temmuz darbe girişiminin perde arkasındaki stratejik hedefi TSK’nın itibarsızlaştırılmasıydı. NATO’nun önemli itici güçlerinden biri olan TSK’nın hem içeride hem de dışarıda itibarsızlaştırılmasını sağlamak adına TSK’da büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildiğine, TSK’nın zayıfladığına yönelik bir takım haberler yapılıyor. TSK zayıf bir güç olsaydı Fırat Kalkanı Harekatı gibi başarılı yurtdışı operasyonlarına imza atabilir miydi? Medya, farkında olmadan bu itibarsızlaştırma operasyonuna alet oluyor. Toplumda büyük bir tepki olduğu havası yaratılmaya çalışılıyor. Özellikle muhafazakâr kesimin TSK’ya yönelik böyle bir eleştirisi yok. Türkiye’de muhafazakâr camianın TSK’yı hedefe oturtan yaklaşım içerisinde olduğunu iddia etmek bu toplumun kodlarını bilmemektir. 28 Şubat döneminde sürecin faturası en ağır biçimde ödemesine rağmen muhafazakâr kitleler, TSK’yı hedef alan tek bir tavır bile sergilememiştir. Ancak sadece muhafazakâr kitleler değil, Türk halkı topyekun TSK’nın gayri millî unsurlardan temizlenmesini istiyor. Bunu isterken vatanperver subaylarla, talimatı Pensilvanya’dan alan örgüt mensuplarının da bir birinden ayrılmasını talep ediyor haklı olarak. TSK’daki yürütülen temizlik çalışmalarını sanki bir “öç alma” operasyonuymuş gibi takdim edersek bu millete ve bu devlete en büyük kötülüğü yapmış oluruz.
15 Temmuz'un sonra devam eden bir tartışmada darbenin siyasi ayağı üzerine. İktidara yakın bazı kalemler de bunu işaret ediyor. İktidar partisi içinde 100'ü aşkın bylock'çu olduğu ifade ediliyor. Ancak Başbakan 'siyasi ayak yok' dedi. Siz bu 'siyasi ayak' konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Darbenin siyasî ayağına ilişkin çeşitli tartışmalar var. Ancak net bir bilgiye sahip değiliz. Ortalıkta dolaşan söylentiler, vehim ve dedikodudan ibaret. Darbe sonrası, darbenin siyasî ayağına ilişkin her hangi bir listenin ele geçirilmediğimi biliyoruz. Bu konuda kamuoyuna yansıyan bir şey olmadı. Darbecilerin, sonrası için nasıl planları vardı bilmiyoruz. Yargılama sürecinde bazı detaylar netleştikçe kafalardaki sorular da cevaplanacaktır. Bu nedenle ilerleyen günlerin önemli gelişmelere gebe olduğu kanaatindeyim.
FETÖ ile mücadele Erdoğan ve dar bir ekip üzerinden yürüdüğü gözlemleniyor; iktidar partisinin tamamında canı gönülden bir mücadele görmüyorum. Sizce FETÖ ile mücadele hangi aşamada nasıl devam etmeli?
FETÖ ile mücadelenin zaman zaman beklenmedik şekilde çeşitli akametlere uğradığına birlikte şahit oluyoruz. Anlam verilemeyen tahliyeler, sonrasında tekrar alınan gözaltı kararları, yeniden salıverilmeler, kurunun yanında yanan yaşlar süreci başarısız kılmak isteyen bir takım gizli ellerin sürece müdahil olduğu algısı yaratıyor. Bu bağlamda Hükûmetin KHK kararlarına yargı yolunu açmış olması önemli bir gelişmedir. Yargısal sürecin sağlıklı işletilmesini sağlamak süreçte yaşanan sıkıntıların da önlenmesine olanak sağlayacaktır. 21 Mayıs’taki AK Parti’nin Olağanüstü Kongresi’nden sonra sürecin, sonuç odaklı bir yöne ve yönteme evrileceğini düşünüyorum.
FETÖ ile mücadele AKP'nin ABD ile de ilişkililerini belirleyecek ana konulardan biri. AKP cenahına baktığımızda şöyle bir durum var: Bir anti emperyalist tutum içinde olanlar var. Bir diğeri ise Erdoğan korkusu veya otoritesi nedeniyle FETÖ'ye karşıymış gibi gözüken, ancak ABD ile ilişkileri yoluna sokmaya çalışan, Erdoğansız bir AKP tasarımı içinde olanlar olduğunu gözlemliyorum. Erdoğanlı AKP, bir temizlenme, bazıları ile yollarını ayırma sürecine girecek mi?
AK Parti içinde Erdoğansız bir siyaset tasarımı içerisinde olan bir grup yahut klik olduğu kanaatinde değilim. İşaret etmeye çalıştığınız kesimlerin doğrudan AK Parti’yi kontrol edebilecek yahut kitleleri harekete geçirebilecek siyasî güçleri ve toplumsal karşılıkları yok. O nedenle AK Parti içerisinde böyle bir tehdit şimdilik öngörmüyorum. Kongre sonrası ise temizlenmeyle beraber daha kucaklayıcı, birleştirici yeni bir dönemin başlayacağını düşünüyorum.
Erdoğansız siyaset tanımınıza cevap verecek olursam; Batı siyasetinin Erdoğansız yeni bir siyaset tasarladığını söylemek için iyi bir siyaset bilimci olmaya gerek yok. Bugün sistematik olarak Batı dünyasında tırmanışa geçen Türk karşıtlığını, Erdoğan karşıtlığını Batı’nın değişen Türkiye siyasetinden bağımsız okuyamayız. Erdoğan, Batı zaviyesinde de liderlik özellikleri güçlü ve başarılı bir figürdür. Batı’nın sorunu, Erdoğan’a istediği gibi şekil veremiyor olmasıdır. Erdoğan, Batı’nın hesaba katmak zorunda olduğu bir siyasî liderdir. Bu da Batı’nın hoşuna gitmiyor. Siyasal İslâmcı olarak gördükleri ve 2011 sonrası söylemiyle nerdeyse radikal olarak tanımladıkları Erdoğan’ın siyasette başarısız olmasını istiyorlar. Batı’nın bu tavrını Oliver Roy’un “Siyasal İslâm’ın İflası” tezinden bağımsız değerlendiremeyiz.
Batı aklı, ikinci bin yılın sonlarında dünyada siyasal İslâm’ın iflas edeceğini öngördü. Hasan el-Benna ve Mevdudi çizgisindeki politik akımların başarılı olamaması Batı’nın bu tezini güçlendirdi. Bölge siyasetindeki başarısızlıklar, bölgeye daha kolay nüfuz etmenin bir aracı olarak görüldü. Bu bağlamda 2000’li yılların başında Batı’nın bütün bir siyasal İslâm paradigmasını altüst eden bir siyasi lider ortaya çıktı. Erdoğan’ın İslâm dünyasındaki politik akımlara örneklik teşkil etme ihtimalini ciddi bir tehlike olarak gören bir Batı var karşımızda. O nedenle Erdoğan’ı ayrıştırmaya, ötekileştirme çalışıyorlar. Ancak, Erdoğan’ın toplumsal kabulünün güçlenerek devam ediyor olması, önümüzdeki dönemde Batı’yı söylem siyasetini değiştirerek masaya oturmaya ve Türkiye ile yeni bir sayfa açmaya mecbur bırakacak. 16 Mayıs’ta Trump ile gerçekleşecek görüşmeyi de bu bağlamda değerlendirmek lazım.